Schopenhauer: Ne kadar rastlantısal görünse her olay zorunlu olarak meydana gelir

Zorunluluk her şeye nüfuz etmese ve her şeyi bir araya ge-tirmeseydi, özellikle bireylerin yaratılarını yönetseydi bu dünya neye dönerdi? Bir canavar, enkaz, anlamsız ve mantıksız bir karikatüre, yani gerçek ve asli rastlantının eserine dönüşebilirdi.

Herhangi bir olayın meydana gelmemesini istemek insanın kendisine aptalca işkence etmesidir, çünkü bu mutlak imkânsız bir şeyi istemek demektir ve güneşin batıdan doğmasını istemek kadar akıldışıdır. Çünkü olan biten büyük küçük her şey sıkı bir zorunlulukla meydana geldiğinden ortaya çıkan nedenlerin ne kadar cüzi ve rastlantısal olduğunu ve daha farklı bir biçimde ne kadar kolayca var olabileceğini düşünmek boştur. Her şey aynı şekilde sıkı bir zorunlulukla meydana gelmiş olduğu ve sayesinde güneşin doğudan doğduğu, o aynı tam yetkiyle etkilediği için bu düşünce asılsızdır. Olayların nasıl meydana geldiğini daha çok, basılmış kelimenin bizim onu okumamızdan önce var olduğunu iyi bilen bir gözle değerlendirmeliyiz.

Sorunumuz üzerinde derinlemesine düşünmüş kişilerin yukarıdaki iddia hakkında verdikleri hükümlerin belgesi olarak bu çerçevede görüş bildirmiş büyük adamlardan bazılarını hatırlatmama izin verin.

Her şeyden Önce, dinin esaslarının tarafımdan öne sürülmüş olan gerçeğe aykırı düşmesi gibi bir şeye inanabilecek olanları rahatlatmak üzere, Jeremias’nm “Eylemek insan egemenliğinde değildir ve onun adımlarını yönlendirmek, belirlemek kimsenin yetkisi altında değildir” {Incil, Jeramias, 10, 23) sözünü hatırlatmak isterim. Ama özellikle bizzat bu konu üzerine yazılmış olan De servo arbitrio kitabında istenç özgürlüğünü tüm ateşiyle inkâr eden Luther’e dayanmak istiyorum. Oradan bazı pasajlar Luther’in doğal olarak felsefi değil teolojik temele dayandırdığı görüşlerini karakterize etmeye yetecektir:

“Bu yüzden özgür istencin bir hiç olduğu aynı şekilde tüm belleklere yazılmıştır; o inanç bir hayli karşıt iddia ve birçok otorite tarafından gölgede bırakılsa bile.” “Burada istenç özgürlüğü savunucularına özgür istençleriyle Hıristiyanlığı inkâr ettiklerini akıllarında tutmalarını hatırlatmak isterdim.” “Hz. İsa’dan bahseden Kutsal Kitabın tüm hükümleri istenç özgürlüğü ile savaşır. Sayısız hüküm vardır, hatta kitabın tamamı istenç özgürlüğünü ele alır. Bundan dolayı, kitabı bu konuda yargıç konumuna getirirsek istenç özgürlüğü öğretisini mahkûm etmeyen tek harf ya da çizginin dahi geriye kalmayacağı hususunda tamamen haklı çıkmış olurum.”

Şimdi gelelim filozoflara. Burada eskilere öncelik verecek değilim. Çünkü felsefeleri tabiri caizse henüz masumiyet çağında, yeni felsefenin iki en derin ve hassas problemini, yani istenç özgürlüğüne dair soruyu ve dış dünyanın gerçekliğine ya da ideal ve gerçek arasındaki ilişkiye dair soruyu henüz açık bilince çıkarmış değildir. Ayrıca Aristo’nun, bu konuda düşüncesinin temelde salt fiziksel ve entelektüel özgürlükle çakıştığı ve

0 sebepten daima istemli olan ve özgürü özdeş tutar şekilde sadece “isteyerek ve istemeden yapılan” eylemlerden söz ettiği -şimdi göreceğimiz- Nikomakhos’a Etik’ten5 yola çıkarak istenç özgürlüğünün eskilerin anlayışında ne derece netlik kazanmış olduğu epeyce çıkarılabilir. Karakteri -özellikle tam tersini yapacağı yerde- eylemden çıkarma hatasına düştüğü Nikomakhos’a Etik’te düşünceleri her ne kadar arasıra o noktaya kadar varsa da, ahlaki özgürlük probleminin Aristo’da da kendini göstermediğine şüphesiz tanık olabiliriz. Aynı şekilde Sokrates’in yukarıda tarafımdan aktarılmış olan inancını çok hatalı bir tarzda eleştirmiş, diğer taraftan farklı ortamlarda bu görüşü tekrar kendisine mal etmiştir. Örneğin: “Doğadan bize düşen hisseye gelince onun bize tabi değil, Tanrısal bir vahiyden dolayı gerçekten talihli olana has olduğu açıktır.” “Demek ki karakterde soylu olanı sevip adi olandan nefîet eden erdemle kandaşlığın bir şekilde önceden var olması zorunludur.” Bu hem yuk ip da aktardığım pasaja hem de Büyük Ahlak!a uyar: “Eğer yaratılışta da bulunmuyorsa, salt niyetle en iyi olunmaz; ancak daha iyi olunur.’’- Aristo aynı noktadan hareketle istenç özgürlüğü meselesini asıl probleme biraz daha yaklaştığı Büyük Ahlak (L bölüm 9-18) ve Eudemos Ahlakında, da (2, bölüm 6-10) işler. Yine de her şey muğlak ve yüzeyseldir. Aristo bütün eserlerinde analitik yöntemle meselelerin doğrudan üzerine gitmeyip dış özelliklerden sentetik sonuçlara varma metodunu kullanır. Şeylerin özüne varma yollarını zorlamak yerine dış özelliklere hatta kelimelere tutunur. Bu metot kolayca yanıltır ve derin problemler söz konusu olduğunda asla hedefe ulaştırmaz. Artık zorunlu ve istemli olan şey arasında olduğu varsayılan karşıtlık karşısında bir duvar karşısındaymış gibi kalakalır. Ancak bu duvarın arkasında istemli olanın öncelikle, -yokluğu halinde herhangi bir istenç ediminin gerçekleşmesini, isteyen bir öznenin yokluğu halinde olduğu kadar az mümkün kılan- mekânik nedenlerden sadece tali noktalarda ayrılan bir neden olan güdü yüzünden zorunlu olduğu görüşü bulunur. Bunu kendisi de söyler: “Edimin nesnesi nedenin dört türünden biridir.”8 İşte bu yüzden istemli ve zorunlu olan arasındaki o karşıtlık temelde yanlıştır; her ne kadar birçok sözde filozof hâlâ bugün de Aristo’nun hatasını tekrarlasa da.

Cicero istenç özgürlüğü problemini De Fato (10. ve 17. bölüm) adlı kitabında oldukça anlamlı bir şekilde ortaya koyar.

Eserinin konusu doğası itibariyle onu bu probleme şüphesiz çok kolayca götürür. Kendisi istenç özgürlüğü tarafını tutar. Ancak daha önceden, Chrysippus ve Diodoros’da problemin az ya da çok anlam yüklenmiş olarak bilince çıkarılmış olması gerektiğini görürüz. Minos ve Stratos arasında geçen, istenç özgürlüğü ve onunla birlikte sorumluluğu inkâr eden Lukianos’un otuzuncu ölüm konuşmaları da kayda değerdir.

Fakat Septuaginta’daki Makkabilerin -Luther’de bu eksiktir-dördüncü kitabı, anlığın tüm tutku ve duygulanımları aşma gücüne sahip olduğunu ispatlamayı kendisine ödev edinen, tabiri caizse istenç özgürlüğüne dair bir incelemedir. İkinci kitaptaki Yahudi şehitler bunu belgeler. Problemimizin bildiğim anlamlı en eski tasarımına Clemens Alexandrius’un şu sözlerinde rastlarız: “Ruh, çaba ve direnç yeteneğine sahip değil de, ne yazık ki istem dışıysa ne övgü ne azar, ne onurlandırma ne de ceza haklı değildir.”9 Sonra, daha önce söylenmiş bir sözle ilişkili olan parantezli cümleye göre: ” Öyle ki Tanrı kötülüğümüz karşısında bu denli suçsuzdur.”2 Bu son derece kayda değer yan cümle kilisenin problemi hangi çerçeveye oturttuğu ve çıkanna uygun olan hangi kararı hemen öngördüğünü gösterir. Yaklaşık iki yüzyıl sonra özgür istençler öğretisini zaten ayrıntılarıyla Nemesios’un De Natura Hominis (İnsan Doğası Üzerine) adlı eserinin 35. bölümünde, kitabın sonunda ve 39’dan 41. bölüme kadar işlenmiş buluruz. İstenç özgürlüğü burada istemli olma ya da seçim anında karar kılma yetisi olarak belirlenir ve büyük bir hevesle ifade edilir. Yine de hiçbir zaman meselenin tartışılmasından öteye gidilmez.

Problemimizin ona ilişkin her şeyle birlikte tam olarak geliştirilmiş haliyle ortaya konmasına ilk olarak filozoftan çok teolog olmasına rağmen burada hesaba katmamız gereken kilise babası Augustinus’ta rastlarız. Aynı zamanda onu aynı mesele üzerinde De libero arbitrio (Özgür Seçme İstenci Üzerine) adlı üç kitapta basiretsizlik ve inkârlara kadar götüren fark edilir bir sıkıntı, güvenilirliğini yitirmiş bir muğlaklık içinde buluruz. Elbette o, Pelagius gibi istenç özgürlüğüne, ilk günahı, kurtarılma zorunluluğunu ve kayranın özgür seçimini ortadan kaldıracak ve insanın kendi gücüyle adil olmaya ve ruhlar katına yükselmeye layık olmasını sağlayacak derecede, gereğinden fazla önem atfetmeyi istemez. Hatta o kitaplar, görüşleri karşısında De natura et gratia (Doğa ve Kayra Üzerine) adlı kitabını kaleme aldığı Pelagius’un ortaya çıkmasından önce yazılmamış olsalardı bile, tartışmanın (Lutherin daha sonra şiddetle inandığı) bu yanından daha çok bahsetmiş olacağını rectationum desumto10 teslim eder. Bu arada şunları söyler: “İnsan, şimdi neyse o olduğundan daha iyi olamaz ve insanın gücü daha iyi olmaya, ya nasıl olması gerektiğini anlayamadığından ya da anladığı olması gerekeni olma gücüne sahip olmadığını gördüğünden yetmez.” Hemen sonra: “O aslında ne yapması gerektiğini görmüş ve öyle davranmak istemişse de bilgisizlikten dolayı bunu gerçekleştirememiş olabilir.” Sözünü ettiğimiz Argumento’da şöyle der: “Sayesinde insanın günahların kölesi haline geldiği istencin kendisi, Tanrısal kayra tarafından özgürlüğe kavuşturulamaz ve günahları yenmede yardımcı olunmazsa ölümlüden adil ve dindar yaşaması beklenemez.”

Diğer taraftan, istencin özgürlüğünü savunmada şu üç neden Augustinus’u teşvik eder:

1. Özgür istenci inkâr ettikleri ve başka bir şer ve kötülük kaynağını kabul ettikleri için karşısına Özgür İstenç Üzerine adlı kitabını açıkça yönelttiği Maniliğe muhalefeti. De Animae Quantitate (Ruhun Niceliği Üzerine) adlı kitabının son bölümünde bundan alayla bahseder. “İnsanlara seçme hakkı verilmiştir ve bu gerçeğin altını şeytanca akıl yürütmelerle kazmaya çalışanlar öylesine kördür ki… vb.”

2. “İstediğimi yapabilirim” ifadesi sayesinde istencin özgür sayılmasından ve “istemli”mn “özgür’lt aynı kabul edilmesinden doğan ve tarafımdan açığa çıkarılmış olan doğal hayal kırıklığı: “Zira istencin iktidarında istencin kendisinden başka ne olabilir?”

3. İnsanın ahlaki sorumluluğunu Tanrının adaletiyle uyumlu kılma zorunluluğu. Yani, Augustinus’un keskin zekâsı, bertaraf edilmesi bildiğim kadarıyla üç istisna dışında -ki bu yüzden hemen daha yakından gözlemleyeceğimiz- tüm filozofların sanki hiç varolmamış gibi sessiz ve kibarca kaçacakları kadar zor olan o çok ciddi problemi fark etmeme hatasına düşmedi. Ayrıca Augustinus ondan, kitaplarının hemen başlangıç kelimelerinde cömert bir samimiyetle, dobra dobra şöyle bahseder: “Lütfen söyle bana, Tanrı şeytanın yaratıcısı değil miydi?” ve sonra hemen ikinci bölümde ayrıntılara girer: “Ruhum şu sorudan rahatsız oluyor: günahlar Tanrının meydana getirdiği ruhlardan geliyorsa günahların doğrudan Tanrıya geri dönmesinden farklı bir sonuca varmak nasıl mümkün olur?” Dinleyen cevap verir: “Şimdi düşünüp çıkarmak için o kadar kafa patlattığın şeyi açıkça ortaya koydun.”

Bu hayli şüpheli düşünce Luther tarafından tekrar ele alındı ve Luther tüm belagatıyla sorunu gözler önüne serdi: “Fakat Tanrının, özgürlüğü sayesinde bizi, doğal usun bile kabul etmek zorunda olduğu zorunluluğa tabi kılan bir şey olması gerekir… Tanrının her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten olduğunu var sayıyorsak, kendi kendimizi yaratmadığımız ne şüphe ne itiraz kabul edecek şekilde ortaya çıkar. Ne kendimiz sayesinde yaşıyoruz ne de herhangi bir şey yapıyoruz, salt onun her şeye gücü yetmesi sayesinde tüm bunlar gerçekleşiyor… Tanrının her şeyi bilmesi ve her şeye gücü yetmesi istencimizin özgürlüğüyle taban tabana zıttır… Her insan kaçınılmaz surette, istenç değil fakat zorunluluk sayesinde var olduğunu ve bu yüzden istenç özgürlüğü sayesinde dilediği şeyleri yapamayacağını, aksine Tanrının, kaçınılmaz ve değiştirilemez olan karar ve istenci aracılığıyla öngördüğü ve neden olduğu şeyleri yapabileceğini kabul etmek zorunda kalacaktır”

On yedinci yüzyılın başında yaşamış olan Vanini, olayın iç yüzüne dair tamamen böyle bir kavrayışa sahipti. Her ne kadar isyanını o zamanların baskısı altında mümkün olan her kurnazlığa başvurularak gizlemek zorunda kalmışsa da, bu anlayış onun Tanrıcılığa karşı inatçı isyanının kalbi ve can damarıydı. Vanini her fırsatta bu anlayışa geri döner ve onu en renkli görüş noktasından tanıtmaktan bıkmaz. Örneğin İlahi Takdirin Amfiteatrı18hda (Amphitheatre of Ethernal Providence) şunları söyler: “Eğer Tanrı günahları isterse onları yaratır; çünkü şöyle yazılıdır: ‘O ne isterse yaratır’. Eğer günahları istemediği halde onlar etkiliyorsa ya Tanrının öngörü sahibi olmadığını ya da merhametsiz olduğunu söyleriz; çünkü o ya kararların nasıl yürürlüğe konulacağını bilmiyordur ya kudretsizdir ya da kayıtsızdır. Filozof der ki: Eğer Tanrı dünyada günahkar eylemler istemeseydi, şüphesiz tek bir baş hareketiyle dünyadan tüm utanç verici eylemleri yok eder ve kovardı. Tanrının istencine aramızdan kim direnebilirdi? Her ahlak dışı eylemde günahkar kişiye eylemi gerçekleştirme gücü sağlarsa suçlar nasıl Tanrının istencine rağmen gerçekleşir? Ayrıca insan kendisini Tanrının istenci karşısına koyarsa Tanrı ona karşı gelen ve kazanan insandan aşağı olur. Bundan Tanrının dünyayı şimdi olduğu gibi istediği ortaya çıkar ve eğer daha iyi bir dünya istemiş olsaydı daha iyisine sahip olurdu.”1 44. denemede şunlara rastlarız: “Araç, sahibi tarafından nasıl yönetiliyorsa her zaman öyle hareket eder ve eylemlerde istencimiz araç, diğer taraftan Tanrı da asıl etken gibi ortaya çıktığı için istenç kötü eylem gerçekleştirdiğinde suçu Tanrı üstlenecektir… İstencimiz sadece işleyiş değil öz itibariyle de Tanrıya bağlıdır; bu yüzden gerçekte istenci suçlayacak ne işleyiş ne de öze ait hiçbir dayanak yoktur. Aksine suç her anlamda istençleri sadece böyle yaratmış ve böyle hareket ettiren Tannya yüklenmek zorundadır… İstencin varlığı ve eylemi Tanrıdan ileri geldiğinden istenç Tann için araçsa Tannya istencin iyi olduğu kadar kötü işleyişleri de atfe-dilmeiidir” Ancak Vanini’yi okurken onun baştan sona aslında kendisinin olan düşünceleri, nefret ettiği ve yalanlamak istediği düşünceler gibi rakiplerinin ağzına yerleştirme stratejisini yürüttüğünü akılda tutmak gerekir. Sonuç olarak, görüşünü ikna edici bir şekilde ve adamakıllı sunar ki hemen kendi şahsında onun karşısına sığ nedenler ve zayıf argümanlarla çıkabilsin. Sonra okurunun bedbahtlığına dayanarak, işini iyi görmüş gibi (tanqu-am re bene gesta) gururla geri çekilir. Bu kurnazlıkla, bütün bunları ciddiye almış ve samimiyetle onun en Tanntanımaz yazılarına tasdik şerhi koymuş olan yüksek öğrenimli Sorbonne’u kandırmıştı. Sorbonne onun en çok üç yıl sonra Tanrıya küfreden dili kesildikten sonra canlı canlı yakıldığını samimi bir memnuniyetle gördü. Bu tabii ki teologların asıl güç kaynağıdır ve o kendilerinden alındığından beri olaylar hızla tersine gitmektedir.

Yanılmıyorsam ilk defa Augustinus tarafından daha doğru anlamıyla ortaya çıkarılan bu ciddi zorluktan sıvışmayan ve onu hiçbir şey saklamadan -fakat kaldı ki Vanini, Augustine ya da Luther’den bile bahsetmeden ilk kez ortaya koyan, Özgürlük ve Zorunluluk Üzerine adlı makalesiyle Hume oldu. Hume bu makalesinde sonlara doğru şöyle yazar: “Tüm istencimizin son faili, bu sonsuz makineye hareket veren ve her varlığı bir sonraki olayın kaçınılmaz zorunlulukla ortaya çıkmak zorunda kaldığı özel bir duruşa koyan dünyanın yaratıcısıdır. Bu yüzden insan eylemleri ya çok iyi bir nedenden meydana geldikleri için hiçbir alçaklığa yetenekli olamayacak ya da herhangi bir alçaklığı barındırıyorsa yaratıcımızı da aynı suça dahil etmek zorunda kalacaktır, çünkü Tanrı o eylemlerin son nedeni, faili olarak tanınmıştır. Çünkü bir dinamiti patlatan insanın kükürtlü fitil ne kadar uzun ya da kısa olursa olsun, o andan itibaren bütün sonuçlardan sorumlu olması gibi zorunluluğun taşıyıcısı etkin nedenlerin kesintisiz zincirlemesi sabitse, sonlu ya da sonsuz ilk nedeni etkileyen varlık diğerlerinin de yaratıcısı olacaktır” Hume bu zorluğu çözmek için bir denemeye girişir fakat sonunda onun çözülemez olduğunu itiraf eder.

Kant da öncellerinden bağımsız olarak “Pratik Usun Eleştirisi”nde aynı engele takılır: “Tanrının ilk evrensel varlık olarak tözün de varoluş nedeni olduğu kabul edildiği an, insan eylemlerinin belirleyici nedeninin tamamen onun gücü dışında bulunan bir şeyde, yani varlığı ve nedenselliğinin tüm tanımının büsbütün bağlı olduğu, insandan ayrı duran o en yüksek varlığın nedenselliğinde olduğunu teslim etmek zorunludur… İnsan en üstün sanat ustası tarafından yontulmuş ve kurulmuş bir kukla ya da Vaucanson’un otomatı olurdu ve öz bilinç gerçi onu düşünen bir otomat haline getirebilirdi ama onun kendiliğin-denliğinin bilinci -eğer bu özgürlük sayılırsa- ancak bir yanılsama olurdu. İnsan hareketlerini belirleyen en yakın nedenler ve onları belirleyen uzun nedenler zincirinin içsel olmasına karşın son ve en yüce neden tamamen yabancı bir elde olduğu için, bu kendiliğindenlik özgür diye adlandırılmaya sadece karşılaştırılmalı bir durumda layıktır” Sonra bu büyük zorluğu kendinde şey ve görüngü arasında bir ayırım oluşturarak aşmaya çalışır ama bunun meselenin özünde hiçbir şeyi değiştirmediği öyle açık ki bu noktada gerçekten ciddi olmadığına eminim. Bizzat kendisi de çözümün yetersizliğini şunları eklerken kabul eder: “Peki denenmiş ya da denenmeye kalkışılmış olan başka herhangi bir çözüm daha kolay ve anlaşılır mıdır? Daha doğrusu dogmatik metafiziğin öğretmenlerinin çözümü, kimsenin kolayca düşünemeyeceğini umarak meseleyi olabildiğince gözden ırak hale getirmeleri üzerine, onların bu zorluğu uzaklaştırmadaki samimiyetlerinden çok kurnazlıklarını kanıtlamış olduklarını mı söylemeliyiz.”

Hepsi aynı şeyi söyleyen en heterojen seslerin bu kayda değer derlemesinden sonra kilise babamıza geri dönüyorum. Kendisi karşı karşıya kaldığı zorluğun ağırlığını tümüyle hissediyordu ama onu felsefi değil -çünkü bu usavurumun mutlak geçerliliği yoktur- Tanrıbilimsel usavurmayla aşacağını umuyordu. Ayrıca, bunun dayanağı da söylendiği gibi insana Tanrı tarafından verilmiş “liberum arbitrium”u savunmaya çalışmasının nedenine dair yukarıda anılan iki nedene eklenen üçüncü nedendir. Böyle bir liberum arbitrium, yaratan ve kulunun günahları arasında durduğu ve onları ayırdığı için tüm zorluğu ortadan kaldırmaya gerçekten uygun olurdu; kolayca kelimelere döküldüğünde, olasılıkla kelimelerin pek ötesine gitmeyen bir düşünü tatmin edebileceğinden ciddi ve incelikli tepkilere rağmen en azından düşünülür olmaya devam edebilirdi. Ancak tüm varlığı ve özüyle başka bir şeyin ürünü olan bir varlığın aslen insanı belirleyeceği ve böylece eylemlerden sorumlu olacağı nasıl düşünülür? Bu sav, kendisi çürütülemez bir önerme olan operari sequitur esse; yani her varlığın işleyişinin onun ’olma’sından çıktığı önermesiyle geçersiz kılınmıştır. Bir insan kötü davranıyorsa, bu onun kötü olmasındandır. Fakat bu önermenin bir de vargısı var: işleyiş de ‘olma’nm kaynağından çıkar (ergo unde esse, inde operari). Saatleri yanlış ilerlediği için onlara kızan bir saatçiye ne söylenebilir? istenci bir tabula rasa yapabilseydik bile gene de, iki insandan biri diğerinden ahlaki açıdan tamamen faklı bir davranış tarzıyla hareket ettiğinde, herhangi bir şeyden kaynaklanması gereken bu farklılığın nedeninin ya dış koşullarda olduğunu -ki o halde suç insanlara düşmez- ya da bizzat onların istençlerindeki asli bir farklılığa dayandığını -ki bu tüm oluş ve özü başka bir şeye ait olduğu için suç ve liyakatin yine insanlara atfedilmemesi demektir- itiraf etmekten kaçmmazdık. Anılan büyük adamların bu labirentten bir çıkış yolu bulmak için kendilerini boşuna zorladıklarını gördükten sonra, insan istencinin ahlaki somutluluğunu o istencin kendisi tarafından belirlendiğini düşünmeksizin değerlendirmenin benim de kavrayış gücümün dışında olduğunu itiraf ediyorum. Şüphesiz Spinoza’mn Ethik’ım açtığı sekiz tanımdan yedincisini dikte ettiren de aynı yeteneksizlikti: “Salt kendi doğasının zorunluluğu sonucu var olan ve eylemesi sadece kendisi tarafından belirlenen şeye özgür denilmesi gerekir; diğer yandan varoluşu ve işleyişi başka bir şey tarafından belirlenen şeye ise, zorunlu ya da daha doğrusu zorlanmış denir.”

Kötü eylem eğer yaratılıştan yani insanın doğuştan elde ettiği yapısından geliyorsa suç açıkça bu yaratılışın yaratıcısın-dadır; işte bu özgür istencin neden icat edildiğini açıklar. Ancak özgür istenç salt olumsuz bir özellik olduğundan ve sadece bir insanı hiçbir şeyin şöyle ya da böyle davranmaya zorlaya-mayacağı ya da şunu ya da bunu yapmasını engellemeyeceğini ifade ettiğinden özgür istencin kabul edilmesi durumunda bu niteliğin nereden doğacağı açıkçası anlaşılır değildir. Fakat ne insanın doğuştan gelen ya da sonradan kazanılmış yapısından -ki o zaman yaratıcısının hatası olurdu- ne de sadece dış koşullardan -ki o zaman rastlantı diye adlandırılmak dummunda kalırdı- ileri gelmemesi gerektiğinden eylemin nihai kaynağının ne olduğu sonsuza kadar açıklığa kavuşmaz. Bu yüzden her iki durumda da insan suçsuz kalır; ancak eyleminden sorumlu tutulur.

Özgür bir istencin doğal görünüşü boş bir terazidir: Boş terazi kefelerinden birine bir şey konmadıkça öylece dengede asılı kalır ve hiçbir zaman dengeden çıkmaz. Hiçbir şeyden hiçbir şey çıkmayacağı için terazi kendiliğinden ne kadar çok hareket edebilirse özgür istenç salt kendisinden o kadar çok hareket yaratacaktır. Terazi bir tarafa mı eğilmeli, öyleyse ana hareketin kaynağı olacak yabancı bir cismin kefeye koyulması gerekir. Aynı şekilde insan eylemi de, olumlu etki eden ve salt olumsuz bir özgürlükten daha fazla olan bir şeyden ileri gelmek zorundadır. Ancak bu sadece iki şekilde olabilir: Bunu ya güdülerin kendisi, yani dış koşullar yapacak ve o zaman insan eyleminden açıkça sorumlu tutulamayacak ve her insan aynı koşullarda tamamen aynı davranışları gösterecektir ya da bu onun böyle güdüler karşısındaki duyarlığından, yani doğuştan edindiği karakterinden, yani her bireyde farklı olabilecek ve gücüyle güdülerin işlerlik kazandığı, insanda aslen mevcut olan eğilimlerden ileri gelecektir. Fakat bu durumda istenç artık özgür değildir, çünkü bu eğilimler terazinin tablasına konmuş ağırlıklardır. Sorumluluk onu koymuş olana, yani insanı bu tür eğilimlerle yaratan şeye düşer. Bu yüzden kişi sadece kendi kendisinin eseri ise eyleminden sorumludur.

Burada sunulan soruna bakış açısı yaratıcı ve yarattığının günahları arasında kaçınılmaz bir uçurum oluşturan istenç özgürlüğüyle bağıntılı her şeyi hesaplamamıza izin veriyor. Bundan, teologların istenç özgürlüğüne neden böylesine inatla sarıldıkları ve onlann kalkan taşıyıcısı felsefe profesörlerinin de, büyük düşünürlerin en inandırıcı karşı kanıtlarına karşın, sağır ve kör bir halde neden özgür istence sanlarak uğmnda sanki yurt ve ocak uğruna (pro ara etfocis savaşıyormuşcasına mücadele verecek kadar ısrarla bu girişimlerinde onları destekledikleri anlaşılır.

Artık Augustine hakkındaki ara verdiğim açıklamamı tamamlayayım. Görüşü tamamen, insanın aslında sadece Adem günah işlemeden önce tam özgür bir istence sahip olduğu, ancak daha sonra ilk günahın bir kurbanı olarak -söylemek gerekirse sanki kilise babası gibi- kayra ve ödeşme yoluyla kurtuluşunu umut etmek zorunda kaldığından ibarettir.

Bu arada Augustinus ve onun manilik ve pekgianizmle girdiği çatışma, felsefi sorunumuza dair bir bilinç oluşmasını sağladı. Artık sorun, skolastikler sayesinde, Buridan’ın Sophisma-ta sı ve Dante’nin yukarıda aktarılmış pasajını teyid eden filozoflara. giderek daha anlamlı bir şekilde sunuldu. Fakat görünüşe göre sorunun kalbine ilk varan 1656’da ortaya çıkan ve kesinlikle bu soruna atfedilmiş olan Quaestiones de libertate et necessitate. contra Doctorem Branhallum (Özgürlük ve Zorunluluğa Dair Sorular) adlı kitabıyla Thomas Hobbes’du. Günümüzde bu esere nadiren rastlanır. Yazı, İngilizce’de şu an pasajını aktardığım Thomas Hobbes’un Ahlaki ve Politik Eserleri’nde bulunabilir.

Arthur Schopenhauer
İstencin Özgürlüğü Üzerine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz