CESARE PAVESE: BERTO, DİYORUM KENDİ KENDİME, BU İNSANLARIN ELİNDESİN ARTIK!

Gömlek, fanila, kasket tezgâhları vardı, önlerinden geçmek yetiyordu insanı terletmeye, çünkü köylerde her şey kalındır, ayakların derisinden poturların abasına kadar.

Yola çıkmak için sabahı bekledik, çünkü Monticello gece tren geçmeyen sapa bir köydü. Ceketimi Pieretto’nunkinin üzerine assaydım, aynaya bakınca birbirimiz için yaratılmış göründüğümüz ve onun beni daima sevdiği biçimindeki konuşma hemen kesilirdi, diye düşünüyordum, beklerken; yok, ikimiz de aldattığımız dostumuza değmeyiz, der ve bana işkence eder, Pieretto’ya karşı kışkırtırdı. Tek başına uyanması ve Pieretto gibi biraz sıkıntı çekmesi en iyisiydi.

Bir kez trene bindikten sonra sabah çabuk oldu ve tam vaktinde, bahse girerim ki Michela daha yorganın altından çıkmadan, hareket ettik. Talino, uyumak için başını çıkınının üzerine koymuş, bana oynadığı oyun için hâlâ gülüyormuş gibi gözlerini kırpıştırıyordu. Yalnızca sinekler eksikti ve sonra ahır da vardı, ahırın kokusu ve sığırlar. O sığıra benziyordu, ama zaman zaman sığırların iki olduğunu düşünüyordum.

Havanın serin olması ve yalnız yolculuk etmemiz iyiydi, sigara içerek de rahatlıyordum. Bandito’da birçok insan bindi, Bra Pazarı’na giden köylülerdi bunlar. Talino gözlerini dört açmış, bakıyordu köylülere. Bana laf attıklarında “Onunla konuşun,” diyorum.

Bra’da aktarma için indik, hemen hemen bir saat bekleyecektik. “Bahçede oturmak istemezsin sanırım,” diyorum; “Bahçelerden bıktım artık.” Ama, Talino üç liret çıkarıyor ve benim verdiğim beş liret olduğunu söylüyor. Sonra da, Torino’da işini görmediğini ve Bra’da, bildiği bir yerde iki buçuğun yettiğini. “Nasıl olur?” diyorum. “Herhalde köylü karılarıdır.”
“Ne münasebet!” diyor Talino. “Beyazlıklarını görsen bayılırsın.”
Ama ben alandaki kahvede kaldım. “O paraları geri istemediğime şükret ve çabuk ol.” Kahvede insan kendini hâlâ Torino’da gibi duyumsuyor: Bu yüzden hoşuma gidiyor. Talino’nun önce salonda, sonra trende niçin uyur gibi yaptığını şimdi anlıyordum: Madam Angela’da olup biteni anlatmak zorunda kalmamak için. Köylü olduğu hikâyesiyle onları da uyutmadıysa, tabii. Michela, ona anlattığım zaman bıyık altından gülmüştü, kadındı ve bu işlerden daha iyi anlıyordu.
“Bakın,” diyorum tezgâhtaki sarışına. “Aşk yapmaya giden bir arkadaşı bekleyebileceğim sakin bir yer var mı?”
Tezgâhın arkasında bir kapı vardı ve oradan, muhasebeciye benzeyen bir delikanlı, kızın bacaklarına bakıyordu. “Orada oturabilir miyim?” diyorum.
Tam bu sırada bir üçlü vuruş duyuldu. Talino’ya, Monticello’da bilardo olup olmadığını sormak aklıma gelmemişti.
“Trene mi binsem, bilardo mu oynasam, yoksa güzel bir kızla mı konuşsam?” diyorum.
“Hepsi olabilir,” diye karşılık veriyor sarışın ve gülerek bakıyor.
“Trene binersem ötekileri yapamam.”
“Bilardo her yerde var.”
“Ama sarışın yok. Kadınların bahçede çapa yaptıkları bir köye gidiyorum…”
Arkadan bakan dostumuz kendi kendine gülmeye başlıyor. Bunun üzerine kıza, “Burada bacaklar insanı güldürüyor galiba,” diyorum. Biz ötekiyle bakışırken, kız daha ne demek istediğimi anlamamıştı.

Birbirimize bilardoda meydan okuduk ve bütün ustalığımla oynadım. Kız bir an kapıdan baktı, sonra servise çağırdılar; partiyi bitirdiğimizde de ortalarda yoktu. Muhasebeciye benzeyen o genç, sürekli bıyık altından gülerek, ilk iki partiyi aldı, sonra bana bir rövanş tanıdı ve onu da aldı. Sonra saati soruyor ve trenin çoktan kalktığını öğreniyorum.
Talino istasyonda sakin sakin bekliyordu. “Ee, şimdi?” “Benimle gelmeliydin, eğlenirdin.”
Sonraki tren saat dörtte kalkıyordu. Bütün öğleni o alanda geçirecektik, pazara getirilen öküzler gibi, üstelik sinekleri bile öldüren korkunç bir sıcak vardı. Bildiğim tek yere dönemezdim. Tam bu sırada Talino, “Biraz dolaşalım,” diyor.

Revakların önünde uzanan pazara götürdü beni Talino; malları görmek için güneşin altında dolaşıyordu; ben paketsiz, çünkü istasyonda bırakmıştım paketimi, gölgelere sığınıyordum ve gizlice yaptığım hesabın sonunda, daha iki günlük sigaram olduğunu anladım. Ama ne güzel kırmızıbiberler satıyordu kadınlar! Sonra karpuzların önüne geliyoruz ve susuyorum birden. Bir semt pazarına benziyordu, herkes özellikle kadınlar haykırıyordu. İyi bak onlara, Berto, diyorum kendi kendime, yürümeyi sürdürerek, bu insanların elindesin artık.
Revaklardan bakınca pazar bir plaja benziyordu. Gömlek, fanila, kasket tezgâhları vardı, önlerinden geçmek yetiyordu insanı terletmeye, çünkü köylerde her şey kalındır, ayakların derisinden poturların abasına kadar. Talino, insanlara çarparak, köpeklerin geçmesi için bacaklarını açarak, sırtında bir üçgen oluşturan kırmızı mendiliyle boynunu bile silmeden bir yere doğru yürüyordu.

Beline arabacılar gibi kırmızı bir kuşak sarmış, kazma kürek satan birinin önünde durdu. Durmasıyla, adamın ayağa fırlayıp bir çekiçle bir küreğin demirine vurmaya ve bir yandan da birine seslenmeye başlaması bir oldu. Sonunda bir çocuk gelince, adam Talino’nun böğrüne bir yumruk yapıştırdı. Uyanık birine benziyordu arabacı ve açıklanabilir bu: Sürdükleri yaşamla, yalnızca köylerde de dolaşsalar, türlü türlü çorba içer, gece gündüz değişik insanlarla karşılaşırlar. Yanımda Talino değil de Pieretto olsaydı, bu tam bize göre bir işti.

Talino ile beni, hemen arkadaki meyhaneye götürdü. Kazma küreğini ve onlara bakan çocuğu oradan görebiliyordu. Kapıda duruyorlar ve Talino eve gittiğimizi söylüyor. “Boş ver,” divor beriki. “Ağustos Meryemi aşkına, nasıl olsa varırsınız. Hele bir kez iç.” İçeri giriyoruz ve şarap ısmarlıyor. İlk sorduğu şey, salı mı verdikleri oluyor. Sonra, elini omzuna koyup içinin rahat olmasını, çünkü Prato’dakilerin saman kesmekten başka bir şey düşünmediğini söylüyor: Başçavuş tanıkları saptayıp işi bitirmek için gittiğinde de artık zamanı geçti dediklerini. Burada arabacı bana baktı. Ben de ona bakıp suratına gülüyor ve paketimi çıkarıyorum. “Bunlar son. Alın. Talino ile birlikteyim.” Talino da, “Çalışmak için bize geliyor,” diyor. Beriki gülmeye başlıyor, sigarayı alıyor ve bardaklarımızı dolduruyor. Sonra, bir süre daha şu yangından söz ediyorlar, ben de iskemlemin üzerine yerleşerek onları seyrediyorum. Bunun evine ne iş yapmaya gittiğimi soruyorum kendi kendime, yangınsa benim kafamın içindeydi.

Arada bir, yeri geldikçe, ben de bir şey söylüyordum, çünkü daha önce, birini vadinin dibinde bir kuyuda çalışırken gördülerse, onu tepedeki bir yangından dolayı suçlamanın zor olduğunu açıklamıştım Talino’ya. Ama o Berto (benimle aynı adı taşıyordu) bütün o köyleri dolaşmıştı ve salıverdiklerine göre artık rahat olmasını, hem nasıl olsa gece bir kuyunun içinde ayın bile görünmeyeceğini Talino’nun kafasına sokmaya çalışıyordu: Talino’nun yüzü nereden görünecekti! “Niye, gece mi olmuştu?” diyorum. “Tabii, bu öküz, gece kendini göstermek için, gidip bir kuyuya saklanmış.” Talino’nun beni işletmekten bir an bile vazgeçmediğini anladım o zaman. Derken, adamı çağırıyorlar, ama masada beklememizi söylüyor bize.
“Dinle,” diyorum Talino’ya. “Niçin söylemedin bana o evin gece yandığını? Yapılacak şey mi bu?”
“Niye, gündüz yandı dedim mi?” diye soruyor.
“Bırak artık. Şimdi nasıl yapacağız, üç liretle karnımızı nasıl doyuracağız?”
“Berto’yla yeriz, Monticello’ya uğradığı zamanlar hep bizde yatar.”
Berto, koluyla boynunu silerek ve kapıda bağırarak geliyor. Çorba ısmarlıyoruz.
“Köy işi,” diyor bana, “ama biraz çorba ister.”
“Bütün yıl dolaşır mısınız?” diyorum.
“Boş ver,” diyor, ekmeğini kırarken. “Ata yem gerek. Bu yollar Torino’nun caddelerine benzemez, iyi kar olur. Son, kasımda çıkarım dolaşmaya, Talino üzüm satarken. Para almaya geldiğimde babasının yüzünün ne hal aldığını ona sorun.”
“Bu yıl iki tabak da çorba alacağınız var. Beş parasız gidiyoruz Monticello’ya.”
Bir yandan lokmasını çiğnerken, “Daha hafif olursunuz,” diyor. “Ne iş yaparsınız?”
“Makine ustasıyım. Makinesiz.”
Berto, Talino’ya baktıktan sonra, “Makine aramaya Monticello’ya mı gidiyorsunuz? Siz’de kâğıtla mı yolculuk ediyorsunuz,” diyor.
Biletimi gösteriyorum.
“İlginç iş,” diyor Berto, “ama kendinizi toplamanız zor olacak. Bisiklet, motorlar. Kışın, atlar ve bizim gibi yemezler. İki kat iş yapılırdı, ama buralarda anlamazlar bunu.”
Bu adamın en güzel yanı, köylüye benzememesiydi. Dobra dobra konuşuyor, leb demeden leblebiyi anlıyordu. Sırtındaki pötikare gömlek bir ceketin altında da iyi dururdu, hızlı yürüyen insanlar gibi zayıftı.

Konuşması bitince benden bir sigara daha aldı, çünkü kendi sarma içiyordu. Gülerek, tutukevinde böyle rahat olunup olunmadığını sordu Talino’ya. Talino ise içerde birlikte olduğumuzu ve geceleri de sigara içtiğimi söylüyor. Bunun üzerine, bana da, bir bisikletli ezdiğimi Berto’ya anlatmak düştü. Bu ara, gittikçe uyanıklaşan Talino da adlarımızın aynı olduğunu fark edip Berto’ya haber veriyor. “Adlarımızı kendimiz koymuyoruz,” diyor Berto gülerek.
Sonra, gitmeden önce, yine yangından söz ediyor ona ve, “Dikkatli ol, ikinci kez bu kadar kolay sıyrılamazsm işin içinden. Ermişler Günü özgür bulmak istiyorum seni, yoksa baban bir daha kazma almaz benden.”
Sonra birlikte dışarı çıkıyor, gidip arabanın arkasında konuşuyorlar. Bu arada ben de kapıda duruyorum, gözlerimi kapıyorum, öyle ki pazar arkadan, güneşten ölmüş gibi görünüyordu; tentelerin altında da kimse kımıldamıyordu artık, gölge yerlerde ise yaprak bile oynamıyordu ve ben orada, ayakta uyuyordum.

Talino dönünce fısıldıyorum: “Gidip biraz uzanalım.” istasyonun önündeki alanı geçerken sıcaktan ölebilir insan. Monticello’nun güneşinin de böyle mi olduğunu sormak istiyordum, o bilardolu kahveye gidip uyumak istiyordum, ama yürüyordum ve istasyon, başta küçükken üzerimize doğru geliyor, bir revak halini alıyordu; perona çıkıyoruz, kendimi bir sıraya atıyor ve susuyorum.
Hastanede olduğu gibi ter içinde uyandım, ama iyiydim şimdi ve Talino sıraya oturmuş, gözleri demir yolunda, bekliyordu. Ben de demiryoluna bakmaya başlıyorum, peron yavaş yavaş kalabalıklaşıyor.
“Daha çok yolumuz var mı?” diyorum.
“Yemekten sonra yola çıksaydık, yürüyerek akşama varırdık.”
Bu arada tren geliyor, bir ekspres bu, bizim tren değil ve istasyon boşalıyor.
“Hangi köyden bu Berto?”
“Langa di Calamandrana, Belbo Vadisi’nde.”
“Uzak mı?”
“Monticello’dan iki gün sürer, tepelerden yürüyerek.”
“Ne zaman başlar bu tepeler?”
“Hemen.”
Demiryolu görmekten bıkmıştım, bıkmış. Talino’nun ayakkabılarının altı delikti, ama belki de yalınayak geziyordu o. Hâlâ dayanan benimkilere bakıyorum, Pieretto’dan bir çift alabilirdim diye düşünüyorum, nasıl olsa bir süre gereksinmesi olmayacaktı onun. Kim bilir Michela, avucuna düşecek kadar saf olmadığımı anlamış mıydı? Belki de korkup kaçtığımı sanıyor ve gülüyordu. Evet, gülebilirdi de, akşamüstü serinliğinde Torino’da gezmek, cebimdeki kendi paramla sakin sakin iki lokma bir şey yemek, daha iyiydi çünkü.
“Tepelere gider miyiz?” diyorum Talino’ya.
“İstersek. Bağlar var.”
“Peki, çiftlik ovada mı?”
“Tabii.”
“Sakalını evde mi tıraş ediyorsun?”
Talino gülüyordu.
“Köy nerde peki? Vadinin dibinde mi?”
Tren sonunda geliyor. Ağır ağır. Talino’nun caddeyi geçişi gibi. Gayret! Bir kez binip hareket ettikten sonra, trenin hızıyla esinti oluyor biraz ve ormanlık bir yamacın kıyısından ilerlemeye başlıyoruz. Talino oturmuyordu, kâğıdını çıkarıyor. Bir asker geliyor sonra, birbirlerini tanıyorlarmış, konuşmaya başlıyorlar. Adam bana bakıyor. Ben kendimi esintiye vermiş, sigara içiyordum.
Talino sarkıyor, kendi baktığı yandan bakmaya çağırıyor beni. Memeye benzeyen bir tepe vardı. Güneşte pus içinde gözüken, demiryolu boyunca uzanan akasyaların arkasında kalıyor; sonra bir an görüyor ve hemen arkasından bir tünele giriyoruz, bir mahzen serinliği, ama ışığı yakmayı unutuyorlar.
Karanlıkta bağırıyorum: “Görecek ne var?”
“Ben değilim,” diye asker yanıtlıyor. “Yerinizde kalın.” Karanlıkta elimin altına o gelmiş.
Aydınlığa çıktığımızda Talino’ya dönüyor ve yeniden sarktığını görüyorum. Bir kadın gibi elini kolunu sallıyor, boynundaki mendiliyle dönüp duruyordu. “Ahır kokusu mu aldın?” diye sormak istiyorum ama, hızın yarattığı serinliğin tadını çıkarıyordu, öylesine mutluydu.
Parmağıyla tepeyi göstererek, “Şimdi tepeyi döneceğiz ve ağaçlar görünecek,” diyor. “Biz şu karşıdakinde oturuyoruz.”
Pencereden esen rüzgâr bir yana, en güzeli tepelerin arasında olduğumuz için gölgede gitmemizdi. Sonra trenin yavaşladığını duyuyorum ve bir tepenin hemen dibinde duruyoruz. “Ne oldu? Demiryolunda biri mi var?” Talino, “Geldik!” diye haykırıyor.
Öyle diyordu, ama yürümemiz gerekti, hem de öyle bir yoldan ki tozdan insan birbirini güç görüyordu. Talino yolun kıyısındaki taşlardan birine oturuyor, “Toz yer bitirir sonra,” diyerek ayakkabılarını çıkarıp poturunun paçalarını sıvıyor. Ayağında çorap yoktu. Ayakkabılarının bağlarını düğümleyip omzuna atıyor. “Nerede Monticello?” diye soruyorum. “Buradan görünmez.” Arkamızda ev kadar alçak bir tepe vardı. Yol inişli çıkışlıydı. Tepeye bakmak için dönüyor ve “O memeye benzeyen tepe nerede?” diye soruyorum. “İşte bu,” diyor Talino. “Başta koca bir dağ gibi görünmüştü gözüme!” “Şimdi üzerindeyiz de, ondan. Çiftlikten bakınca, bir dağ olduğunu göreceksin.”
Çevreme dikkatle bakıyorum, fırsat çıkıp da döndüğümde trene nerede atlayabileceğimi anlamak için. Ama, ne tren, ne demiryolu, ne de istasyon vardı görünürde. “Tam dağ başındayım,” diyorum kendi kendime. “Burada kimse bulamaz beni.”
O alçak tepenin üzerinde yürüdükçe, uzakta ağaçların arasında, gittikçe büyüyen bir tepeyi görmeye başlıyoruz. “Daha var mı?” Bereket güneş alçalmıştı artık; Talino’nun bacaklarına, yol kıyısına dizili taşlara, toza yandan vuruyor, gece otomobil farları gibi, altın rengine boyuyordu her şeyi. Sonra, ağaçların arasından çıkıyoruz; bağlar ve çiftlik evleriyle kaplı, ormanlık ve doruğu tüylü büyük bir tepe görünüyor.

“Monticello nerede?”
“Evden görünür. Memenin yamacına düşer.” Bunu söylerken gülmesini tutamıyor. Dönüyorum ve trenden gördüğüm tepeyi yeniden görüyorum. Daha büyüktü, bütünüyle yuvarlak yamaçları ve tam doruğundaki ağaçtan püskülle gerçekten bir memeye benziyordu. Talino ise, kendisine memesini gösteren bir kadının karşısındaymış gibi, sakalının içinden, budalaca gülüyordu. Ama, bahse girerim ki hiçbir zaman düşünmemiştir bunu.

Cesare Pavese
Senin Köylerin
Can Yayınları, Çeviren: Egemen Berköz

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz