Rantiye Bir Düşünürün Günümüze Uzanan Etkisi
Schopenhauer’in düşünce sisteminin içinde sınırlı, ama ana tematik sorunlara değinen, çok yoğunlaştırılmış bir tur atmış oluyoruz. Schopenhauer felsefesi uzun süre unutulmuş, kendine yandaş bulamamıştır. Bunun bir nedeni de düşünce sistemi içine anlamayı oldukça zorlaştıran, başka sistemlerde birbiriyle çelişen birçok motifi almış olmasıdır belki. Gördük ki, düşünür karşımıza bir yerde transzendental bir filozof, aşkın olanı sistemine alan bir idealist olarak çıkıyor; sonra bakıyoruz bir materyalist, dönemin fizyolojik düşüncelerinin etkisinde materyalizmin sularında dolaşıyor. Metafiziği sistemine sokuyor, ama Kantçı metafiziği eleştirmeden de edemiyor; aydınlanmanın akla olan güvenini hiçe sayıp dünyanın özüne sezgisel-mistik yoldan ulaşmayı öneriyor. Bu yol, Lukâcs’ın “Aklın Yıkımı” başlıklı üç ciltlik önemli çalışmasında “irrasyonalizmin” girişinde bir yerlerde bulunuyor.
“Schopenhauer-Nietzsche ve Kierkegaard” bölümlerini yayınevimizce hazırladığımız bu önemli metnin Schopenhauer ile ilgili bölümünü düşünce ile ‘kişinin toplumsal’ varoluş tarzı arasındaki bağı vurgulayan sistematiği hatırlatmak için burada da kısacık özetleyeceğiz; Hegel ile aynı dönemde, Kant’ın ardından akla sırtını dönen bu düşünürün karamsarlığını, kötümserliğini Alman burjuvazisinin ve burjuva, küçük burjuva entelektüelinin tarihsel-sınıfsal konumundan ayrı ele almak oldukça zor görünüyor Lukâcs’a.
Sonuç olarak Lukâcs, Schopenhauer’in ortaya çıkışını, Hegel’in ardından Alman idealizminin çöküşünün ifadesi saymaktadır. Hem Sol Hegelciler hem de Sağ Hegelciler ilginç bir şekilde Schopenhauer ile aralarına mesafe koyma yoluna gitmişlerdir. Kant’ın felsefesinin yanında reaksiyoner (gerici) sayılabilecek ve iç çelişkilerle bezeli, zor anlaşılır bu sistem için Franz Mehring, “Alman ‘Spiessbürgertum’ katmanının ilk düşünürünün felsefesi,” der. “Spiessbürger”: Dar kafalı, küçük hesaplı burjuva demektir; Wilhelm Windelband ise, Lukâcs bağlamında sözünü ettiğimiz “irrasyonalizminden” söz eder düşünürün.
Yirminci yüzyılın ortalarından başlayarak akademik felsefe mıntıkasında Schopenhauer felsefesine “irrasyonalizmin” belgesi gözüyle bakılır olmuştur. Özellikle György Lukâcs sözünü ettiğimiz çalışmasında ve başka yerlerde, Schopenhauer’in karamsarlığını, dünya karşısındaki kötümserliğini, Alman restorasyon döneminin (kadim düzeni tesis etme girişimlerinin) karakteristik özelliği olarak anlar.
Lukâcs’a göre Schopenhauer felsefesi, Schelling’in öncüsüdür; ama tarihsel sıradan bakıldığında, Schelling felsefesine göre çok daha gelişmiş bir irrasyonalizmi temsil eder.
Schopenhauer sadece Alman felsefesi içinde değil, uluslararası ölçekte de irrasyonalizmin katıksız, yoz burjuva temsilcisi olarak çıkar karşımıza.
Lukâcs’a göre, Almanya’nın reaksiyoner (gerici) felsefesi, kırklı yıllarda, çok çeşitli yollardan da olsa, dönüştürülmüş bir restorasyon çizgisi izlerken, Schopenhauer tamamen kaybolmuş, unutulmuş bir toplumdışıdır. 1848 devriminin yenilgisi ideolojik düzlemde de Almanya’nın karşısına büyük ölçüde değişik yeni bir durum çıkarttığında, Schopenhauer neredeyse bir gecede ünlenir, Feuerbach’ı Alman burjuva sınıfının ideolojik düşünürü konumundan itip onun yerini alır. Bu bağlamda 1848 devrimi öncesi ve sonrası, Richard Wagner’in değişimlerini de düşünmek yararlı olacaktır Lukâcs’a göre.
1848 devriminin yenilgisi Almanya için yepyeni bir durum yaratmıştır. Almanya sadece “burjuvalaşmakla” kalmamış, Alman burjuvazisi, hızla kapitalistleşen Almanya’da bu süreci kullanarak politik iktidarı ele geçirmeye yanaşmamıştır; bunun sonucunda bir yandan kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu, öte yandan feodal-monarşik güçlerin, Prusya Hohenzoller Hanedanlığı prenslerinin politik gücü temsil edip hükümet ettiği bir Almanya’dır burası. Demokratik devrimin yenilgisinin Almanya’ya yansıyan özü budur, ekonomik gücü elinde bulunduran sınıf ile yönetici sınıfın ayrı ayrı oluşu.
Schopenhauer’in etkisinin Almanya sınırları dışına taşmasında etkin olan etmen, bu Bonapartist yönetim durumunun örneğin Fransa’da da ortaya çıkmasıydı. Fransız burjuvazisi ve entelektüelleri de 1848 devriminin yenilgisinin ardından III. Napoleon karşısında teslim olmuştu. Gerçi Lukâcs’a göre, Fransız burjuva sınıfının ve entelektüllerin teslimiyeti, en azından ideolojik bir mücadeleyle direnmelerini engellememişti. Alman burjuvazisi ise, tam teslimdi Prusya Hohenzoller yönetimine.
Lukâcs bu analizde, Schopenhauer’in etkisini, onun irrasyonalizminin burjuvazinin sosyal varlığı üzerinde temellenişini açıklamış sayar kendini. Alman felsefesi, 1848 yenilgisinin ardından, burjuva toplumunun bu ikinci büyük krizi döneminde uluslarası düzlemde felsefenin öncü rolünü üstlenmiştir; tıpkı 1789 devriminin ardından olduğu gibi. Ama bu iki dönem arasında fark büyüktür; 1789 Fransız devrimi ardından, Alman felsefesi, dönemin ilerici diyalektik sorunlarını özellikle Hegel felsefesinde formüle edebilmiştir. Gerçi o dönemde de gerici bir kanalı vardı Alman felsefesinin, ama ilerici eğilimler felsefede kendine yer bulabilmişti.
1848 sonrası ise çok farklı bir döneme işaret eder. Çünkü bu dönem Alman düşüncesinin doruğunu temsil eden Marx-Engels felsefesinin de etkili olduğu dönemdir. Ancak bu felsefe artık burjuvazinin değil, işçi sınıfının felsefesi olarak öne çıkar. Felsefe, Lukâcs’ın deyişiyle, burjuva zemini terk etmiştir. Bu terk edişle birlikte burjuva düşüncesinin ilerici dönemi de, mekanikçi materyalizmin ve idealist diyalektiğin etkisi de burjuva felsefesi alanından çıkmıştır. Gerçi, Hegelciliği dağıtma yönünde Schelling ve ondan daha fazla Kierkegaard öne çıkarlar, ama bu gericilik, başka bir döneme, az sonraki emperyalizm dönemine denk düştüğü için bunları Schopenhauer’den ayrı tutmak gerekir.
Schopenhauer’in eserlerini, Hegel felsefesinin yükselme döneminde yazma gibi bir tuhaflık vardır ortada. Bu bakımdan 1848 sonrasının şartlarını adeta önceden tahmin eden ve bu şartlara göre düşünen bir öncü vardır karşımızda. Ama sonuç olarak, en uç reaksiyonun, en uç gericiliğin ideolojik önderliğini yapmak Schopenhauer’e nasip olmuştur. Ardından Nietzsche, Lukâcs’a göre, bu irrasyonalizmi sosyalist düşüncelere karşı kullanma yoluna gidecektir.
Lukâcs’a göre, Schopenhauer’in kişisel öyküsü de, felsefesinin niteliğini belirleme bakımından etkilidir. Onun toplumsal varlığını belirleyen kişisel özelliklerinin başında tam bir rantiye yaşantısı içinde olması gelir. Hayat tarzı onu bütün öteki öncülerinden ve Alman entelektüelerinden ayırmaktadır. Örneğin Fichte neredeyse bir yarı proletarken ve ötekiler birer küçük burjuvayken, Schopenhauer tam bir büyük burjuvadır. Bu nedenle de Alman küçük burjuva entelektüellerinin yaşama tarzı ve dertleri ona yabancıdır. Örneğin çok yaygın olan özel öğretmenlik gibi çalışmalara girmek zorunda hiç kalmamış, geçinmek için rantiye gelirini artırma yoluna gitmiş, ötekiler hayat kaygısına düşmüşken, bol bol gezmiş; kısa bir tüccarlık denemesinin ardından, rant gelirleriyle lüks bir hayat sürmüş, üniversitedeki görevini bile hayatına renk katan bir iş olarak görmüştür.Kapitalist yoldan gelişmiş Avrupa ülkelerinde iyice belirginleşmiş rantiye yazar tipinin Almanya’daki ilk büyük örneğidir Schopenhauer. (Nietzsche ve Kierkegaard’ın da bir ölçüde rantiye hayatı sürdüklerini biliyoruz.) Bu ekonomik bağımsızlık, sadece dönemin yarı-feodal-» devletçi etkilerinden uzak kalmayı mümkün kılmakla kalmamış, bu üretim ve politika düzlemlerinin zihinsel, düşünsel akımları da ona uzak olmuşlardır. Bu bağımsızlık, ödün vermeden her türlü sorunda kişisel, fevri çıkışlar yapmasına fırsat vermiş, “isyancı” bir düşünür olarak ünlenmesini sağlamıştır. Nietzsche onun “kimseye boyun eğmediğini” övgüyle öne çıkarır.
Elbette bir yanılsamadır bu bağımsızlık. Lukâcs, onun ömrü boyunca ailesiyle, maddi varlığını değerlendiren sorumlu kimselerle inceden inceye nasıl mücadele ettiğine dikkati çeker. Lukâcs bu bağlamda onu Voltaire’e benzetir. O da bir rantiye hayatı sürmüştür, ama Schopenhauer’den farklı olarak, feodalizme karşı bağımsız, özerk bir düşüncenin temsilcisi olma uğruna yapmıştır bunu.
Aynı Lukâcs, Schopenhauer’in, kapitalizmin savunulmasında bu işi doğrudan, apaçık yapan düşünürlere göre daha yüksek bir biçim bulduğunu söyler. “Doğrudan savunma, kapitalizmi mevcut düzenlerin en iyisi olarak sunarken…dolaylı savunma kapitalizmin kötü yanlarını işleyip…kabaca öne çıkartır, ne var ki bu yanları kapitalizmin özellikleri olarak açıklamak yerine, insan varlığının, bütün varoluşun özellikleri olarak sunar.” Klaus-Jürgen Grün, bu değerlendirmeyi reddetmemekle birlikte, düşünürün ‘yeni’ metafiziğine dikkati çekiyor. Ona göre Schopenhauer’in on dokuzuncu yüzyılın düşünce dünyasını küçümsemesi ve eleştirmesi ve bu eleştiriyle birlikte hakikat olgusunu büyük bir heyecanla öne çıkarması, onun irade-metafiziğinde temellenen tutumlardır. “Schopenhauer metafiziğinin öteki metafiziklerden farklı yanını, onu yeniden belirleyişini görmezsek ve metafiziği bütün olarak reddedersek, karşımızda apolitik bir irrasyonalizm bulunduğunu söyleyebiliriz,” diyor Klaus-Jürgen Grün. Grün’e göre, Schopenhauer metafiziğinin, öz ile fenomenin özdeşliği konusundaki yüzeyselliğine, dünyanın (gerçekliğin) soyut kavramlar aracılığıyla sürekli olarak yeniden yansıdığı tezlerine kesinlikle karşı çıkıp hem “sistemlerin” hem de aklın/mantığın öncelliğini reddederek, on dokuzuncu yüzyılın kültür ve toplum eleştirisi eğilimlerinin içine rahatlıkla girmektedir.
Ahlaki yönü ağır basan yazar ve sanatçılar üzerinde Schopenhauer düşüncesinin etkili oluşunu da anlamak mümkündür. Leo Tolstoy, “en dâhi insan” dediği Schopenhauer’in yapıtlarının Rusçaya çevrilmesini önermiştir. “Düşünceler ve Hatıralar” başlıklı çalışmasında Tolstoy, Schopenhauer’in şu görüşünün altını çizer: “Hayvan ile metafiziksel düzlemdeki özdeşliğinden haberdar olsa, kimse bir hayvanı öldürmezdi. Ve gerçekten de yaşayan her şeyin birbiriyle bu özdeşliği olmasaydı, durum korkunç olurdu. Sadece, insan dünyada yapayalnız olsaydı durum ne kadar ürkütücü olurdu, bunu düşünmek yeter.“
TOLSTOY: HAYATIN ANLAMSIZLIĞINI ANLAYACAK KADAR AKILLI BİR TEK BEN İLE SCHOPENHAUER MU VAR?”
Burada son olarak Schopenhauer’in ünlü besteci Richard Wagner üzerindeki etkisine de değinmek yerinde olacaktır. Wagner’e göre de müzik bize Schopenhauer’in sözünü ettiği “Yaşayan her şeyin özdeşliği”ni yaşatabilecek müthiş bir özelliğe sahiptir. İrade’nin kopyası olan müzik, dram sanatıyla birleşip daha da yetkinleşmeli, bize bu özdeşliği yaşatmalıdır. “Beste yapan müzikçinin eserinde irade kendi kendinin bilincine varır,” diye yazar Wagner.
Güzel sanatlarla uğraşan sanatçının salt kavrayıcı görü üzerinden susturulmuş irade’si, müzikte, evrensel irade olarak uyanır.
Schopenhauer dönemini, onun toplumsal varlığının ekonomik, politik, düşünsel koşullarını kısaca belirttikten ve yaygın çağdaş etkisine değindikten sonra, ölümünden yaklaşık yarım yüzyıl sonra, yirminci yüzyılın hemen başında Freud’un psikanaliz öğretisine uzanan etkilerine bakmak ilginç olacaktır.
Veysel Atayman
Varolmanın Acısı – Schopenhauer Felsefesi