Aristoteles’in Topika’nın son bölümünde ortaya koymuş olduğu gibidir: İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlama yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; otoritenin dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerekçelere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet, gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı taraf söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış.
Eristik Diyalektik tartışma sanatıdır, mutlaka haklı çıkmak amacıyla tartışma sanatı; yani hem haklıyken hem de haksızken Örneğin insan belli bir konuda objektif olarak haklıyken, izleyenlerin gözünde ve hatta bazen kendi gözünde de, haksız kabul edilebilir. Bu durumda karşımdaki tartışmacı benim kanıtımı çürüttüğünde, aslında belki başka kanıtlar da olabileceği halde, savunduğum önerme çürütülmüş sayılmaktadır. Tabii bu durumda muhalifim için de tam tersi bir ilişki söz konusudur: Objektif olarak haksızken, haklı çıkar. Yani bir tezin objektif doğruluğu ile tartışmacı ve dinleyicilerin değerlendirmesine göre geçerliliği, iki ayrı şeydir.
Laf Kalabalığı Yapma
Muhalifi saçma sözlerle, ağız kalabalığıyla şaşkına çevirmek, sersemletmek. Bu hileyi mümkün kılan şudur:
“İnsan genellikle sözler duyduğunda inanır ki, bunun taşıdığı bir anlam olsa gerek.”Johann Wolfgang von Goethe
Eğer muhalif kendi zayıflığının farkındaysa, arada sırada anlamadığı şeyler duymaya ve anlamış gibi yapmaya alışkınsa, ciddi bir yüz ifadesiyle gevezelik ederek güya bilgiççe ve derin anlamlı görünen bir yığın saçmalık anlatır, böylece onu etkileyip işitme, görme ve düşünme imkânını elinden alırız. Üstelik bu laf kalabalığını tezimizin tartışma götürmez ispatı gibi gösterebiliriz. Son zamanlarda bazı filozofların bütün Alman kamuoyuna karşı bu hileyi büyük bir başarıyla uyguladıkları biliniyor. Ama bu yeni örnekler iğrenç [exempla odiosa] olduğu için, biz Goldsmith, The Vicar of Wakefield [Wakefield Papazı], Bölüm 7’den eski bir örnek verelim:
“Haklısın Frank” diye bağırdı toprak sahibi, “güzel bir kız şu âlemin bütün papazlarına bedel değilse, ben de şu bardağın içinde boğulayım. O aldıkları ondalıklar, çevirdikleri dolaplar uyduruk göz boyamadan, şeytanca bir dolandırıcılıktan başka nedir ki? Hem ben bunu ispat da ederim.” – “Umarım edersiniz” dedi oğlum Moses yüksek sesle, “hem ben” diye devam etti, “size cevap verebileceğimi düşünüyorum.” – “Harika, bayım” diye bağırdı toprak sahibi, hemen sırtını dönüp etraftakilere eğlenceye hazır olmalarını işaret etti: “Eğer konuyu ciddiyetle ele almak istiyorsanız, ben bu işe hazırım. Ve önce şunu söyleyin: Analojik bir çalışma mı istersiniz, diyalojik mi?” – “Rasyonel bir çalışma istiyorum” dedi Moses, memnuniyetle etrafına bakarak. “Bu da iyi” dedi toprak sahibi, “ve ilkin, her şeyden önce, umarım şunu reddetmezsiniz ki, varolan her şey vardır. Bunu kabul etmezseniz, devam edemem.” – “Peki” dedi Moses, “sanırım bunu kabul edebilirim; hem çok da işime yarar.” – “Ben de öyle umuyorum” diye cevap verdi karşısındaki, “kabul edersiniz ki, parça bütünden küçüktür.” – “Bunu da kabul ediyorum, hem doğru hem de akla uygun.” – “Umarım” diye devam etti toprak sahibi, “şunu da reddetmeyeceksiniz: Bir üçgenin üç açısı iki dik açıya eşittir.” – “Bu besbelli bir şey” diye yanıtladı diğeri ve memnuniyetle etrafa bakındı. “Güzel.” Toprak sahibi çok hızlı konuşuyordu: “Şimdi öncüller belirlendiğine göre, şuna dikkat çekerim ki, kendi adına varolan şeylerin zincirlenmesi karşılıklı bir çifte ilişkiye yönelip doğal olarak problematik bir diyalojizm meydana getirir ve bu da belli ölçüde kanıtlar ki, ruhaniliğin özü ikinci Praedicabile’ye göndermeyle açıklanabilir.” – “Dur hele dur” diye bağırdı diğeri, “bunu kabul etmem. Böyle heterodoks doktrinlere boyun eğeceğimi mi sandınız?” – “Ne!” Toprak sahibi sanki heyecanlanmış gibi cevap vermişti: “Boyun eğme filan değil! Sadece şu açık soruma cevap verin: Aristoteles göreceli şeylerin bağlantı içinde olduğunu söylerken haklı mıydı?” – “Elbette.” – “Eğer öyleyse” dedi toprak sahibi, “tam sorduğum şeyi yanıtlayın: Benim örtük kıyasımda [enthymema] ilk kısmındaki analitik incelemeyi secundum quoad mı yoksa quoad minus mu yetersiz buluyorsunuz? Ve bana hemen nedenlerinizi, bunu neye dayandırdığınız söyleyin.” – “Bunu reddetmek zorundayım. Söylediklerinizle neyi kanıtlamak istediğinizi tam anlayamadım; ama tek ve basit bir teze indirgenirse, herhalde bir cevabı bulunur.” – “Tabii bayım” diye yanıtladı bunu toprak sahibi, “ben sizin en sadık hizmetkarınızım. Ama görüyorum ki sizi argümanlarla donatmamı istiyorsunuz, üstüne de biraz akıl eklememi. Olmaz bayım, bunu protesto ediyorum. Çok fazla şey istiyorsunuz.” Bunun üzerine bir kahkaha koptu, Moses’e gülüyordu herkes. Zavallı, bir grup keyfi yerinde insan arasında tek mutsuz kişiydi; bütün muhabbet boyunca ağzından tek bir sözcük daha çıkmadı.
Bir Anda Çok Soru Sorma
Eğer tartışma biraz şiddetli ve biçimsel yol alıyorsa ve konuşmacılar birbirini tam olarak anlamak istiyorsa, iddiayı ortaya atan ve bunu kanıtlaması gereken kişi, muhalifine sorular sorarak onun kabul ettiklerinden hareketle tezinin doğruluğunu gösterir. Bu erotematik [erotematisch – öğrencilere sorular sormaya dayanan öğretme yöntemi; öğretmenin konuşup öğrencilerin dinlediği akromatik yöntemin alternatifi] yöntem (Sokratik de denir) özellikle antik dönemde çok kullanılmıştır. Şimdi ele aldığımız ve sonraki birkaç hile (hepsi de Aristoteles, Liber de elenchis sophisticis, bölüm 15’ten serbest bir yorumlamayla aktarılmıştır) bu tekniği andırmaktadır.
Bir anda yığınla geniş kapsamlı, ayrıntılı soru sorularak asıl kabul ettirilmek istenen şey gizlenir; buna karşılık kabul edilenlerden çıkarılan argüman hızla öne sürülür. Çünkü bir şeyi yavaş anlayanlar konuyu tam olarak takip edemez ve ispattaki olası hata veya boşlukları gözden kaçırır.
Yanlış Kanıttan Yararlanma
(Aslında ilk hilelerden biri olması gerekirdi.) Muhalifimiz aslında haklı olduğu halde, sadece şans eseri kötü bir kanıt seçtiyse, bu kanıtı kolayca çürütür, sonra da bunu bütün tezin çürütülmesi olarak sunarız. Esas itibarıyla yaptığımız, bir ad hominem argümanını bir ad rem argüman gibi göstermektir. Muhalifin ve etraftakilerin aklına daha doğru bir kanıt gelmezse, tartışmayı kazanırız. Mesela biri Tanrının varolduğuna dair kolayca çürütülebilen ontolojik kanıtı ileri sürdüğünde durum böyledir. Bu, kötü avukatların kolay bir davayı kaybetmesi gibidir: Dava konusuna uymayan bir yasa maddesine başvururlar, uygun madde akıllarına gelmez.
Genel Düzeye Kayma
Muhalif bizi açıkça kendi iddiasının belirli bir noktasına karşı çıkmaya çağırdığında, eğer söyleyecek pek bir şeyimiz yoksa, konuyu iyice genel bir düzeye çekmeli ve sonra buna karşı konuşmalıyız. Mesela belli bir fizik hipotezinin neden kabul edilemeyeceğini söylememiz gerektiğinde, insan bilgisinin yanılabilirliği üzerine konuşup buna pek çok örnek verebiliriz.
Kişiselleştirme
Muhalifimizin üstün olduğunu görüp, haksız çıkacağımızı fark edince işi kişiselleştirerek hakaret, saygısızlık ve kabalığa başvurabiliriz. Kişiselleştirme, tartışma konusundan ayrılarak (çünkü o alanda oyun zaten kaybedilmiştir) muhalifin üzerine gitmek, bir şekilde onun kişiliğine saldırmaktır. Bunu ad hominem [insana yönelik] argümandan ayırmak üzere ad personam [kişiye yönelik] argüman olarak adlandırıyoruz. Argumentum ad hominem konu hakkında nesnel tartışmadan uzaklaşmakla birlikte, muhalifin bununla ilgili söylediklerine ve kabul ettiklerine yönelir. Oysa kişiselleştirme yaparken konuyu tamamen terk eder, saldırıyı muhalifin şahsına yöneltiliriz: Yaralayıcı, kötücül, aşağılayıcı ve kaba oluruz. Bu, tinsel gücün bedenselliğe ya da hayvaniliğe başvurmasıdır. Kişiselleştirme çok sevilen bir yoldur, çünkü herkes kolayca yapabilir ve bundan dolayı çok kullanılır. Asıl soru, böyle saldırılara nasıl karşılık vereceğimizdir. Eğer biz de aynı yönteme başvurursak, çok geçmeden kendimizi bir dövüş veya düellonun ortasında ya da bir hakaret veya yaralama davasında buluruz.
Öte yandan, kendimiz kişiselleşmezsek bunun yeteceğini sanmak da büyük bir yanılgı olurdu. Çünkü sakin bir tavırla muhalifimize haksız olduğunu, yani yanlış yargıda bulunduğunu ve yanlış düşündüğünü gösterirsek (bütün diyalektik zaferlerde ortaya çıkan bir durum), onu kaba ve hakaret dolu bir ifadeyle yapacağımızdan daha çok gücendirir veya kızdırırız. Neden? Çünkü Hobbes’un dediği gibi, omnis animi voluptas, omnisque alacritas in eo sita est, quod quis habeat, quibuscum conferens se, possit magnifice sentire de seipso [Tüm büyük keyif ve sevinçler, insanın kendini onlarla kıyaslayarak üstün göreceği kişiler olmasına bağlıdır.] (Hobbes, de cive, Bölüm 1). Hiçbir şey kibrin tatmininden önemli değildir ve hiçbir yara insanın canını kibrin yaralanması kadar yakmaz. (“Onur yaşamdan daha önemlidir” gibi deyişler de bundan kaynaklanır.) Kibrin tatmin edilmesi esas itibarıyla kişinin kendini başkalarıyla kıyaslaması yoluyla olur. Bu kıyaslama her bakımdan yapılabilir ama özellikle tinsel, zihinsel güç alanında önemlidir. Dolayısıyla en etkili ve kuvvetli şekilde, tartışmalarda gerçekleşir. Tartışmada yenilmiş olanın, kendisine hiç haksızlık yapılmış olmasa bile kırılıp öfkelenmesi ve son çare olarak bu hileye başvurması da işte bu yüzdendir. Böyle bir şeyden sadece nezaketle kurtulmamız mümkün değildir. Ama tam bir soğukkanlılık çok yardımcı olur. Muhalif işi kişiliğe dökmeye başladığında, sakince bunun tartışma konusuyla ilgisi olmadığını söyleriz ve hemen asıl meseleye dönerek, hakaretlerine aldırmadan muhalifin görüşünün yanlış olduğunu kanıtlamaya devam ederiz. Tıpkı Themistokles’in Eurybiades’e dediği gibi: παταξον μεν,ακουσον δε [pataxon men, akouson de – Bana vur, ama dinle]. Ama tabii bu herkesin yapabileceği bir şey değildir.
Onun için en güvenli karşı önlem, Aristoteles’in Topika’nın son bölümünde ortaya koymuş olduğu gibidir: İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlama yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; otoritenin dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerekçelere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet, gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı taraf söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış. Demek ki yüz kişi içinde tartışmaya layık bir kişi bile zor çıkar. Geri kalanı ise bırakın ne isterlerse onu konuşsunlar, çünkü desipere est juris gentium [budalalık insan hakkıdır]; Voltaire’in dediğini de hatırlayalım: “La paix vaut encore mieux que la vérité” [Barış gerçekten daha değerlidir]; ve bir Arap atasözü: “Susma ağacının meyvesi barıştır.”
Aslında akılların karşılaşması, çarpışması olarak tartışma çoğu zaman karşılıklı yarar sağlar; kendi düşüncelerimizi düzeltmeye, yeni görüşler üretmeye olanak verir. Ama bunun için, tartışmacıların bilgi ve zihin gücü bakımından birbirine oldukça yakın düzeyde bulunması gereklidir. Birinin bilgisi eksikse, her şeyi anlayamaz, au niveau [seviyeli] değildir. Zihin gücü yetersizse, bunun getirdiği kızgınlık onu sahtekarlığa, hilekarlığa [veya] kabalığa sürükleyecektir.
Sonucu Söyleme
Muhalifimizle tüm öncüllerimizi konuşup bunları kabul ettirdiğimizde, ona bir de vargıyı sormaya kalkmamalıyız, vargıyı doğruca kendimiz çıkarmalıyız. Hatta öncüllerden herhangi biri eksikse, onu da sanki kabul edilmiş varsayarak çıkarsamayı yaparız. Bu da bir fallacia non causae ut causae [neden olmayan bir şeyi neden gibi alarak yanıl(t)ma] uygulamasıdır.
Arthur Schopenhauer
Eristik Diyalektik
Türkçesi: Ülkü Hıncal, Sel Yayıncılık, 2012