SCHOPENHAUER: YALNIZLIĞI SEVMEYEN ÖZGÜRLÜĞÜ SEVEMEZ ÇÜNKÜ; KİŞİ ANCAK YALNIZKEN ÖZGÜRDÜR!

Başkalarının görüşüne haddinden fazla değer vermek, genel olarak etkili bir kuruntudur: İster kökleri bizim doğamızda bulunsun, isterse de toplumun ve uygarlığın sonucunda ortaya çıkmış olsun; her durumda bizim tüm yaptıklarımız ve ettiklerimiz üzerinde bütünüyle aşırı ve mutluluğumuza düşman bir etkisi vardır; bu etkiyi, “El âlem buna ne der?” sorusuna korkakça ve kölece dikkat etmekten, Virginius’un hançerinin, kendi kızının kalbine saplandığı noktaya kadar ya da insanın, ününün sürmesi uğruna, huzurunu, zenginliğini ve sağlığını, hatta ve hatta yaşamını feda etmeye yönelttiği noktaya kadar izleyebiliriz.

Bir Kimsenin, Neyi Temsil Ettiği Üzerine

Bu konu, yani, bizim başkalarının görüşündeki varoluşumuz, doğamızın özel bir zayıflığı sonucunda, istisnasız bir biçimde çok abartılır; oysa en küçük bir düşünüş bile, kendi başına bunun bizim mutluluğumuz açısından önemsiz olduğunu gösterebilir. Buna göre, her insanın ötekilerin elverişli görüşlerini fark eder etmez ve gururu bir biçimde okşanır okşanmaz neden içten içe sevindiğini açıklamak zordur. Nasıl ki bir kediyi okşadığımızda engel olamayacağımız bir biçimde mırlamaya başlarsa, iddialı olduğu alanda övülen bir insanın yüzünü de, övgü apaçık yalan olsa bile tatlı bir sevinç kaplar. Çoğun, onun gözünde mutluluğumuzun buraya kadar incelediğimiz iki ana kaynağının birlikte aktıkları gerçek mutsuzluk ya da yoksunluk karşısında, başkalarının beğenme işaretleri onu avutur; ve tersine olarak, hangi anlamda, derecede ya da koşulda olursa olsun, yükselme hırsının her zedelenişinin, her küçümsenişinin, her önemsenmeyişinin, her görmezden gelinişinin onu şaşmaz bir biçimde incitmesi ve çoğu zaman derin bir acı vermesi şaşırtıcıdır. Onur duygusu bu özelliğe dayandığı ölçüde, bu özellik çoğu kimsenin koşullara uygun davranışı açısından, ahlaklılığın ikamesi olarak verimli sonuçlara sahip olabilir; ama insanın kendi mutluluğu üzerinde, öncelikle çok önem taşıyan iç huzuru ve bağımsızlık üzerinde geliştirici olmaktan çok, rahatsız edici ve zarar verici bir etkisi vardır. Bu yüzden, bizim bakış açımızdan, onu sınırlamak ve uygun bir düşünüş ve mülklerin değerinin doğru bir biçimde küçümsenmesi yoluyla, başkalarının görüşlerine karşı o büyük duyarlılığı olabildiğince hafifletmek tavsiye edilir, hem okşandığı yerde hem de incitildiği yerde: Çünkü her ikisi de aynı ipe bağlıdır. Ayrıca, başkalarının görüşünün ve düşüncesinin kölesi olarak kalınırsa: Onu ezen ve yücelten ne denli azsa, Övgü için o denli yanıp tutuşur.

Buna göre, kişinin kendi başına ve kendisi için ne olduğunun değerinin, o kişinin salt başkalarının gözünde ne olduğunun karşısında uygun bir biçimde küçümsenmesi, mutluluğumuza çok katkıda bulunacaktır. Kendi varoluşumuzun zamanının tüm dolduruluşu, bunun içsel kapsamı ve böylece “bir kimsenin ne olduğu” ve “bir kimsenin neye sahip olduğu” başlıkları altında incelediğimiz tüm mülkler birinci gruba girerler. Çünkü, tüm bunların etki alanlarının bulunduğu yer kişinin kendi bilincidir. Buna karşılık, bizim başkası için ne olduğumuzun yeri, yabancıların bilincidir: Başkası için ne olduğumuz, bu bilinçle göründüğümüz görünüş ve ona uygulanmış kavramlardır. Bu ise, bizim için kesinlikle doğrudan doğruya değil, ancak dolaylı olarak, yani ötekilerin bize karşı davranışını belirlediği ölçüde var olan bir şeydir. Ve yine bu, aslında ancak bizim kendi içimizde ve kendimiz için ne olduğumuzu değiştirebilecek bir şey üzerinde etkili olduğu sürece dikkatle alınır. Ayrıca, başkalarının bilincinde neyin olup bittiği, o haliyle bizi ilgilendirmez; biz de kafalarının çoğunun içindeki düşüncelerin yüzeyselliği ve boşluğu, kavramların sınırlılığı, zihniyetin bayağılığı, görüşlerin yanlışlığı ve yanılgıların sayısı hakkında yeterli bilgiye sahip olduğumuzda ve üstelik kendi deneyimimizle, bir kimseden artık korkulmadığında ya da artık onun kulağına gitmeyeceğine inanıldığında, ara sıra o kişiden nasıl küçümsemeyle söz edildiğini gördüğümüzde; ama özellikle yarım düzine koyun kafalının, büyük bir adam hakkında nasıl aşağılamayla konuştuklarını duyduğumuzda, yavaş yavaş, başkalarının düşüncesine karşı aldırışsız oluruz. O zaman, insanların görüşlerine büyük değer verenin, onları çok fazla saydığını görürüz. Yine de, mutluluğunu yukarıda ele alınan iki mülk sınıfında bulmayıp, onu bu üçüncülerde, yani kendisinin gerçekten ne olduğunda değil başkalarının gözünde ne olduğunda aramak zorunda kalan biri, çok kıt bir kaynağa muhtaç durumdadır. Çünkü genel olarak, varlığımızın ve bunun sonucunda mutluluğumuzun temeli hayvansal doğamızdır. Bu yüzden, esenliğimiz açısından en önemlisi sağlıktır, ama hemen ardından varlığımızı sürdürmemiz için gereken araçlar, yani sorunsuz bir geçinme gelir. Şan, ihtişam, rütbe, onur, birileri bunlara ne denli çok değer verirse versin, yine de bunlar ne asıl önemli mülkleri tamamlayabilirler, ne de onların yerine geçebilirler: Daha çok, gerekli durumlarda, onlar için feda edileceklerdir. Bu yüzden, her insanın, başkalarının görüşünde değil ama öncelikle kendi derisinin altında yaşadığı; buna göre, bizim sağlıkla, mizaçla, yeteneklerle, gelirle, karımız, çocuklarımız, dostlarımızla, oturduğumuz yerle vb. belirlenen gerçek ve kişisel durumumuzun, mutluluğumuz açısından, başkalarının bizi keyfi bir biçimde yaptıkları şeyden yüz kat daha önemli olduğu basit olgusunu erkenden kavramamız, mutluluğumuza katkıda bulunacaktır. Bunun karşıtı olan kuruntu, mutsuz kılar. Ateşli bir biçimde, “Onur yaşamın üstündedir” diye bağırıldığında, aslında bu, “Var olmak ve esenlik içinde olmak bir hiçtir; asıl önemli olan, başkalarının hakkımızda ne düşündükleridir” anlamına gelmektedir. Bu söz, olsa olsa insanlar arasında yer alabilmemiz ve varlığımızı sürdürmemiz için, onurun çoğu zaman kaçınılmaz bir biçimde gerekli olduğu soğuk gerçeğinin bir abartılması olarak geçerli olabilir; bu konuya daha ileride geri döneceğim.

Buna karşılık, insanların yaşamları boyunca, durmak bilmez bir çalışmayla ve binlerce tehlike ve sıkıntı altında, yorulmadan ulaşmaya çabaladıkları hemen hemen her şeyin son amacının, böylelikle başkalarının görüşündeki yerlerini yükseltmek olduğu; yani yalnızca mevki, rütbe ve nişanlarla değil, tersine zenginlikle ve hatta bilimle ve sanatla bile temelde ve esas olarak bu amacı güttükleri ve ulaşılmak istenen asıl hedefin başkalarından daha büyük bir saygı görmek olduğu görülürse, bu durum ne yazık ki insanların büyük budalalığını kanıtlar. Başkalarının görüşüne haddinden fazla değer vermek, genel olarak etkili bir kuruntudur: İster kökleri bizim doğamızda bulunsun, isterse de toplumun ve uygarlığın sonucunda ortaya çıkmış olsun; her durumda bizim tüm yaptıklarımız ve ettiklerimiz üzerinde bütünüyle aşırı ve mutluluğumuza düşman bir etkisi vardır; bu etkiyi, “El âlem buna ne der?” sorusuna korkakça ve kölece dikkat etmekten, Virginius’un hançerinin, kendi kızının kalbine saplandığı noktaya kadar ya da insanın, ününün sürmesi uğruna, huzurunu, zenginliğini ve sağlığını, hatta ve hatta yaşamını feda etmeye yönelttiği noktaya kadar izleyebiliriz. Bu kuruntu, insanlara hükmetmesi ya da onları yönlendirmesi gereken kimseye rahat bir bahane sunar; bu yüzden insan terbiyesi sanatının her türünde, onur duygusunu uyanık tutma ve keskinleştirme talimatı başköşeyi alır: Ama burada amacımız olan, insanın kendi mutluluğu açısından, durum bambaşkadır ve burada daha çok, başkalarının görüşüne pek değer vermeme uyarısında bulunmak gerekir. Gündelik deneyimin öğrettiği gibi yine de böyle davranılır; insanların çoğu, içlerinden başkalarının görüşüne en büyük değeri verdiğinden, ve onlara göre, kendi bilinçlerinde olup bitenden, dolaysızca kendileri için var olan için değil, daha çok, başkalarının görüşü için bir şeyler yapmak gerektiğinden; buna göre, doğal düzenlemenin tersyüz edilmesiyle, ikincisi varoluşlarının gerçek, birincisi ise salt ideal bölümü olarak göründüğü için, yani türetilmiş ve ikincil olanı esas olan yaptıklarından ve özlerinin imgesi, kendi gönüllerinden çok, başkalarının zihninde yer aldığından; bizim için var bile olmayan bir şeye dolaysız bir değer verilmesi, bu çabanın boşluğunu ve içeriksizliğini anlatmak için vanitas adı verilmiş olan budalalıktır. Yukarıda verilen örnekten de kolayca görülebileceği üzere bu da, pintilik gibi, araç yüzünden amacın unutulmasıdır.

Aslında başkalarının görüşlerine verdiğimiz değer ve bu görüş hakkındaki sürekli endişemiz, neredeyse her mantıklı amacı aşar; öyle ki, bir tür genel yaygınlığı olan ya da daha çok doğuştan gelen bir düşkünlük olarak görülebilir. Yapıp ettiğimiz her şeyde, neredeyse her şeyden önce başkalarının görüşü gözetilir ve daha yakından baktığımızda, yaşadığımız tüm kaygıların ve korkuların bu görüş hakkındaki endişemizden kaynaklandığını görürüz. Çünkü, bizim hastalıklı bir hassaslıkta olduğu için sık sık hastalanan tüm özgüvenimizin, tüm kibirliliğimizin ve iddialarımızın ve aynı zamanda tüm gösterişimizin ve böbürlenmemizin temelinde başkalarının görüşü yatmaktadır. Lüks, bu endişe ve düşkünlük olmadan, olduğu şeyin onda biri bile olamazdı. Her türlü gurur, türü ve etki alanı ne denli değişik olursa olsun her onur duygusu ve onur düşkünlüğü buna dayanır; ve çoğu kez hangi kurbanları almaz ki? Daha çocuklukta kendini gösterir, sonra da her yaşta, ama en şiddetli bir biçimde yaşlılıkta; çünkü tensel haz alma yeteneğinin körelmesiyle kibir ve gurur iktidarı bir tek pintilikle paylaşırlar. Bunu en belirgin bir biçimde, bütünüyle yerleşik ve çoğu zaman saçma sapan olan hürmette, en gülünç ulusal kibirlilikte ve en küstah tafracılıkta dile geldiği Fransızlarda gözlemlemek mümkündür; ulusların alay konusu haline gelerek, kendi kendini boşa çıkartmıştır ve grande nation alay etmek için takılmış bir ada dönüşmüştür. Ama şimdi, başkalarının görüşü hakkında duyulan abartılı kaygıyı daha ayrıntılı bir biçimde açıklamak için burada, kökleri insan doğasındaki o budalalığın koşullarının uygun bir karakterle buluşmasının yarattığı ışık efektiyle, ender bir biçimde kayırılmış oldukça abartılı bir örneği bulunabilir, çünkü aynı örnekte, bu son derece şaşırtıcı güdünün gücü bütünüyle ölçülebilir. Sözü edilen örnek, Times dergisinin 31 Mart 1846 tarihli nüshasındaki, intikam amacıyla ustasını öldürmüş olan Thomas Wix adlı zanaatkâr kalfasının idamının infazına ilişkin haberdeki bir bölümdür: “İdam için belirlenen sabah, saygıdeğer cezaevi papazı tam zamanında onun yanındaydı. Ancak Wix, sakin davranmasına karşın, din adamının nasihatlerine ilgi göstermedi: Onun gönlünde yatan asıl şey, utanılası sonunu izleyeceklerin önünde büyük bir cesaret göstermekti… Sonra bunu başardı da. Acımasızca hapishanenin yanında kurulmuş bulunan idam sehpasına giderken geçmesi gereken avluda şunları söyledi: ‘Hadi bakalım, Doktor Dodd’un söylediği gibi, az sonra büyük sırrı öğreneceğim!’ Kolları bağlı olmasına karşın, idam sehpasının basamaklarını en küçük bir yardım almadan çıktı; yukarı vardığında, sağdaki ve soldaki izleyicilere reveranslar yaptı, bu reveranslar orada toplanan kitlenin çılgın gibi alkışlarıyla yanıtlandı ve ödüllendirildi vb.” Bu olay, ardından sonsuzluk gelecek olan ölümün en korkunç biçimi burnunun dibindeyken, bir araya toplanmış izleyiciler yığınında uyandıracağı etkiden ve onların zihinlerinde oluşturacağı görüşten başka bir şeyi dert etmeyen şan hırsının en güzel örneğidir. Aynı yıl Fransa’da, kralı öldürmeye teşebbüs etmekten idam edilen Lecomte’un yargılanışı sırasında, esas olarak aristokratlar kamarasının karşısına ciddi bir kıyafetle çıkamadığı için canı sıkılmıştı ve infazı sırasında da baş sıkıntısı, daha önce tıraş olmasına izin verilmemesiydi. Eskiden de durumun farklı olmadığını, Mateo Aleman’ın ünlü romanı Guzman de Alfarache’ın giriş bölümünde söylediklerinden, yani yoldan çıkmış çok sayıda suçlunun, son saatlerini sadece ruhlarının kurtuluşuna ayırmaları gerekirken, idam sehpasının merdiveninde vermek istedikleri küçük bir söyleve çalışmak ve onu ezberlemek uğruna bundan vazgeçmiş olmalarından anlıyoruz. Yine de böylesi karakterlerde kendimizi görebiliriz: Çünkü büyük olaylar her yerde en anlaşılır açıklamayı verirler. Tüm endişelerimiz, kaygılarımız, gücenmelerimiz, kızmalarımız, korkmalarımız, zahmet çekmelerimiz belki de çoğu durumda asıl olarak başkalarının görüşüyle ilgilidirler ve bu durum da, o zavallı günahkârlarda olduğu kadar saçmadır. Kıskançlığımız ve nefretimiz de büyük oranda, sözü edilen kökten filizlenir.

Açıktır ki, mutluluğun mantıklı bir biçimde haklı çıkarılabileceği bir ölçüye –ki, bu belki de mevcut olanın ellide biri olacaktır– indirgenmesinden ve sınırlandırılmasından, yani durmaksızın acı veren bu dikenin çıkartılmasından başka hiçbir şey büyük ölçüde iç huzuruna ve hoşnutluğa dayanan mutluluğumuza daha çok katkıda bulunamaz. Ne var ki, bu çok zordur: Çünkü karşımızda doğal ve doğuştan gelen bir kusur vardır. Tacitus, “Ün arayışı, bilge kişinin bile bırakacağı en son şeydir” (Hist., IV, 6) diyor. Bu yaygın budalalıktan kurtulmanın biricik yolu, onu açıkça bir budalalık olarak görmek ve bu amaçla, insanların kafalarındaki görüşlerin çoğunun bütünüyle yanlış, ters, hatalı olabildiklerini ve bu yüzden kendi başlarına dikkate almaya değer olmadıklarını; sonra, olayların ve durumların çoğunda, başkalarının görüşünün, üzerimizde gerçekte ne denli az bir etkisinin olabileceğini, bu görüşün büyük bölümünün ne denli zararlı olduğunu, öyle ki, kendisi hakkında söylenenlerin tümünü ve hangi vurguyla söylendiklerini duyan birinin öfkeden kuduracağını ve son olarak, onurun bile aslında doğrudan değil, ancak dolaylı bir değerinin bulunduğunu vb. aklımıza yerleştirmektir. Yaygın budalalıktan böyle bir dönüşü başarabilirsek, bunun sonucu, iç huzurumuzun ve neşemizin inanılmaz büyük bir artışı, yine daha sağlam ve daha güvenli bir duruş, kesinlikle daha sakin ve daha doğal bir davranış olacaktır. Kendine dönmüş bir yaşam biçiminin, iç huzurumuz üzerindeki böylesine oldukça yararlı etkisi, büyük ölçüde, böyle bir yaşam biçiminin bizi sürekli başkalarının gözü önünde yaşamaktan ve bunun sonucunda, onların herhangi bir görüşünü dikkate almaktan uzaklaştırması ve böylelikle bizi kendimize geri vermesidir. Benzer biçimde, o saf ideal çabanın, daha doğrusu iflah olmaz budalalığın bizi içine sürüklediği birçok gerçek felaketten uzaklaşmış oluruz; sağlam mülkler için de daha çok özen gösterir ve bunların tadını daha rahat çıkarırız. Ama, söylenildiği gibi, soylu olan zordur.

Doğamızın burada betimlediğimiz budalalığı, esas olarak üç sürgün verir: Mevki hırsı, kibir ve gurur. Son ikisi arasındaki fark, gururun kişinin kendi değerinin herhangi bir bakımdan üstünlüğü hakkında zaten sabit olan kanısına dayanmasıdır; buna karşılık kibir, başkalarında böyle bir kanıyı uyandırma arzusudur, bu arzuya çoğu kez bu kanı sonucunda, onu kendine de mal edebilme sessiz umudu eşlik eder. Buna göre gurur, içten kaynaklanır, bu yüzden kendi kendine dolaysızca aşırı saygı gösterilmesidir; buna karşılık kibir ise böyle bir saygıya dışarıdan, yani dolaylı bir biçimde ulaşma çabasıdır. Buna uygun olarak kibir geveze, gurur da suskun yapar. Ama kibirli kişi, elde etmeye çalıştığı başkalarının yüksek görüşüne, söyleyeceği çok güzel şeyler olsa bile ısrarla susmak yoluyla, konuşmaktan çok daha kolay ve çok daha güvenli bir biçimde ulaşılabileceğini bilmelidir. Her isteyen gururlu olamaz, olsa olsa gururluymuş gibi yapabilir, ama üstlenilen her rolde olduğu gibi, bu rolden de kısa sürede çıkar.

Çünkü sadece üstün önceliklere ve özel değere ilişkin sağlam, içsel, sarsılmaz bir kanı gerçekten gururlu kılar. Bu kanı yanlış olabilir ya da salt dışsal ve biçimsel üstünlüklere dayanabilir – bunun, gerçekten ciddi bir biçimde var olduğu sürece, gurura bir zararı dokunmaz. Gurur, kökü kanıda olduğu için, tüm bilgiler gibi bizim keyfimize bağlı değildir. Gururun en kötü düşmanı, demek istiyorum ki en büyük engeli, gururun zaten bütünüyle sağlam olması gereken ve onun önkoşulunu oluşturan kendine ilişkin yüksek görüşünü, başkalarının alkışına dayanarak kurmak isteyen kibirdir.

Arthur Schopenhauer
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar | Çeviren: Mustafa Tüzel

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz