Tepki, Tasarım ve Delilik – Steven Harrison

Düşüncenin yapısı en ileri bilgisayarlarca bile taklit edilemeyecek kadar karmaşık ber şekilde evrimleşmiştir. Karmaşıklığı ve hızı nedeniyle bu yapı, katı, sürekli ve sağlammış gibi görünüp hissedilir. Düşünce algılarını, düşüncelerini ve hislerini değerlendirirken denkleme kendisini de koyarak kendi kendine gönderme yapar hale gelmiştir.

Düşünce bu sağlamlık duygusunu görüntüler dünyasına yansıtır ve kendi düşünce parçalarının özelliklerini bu dünya olarak tasarlar.

Tasarlanan bu özellikler bizim içinde hareket ettiğimiz evreni oluşturur. Bu halde dünya zihnimizin kehanetini yerine getirir çünkü dünya bizim zihnimizdir.

Zihin yalnızca bizim bakış açısının farkında olduğumuz ve kendimizi özdeşleştirdiğimiz düşünceler değildir; aynı zamanda kollektif, bilinçsiz, tarihsel ve genetiktir, yani insanlığın şartlanmalarının tümüdür.

Bir erkek ya da kadın gördüğümüzde bir maymunun, bir avcı toplayıcının, yazı öncesi devrin kölesinin, endüstri devriminin yeni fabrikalarından bir işçinin, yirminci yüzyılın politik yönden mazbut sakininin gözüyle bakarız. Bütün bu gözler bizim gözlerimizdir. Tarihimizle, belleğimiz ve şartlanmalarımızla görürüz.

Eğitimimiz, kültürümüz, dilimiz bin yıllarla ifade edilen tarihin düşünce ve belleği üzerine kurulmuştur. Biyolojik belleğimiz, genetik bileşimimiz sayısız düşünce yığının üzerinde yapılanmıştır.

Bu bilgi, enformasyon, bellek birikimi daha da çılgınca olan düşünce sürecinde özümsenir. Bu kollektif düşünce ağının dışında Hıristiyan, Yahudi ya da Müslüman yoktur. Erkek ya da kadın yoktur. Beyaz, siyah, sarı ya da kahverengi ırk yoktur.

Düşündüğümüz şeyin tümü, dünya olarak gördüğümüz şeyin tümüdür. Düşünce dışında bir dünya göremeyiz çünkü hiçbir zaman sessiz değilizdir, düşüncesiz değilizdir.

Düşüncenin akışı tam olarak gerçekliğin akışıdır.

Düşüncenin tasarımı, düşüneni, düşünen dışında bir dünyayı ve bu iki yaratı arasındaki ilişkiyi içeren bir makro düşüncenin yaratılmasıdır. Düşünen-dünya ilişkisi yalnızca onun düşünülmesinde vardır. Bu, bütün olan bir evrenin parçalara bölünmesidir. Bu parçalar aslında ilgili düşünce sürecinin dışında varolmaz.

Bu düşünce-gerçeklik hologramının, bu tasarlanmış dünyanın karmaşıklığına bağlı olarak bu gerçekliğe inanır hale gelmişizdir. Ona öylesine kökten inanırız ki bu düşünce-gerçekliğe meydan okunacak olursa bu meydan okuma otomatik olarak tepki şeklinde algılanır.

Tepkinin işlevi, düşünce-gerçekliği, ”ben”i, meydan okumayı inkar ederek korumaktır. Meydan okumanın inkarı basitçe, gerçekte bütün olan evrenin bir kez daha bölünmesiyle ve müdahale edilen özelliklerin dışarı yansıtılmasıyla oluşur.

Karşı konulunca suçlarız. Saldırıya uğrayınca karşı saldırıda bulunuruz. Sorgulandığımızda savunmaya geçeriz.

Suçlayarak tepki, dikkati “ben”den ötekine çevirir. Asla sorumluluk alamayız. Dünyamız, ”ben”in dünyası, doğası gereği bölünmüş bir dünya olmalıdır. Böylece her zaman bizim dışımızda sorumlu birilerini bulabiliriz.

Öte yandan eğer yaşamımızın tamamı için sorumlu isek, suçlayacak “öteki” yoksa, birden kendimizi farklı bir evrende buluruz. Bu evrende saklanacak hiçbir yer yoktur.

Ötekinde bizi en çok rahatsız eden şey, kendimizde tamamlayamadığımız noktadır. Bunu psikolojik bir yoldan görmek çok basittir ve bunun günlük yaşamımızda devamlı gözlemleriz.

Rahatsız eden ötekiyle, rahatsız olan bu benlik, aslında iki ayrı şey değil bir tek şeydir. Rahatsızlık ve öteki, düşüncenin yansımalarıdır. Düşünce durulmaya, dinginliğe ulaşmak yerine kendisini böler. Bu bölünmüş, tasarlanmış benlik, içinde “ben”in varolduğu yaratılmış bir dünyadır. Bu “ben” rahatsız edilmiştir ve bunun sebebi kesinlikle ötekidir.

Muhtemelen bütün bunlar bizim çözüm diye adlandırdığımız yeni bir düşünce parçasıyla halledilecektir. Bir sorun, rahatsızlık, çatışma yaratırız. Sonra üzerine yeni bir fikir, bir çözüm yayarız. Ama çözüme ulaşamayız, ancak acımız içinde daha da karmaşıklaşırız.

Bu, her an boşluk, bütünlük ve dinginlik olguları ile yüz yüze gelinen düşünce-gerçekliğin inanılmaz derecede karmaşık bir dansıdır. Bu dans ataletimiz, devinirliğimiz ve alışkanlığımızla desteklenir. Bu çılgınca parçalanma ve tepki oluşumu, bizi gittikçe artan bir yalıtılmışlık, bedenimizden kopukluk duygusuna yönlendirir. Enerjimiz, özdeşleşmemiz zihinselleşir, herhangi bir fiziksellikten ya da karşılıklı ilişiklilikten kopar.

Bu anlamsızlıktır; deliliktir. Düşünce bedenden ayrılmıştır. Kendi tasarımı içinde, kendi sürekliliği için varolur. Bu delilik, şimdi bizim dünyamızda normal olandır.

Eğer bu tür bir delilik normalse, o zaman normallik nedir?

Düşüncenin özdeşleşmesi ve tasarımı yoluyla dünyanın parçalara ayrıldığını anladığımızda ne olur? Bu anlayışla özgür ve bütünleşmiş mi oluruz yoksa başka bir şey mi?

Düşüncenin doğasının anlaşılması ani bir içgörüyle, bir bağlam veya sebep olmaksızın gerçekleşir. Bir bunalımla, yaşamımızda bir şeylerin çökmesiyle mesela ani bir ölüm ya da kayıpla ilgiliymiş gibi görünebilir. Bu içgörü bakış açımızı tümden sarsabilir ve dengemizi kaybedebiliriz. Sağlamlık duygumuzu, merkez hissimizi, gözlemci olarak merkezimizi kaybedebiliriz.

Şimdi biz kimiz? Nasıl çalışırız? Nasıl davranırız? Eğer yerimizde değilsek nerede bulunuruz? Yoksa yok muyuz?

Bu bir yerimizin olmaması hali bizim doğal halimizdir. Normal olduğu düşünülebilir. Fakat bu noktada bize çıldırmış olduğumuz da söylenebilir. Çoğunlukla gerçekliğin asıl doğasına, içgörüye eşlik eden tinsel bunalım, genellikle delilik olarak bilinir. Düşüncemizle özdeşleşmemizin doğası olan parçalanma ise normal olarak kabul edilir. Olayı tersinden ele almışızdır. Gerçekliğin doğasını görmek isteyenler, bu temel uyumsuzluğu ve olgunun tersine çevrilişini anlamaya ihtiyaç duyarlar.

Tersinden ele alındığı için bu içgörü, değiştirme ve bütünleşme genellikle destek görmez. Aslında dış bir dayanak noktası yoktur, delilik yoktur, normallik yoktur. Temel dağılma/bütünleşme hareketi bizim doğamızdır.

Oybirliği ile kabul edilen gerçeklik, yaşamın amacını üretkenlik, maddi kazanç ve makro-sosyal istikrar terimleriyle tanımlar. Bu gerçeklik olmasa tinsel bunalım bir hastalık ya da tedavi gerektiren bir işlev bozukluğu olarak görülmez. Sınırlar nedeniyle doğal dağılma/bütünleşme halimiz lanet

edilen bir hale dönüşür.

Bu toplumsal bakış açısının maddeciliği, bu dağılma/bütünleşmeyi bastırmaya ya da düzenlemeye girişir. Bu girişimin sonucu, yüreği ya da ruhu olmayan, ruhu bedeninden ayrılmış, parçalanmış, gittikçe artan bir umutsuzluk içinde yaşayan işlevsel, üretken, istikrarlı vatandaştır.

Nasıl olunacağı ile ilgili modellerin baskıcı yükü olmadan deneyimi yapılandıran hiçbir şey de olmaz. Açıkta kalan deneyim, kendi kendini açığa vurur. Yoruma ihtiyaç yoktur. Delilik yükü olmadan ya da doğal halin baskısı olmadan bütünleşme mümkündür.

Bütünleşme, düşünce-gerçekliğin hareketinin tamamen farkındadır ve ona karşı değildir. Düşüncenin sonsuz tasarımlarıyla ya da kollektif düşünce-gerçeklik açıklamasıyla çelişki halinde değildir. Bütünleşme, düşünce-gerçekliğin doğasının farkında olduğundan, gerçekliğin bir varlığa sahipmiş gibi görünse de aslında gerçekliğin boş olduğunu bilir. Bu yüzden onunla bir işi yoktur, onu değiştirmek ya da engellemek için bir sebep yoktur.

Bütünleşme, belli bir yere hapsedilmediğinde rahattır. Sığınacak bir yere ihtiyacı yoktur. Görüşü her zaman engindir.

Delilik ve normalliğin bütünleşmesi kalıplara sığmaz çünkü kıyas yapılabilecek bir yeri yoktur; çıldırmak olası değildir çünkü düşüncenin tasarlanmış gerçekliği ile çatışma halinde değildir.

Bütünleşme, dinginliktir.

Düşünce, bilinçli boşluğun enginliğinde doğar ve geçip gider. Düşüncenin stratejik noktasından ele alındığında bunalım varmış gibi görünür. Boşluktan bakıldığında ise sessizlik vardır.

Olduğun Yere Varmak

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz