“Yaşamı korumanın tek yolu, her şeyine ilgi duymaktır” Yaşın Saçmalığı – Michael Foley

Rilke, “güzellik hâlâ zor bela dayanabildiğimiz dehşetin başlangıcıdır” demişti. Bu dehşet geçen yıllarla şiddetlenmekle kalmaz, her genç göze güzel ve dehşet verici görünmeye başlar. Çünkü genç bedende tüm ihtişamıyla parlayan yaşam, gören yaşlılar için bir yok oluş, bir tükeniş vaadi demektir. Ve buna rağmen dönüp bakma dürtüsü inanılmaz güçlüdür.

Eskiden hep sınıfın en küçüğüyken şimdi nasıl böyle yaşlanabildim? Yaşlanmak mantığa aykırı… Şok edici… Saçma!
Fiziksel değişimler ortada. Ama bir de zihinsel ve psikolojik gelişmeler söz konusu:

1. Bellek Kaybı

Aslında bellek kaybı, bilgilerin kaybından çok bellekten bulup getirilme süresinin, ömrün geri kalan süresini aşacak ölçüde gittikçe uzamasıyla ilgili. Yani, tabii ya, Chantilly Lace şarkısıyla listebaşı olan The Big Bopper’dı, diye bağırarak uyanmaya yeltendiğinizde, çoktan yerden bir seksen aşağıda, ahşap bir kutuyu mesken tutmuş olabilirsiniz.

2. Küçülme

Her şey ufalır; beden ve tüm parçaları, beyin, karaciğer, penis ve özellikle kalp… Burada tek iyi haber psikolojik küçülmedir denebilir. Arada ego da küçülür.

İyi denemeyecek olansa ilgi ve faaliyetlerdeki ufalmadır. Yıllar, zorluklardan rahatlık bölgelerine doğru zorlayıcı bir geri çekiliş arzusu getirirler. Özellikle yorucu ve nafile diye sıklıkla düşünme çabasından vazgeçilir. Dünya gittikçe yabancılaştığına göre ne demeye anlama zahmetine girilsin? Ama bu tür teslimiyet çok büyük olasılıkla doğrudan bunamaya gidecektir. Yaşamı korumanın tek yolu, her şeyine ilgi duymaktır (hip hop ve master şefler hariç belki). Aksi durumda yaşam öcünü alacaktır. Çünkü ilgi göstermeyenler kısa sürede ilgi görmemeye başlarlar.

3. Pintilik

İhtiyar stereotipinde pintilik sahiden var görünüyor. Kendimde elimi cebime atmaya yönelik artan bir gönülsüzlük saptadım. Bu durum kaynakların, özellikle istif edilmesi gereken güç, enerji ve zamanın azalmasının bir sonucudur. Öyleyse, yaşlılıkta genel bir istifleme dürtüsü gelişir demek mümkün müdür acaba?

4. Zamanın Hızlanması

Mesele sadece az zamanın kalması değil, bunun yanı sıra geri kalan yaşam, geçmekle yetinmeyip bir de hızlanmaya başlar. Daha doğrusu ortaya huzur kaçırıcı bir etki çıkar: Kısa vadede bir türlü geçmek bilmeyen zaman uzun vadede hızlanıyormuş gibi görünür. Bu durumun psikolojik açıklaması, zaman ekseninin uzaysal bir boyuta benzemesidir. Perspektifli resim yapılırken iki nokta arasındaki mesafe, noktalar uzaklaştıkça azalır; iki nokta arasında ilgi çekici nesneler varken mesafe fazla, yoksa azdır. Zamansal eksende gençlik canlı olaylarla doludur veya olaylar, aralarında malum ilk seferin de bulunduğu bir dizi taze ilk seferler olduklarından daha canlı yaşanırlarken, gayesiz ilerleyen yaşlarda yaygın duygu hiçbir şeyin olmadığıdır. Orta yaşlardaki zaman bu yüzden hızlı geçiyormuş gibi görünür. Bu durum, daha dün yaşananları hatırlamakta zorlanırken gençliğe ait anıların neden canlı kaldıklarını da açıklamaktadır.

5. Metafizik Sabırsızlık

Muhtemelen zamandaki hızlanmadan kaynaklanan bu hal, dünyanın katı yürekliliği ve aksiliğine, boyun eğmeyi inatla ve sürekli reddetmesine artarak duyulan öfkedir. Özünde metafizik olmasına rağmen bu öfke, mesela kuyrukta bekleme veya benim yaşadığım asansör öfkesi türü (asansörün önünde dikilerek girişi kapatan iki kişiye rastlarsam doğrudan gırtlaklarına sarılabilirim) belli şekillere bürünebilir.

6. Tereddüt

Gençliğin kararsızlık ve kuşku, orta yaşlarınsa kanaat sahipliği dönemleri olmaları gerekir. En azından kendi adıma tam tersi geçerliymiş diyebiliyorum. Gençliğim ihtiraslı inançlar, coşkular ve tiksintilerle, orta yaşlarımsa gittikçe artan tereddütlerle doldu. Bir noktada şok edici bir gerçekle karşılaştım: Artık neye inandığımı veya herhangi bir şeye inanıp inanmadığımı bilmiyordum. Neden hoşlanıp neden hoşlanmadığımı bile bilmiyordum hatta. Levreği somona yeğliyor muydum? William Faulkner iyi miydi? Umurumda mıydı bunlar?

Orta yaşlar, gemimi batırıp beni Aporia, Ataraxia ve Anhedonia adlı Yunan takımadalarında kazazedeliğe, yani tereddüt, aldırmazlık ve neşesizliğe mahkûm etti.

7. Barsak Takıntısı

Garip bir durumdur bu. Teorisini bulamıyorum. Ama yok saymak mümkün değil. Gittikçe ender bulunan bilgelerden biri olan seksenlik bir arkadaşım var. Haliyle tek cümleyle hayatın anlamını açıklayacağını söyleyince kulaklarımı dört açmıştım.

Bir an duraklamış –zamanlama duygusu hâlâ müthişti– ardından hafifçe mırıldanmıştı: “Bicosadyl.”

Bir şey diyememiştim. Tam istediği gibi, şaşakalmıştım.

Sonunda, “Viagra gibi bir şey mi bu?” demiştim.

Sabırsızlıkla yüzünü buruşturmuş, “Yo, hayır… Boş ver o işleri” demiş, ardından çatık kaşları yumuşayarak ışıltılı bir heyecan ifadesine geçmişti. “Esas olay” diye devam etmişti, “gençmişsin gibi sıçabilmek.”

8. Venedik’te Ölüm Etkisi

Seksenlik arkadaşım karşı cinse ilgisini kaybettiğini öne sürerken samimi davranmamıştı. Çıktığımız öğle yemeği boyunca garson kızı kesip durmuştu. Çünkü gençliğin nadiren takdir ettiği kendi güzelliği, yaşlananları hayrete düşürür, büyüler. Rilke, “güzellik hâlâ zor bela dayanabildiğimiz dehşetin başlangıcıdır” demişti. Bu dehşet geçen yıllarla şiddetlenmekle kalmaz, her genç göze güzel ve dehşet verici görünmeye başlar. Çünkü genç bedende tüm ihtişamıyla parlayan yaşam, gören yaşlılar için bir yok oluş, bir tükeniş vaadi demektir. Ve buna rağmen dönüp bakma dürtüsü inanılmaz güçlüdür. Güzellik, tavşanı yolun ortasında donup bırakan otomobil farları, geçkin kabuğu kurutan parlak güneştir. Çevirin bitkin gözlerinizi başka yere… Başka yere bakın.

Başka bir gün, müşterileri arasında film yıldızları, televizyon sunucuları ve şöhretlere hizmet sunan aşçılar bulunan bir dişçiyle yemek yemiştim. Muazzam başarılara ulaşıp pahalı banliyö semtindeki havuzlu villaya taşınmadan önceki döneminde, anaokulundan arkadaş olan eş ve çocuklarımız sayesinde tanışmıştık. Diğer konuklar arasında zengin komşuları ve eşleri –kırk ve ellilerini süren, sürekli, içten ve görmüş geçirmiş kahkahalar atan, çekici hanımlar– vardı. Tazelik ve umutla dolu, hoş bir Nisan günüydü. Şampanya şişeleri kutu kolalar misali sık ve gelişigüzel açılıyordu. Gatsby’nin efsanevi partilerinden birindeyim sanki. Hayatımda sınırsız şampanya mefhumunu hiç görmemiştim.

Derken hanımlar yüzmeye karar verdiler. Dur durak bilmeden seksi ama gülünç ölçüde ince, gencecik manken imgelerinin bombardımanına tutuluyorduk; haliyle olgun kadınların muazzam dolgunluktaki kalça ve bacakları nadir izlenebilen ihtişamlı manzaralardandı. Ama hanımlar kabinlerden çıktığı anda evsahibimiz dişçi beyefendi bir şezlongu kaptığı gibi önüme yerleşip manzaramı kapayıverdi.

“Düşünen tiplerdensin sen” dedi. “Sabahları yataktan kalkmak için tek bir iyi neden söyle bana.”

Gatsby’den beklenecek türde sorulardan değildi. Arkasından, kapanan manzaramdan, olgun denizkızlarının dolgun bacaklarını havuza sokarken çıkardıkları genç kız çığlıkları yükseliyordu.

Dişçi arkadaşım, konukları gelmese muhtemelen yataktan kalkma zahmetine girmeyecekmiş. Meğer çoğu hafta, haftanın çoğunu uyuyarak geçiriyormuş ve yoğun dozda anti-depresan kullanıyormuş.

“Harley Sokağı’nın ilk endodontistlerindendim ben” diye anlattı. “Artık her yer kaynıyor… Hepsi daha genç, daha ucuz ve muhtemelen benden daha iyiler. Cesaretimi kaybettim yani. İşleri batırmaktan korkuyorum. Hastalarımın hepsi müşkülpesent, hoşgörüsüz, acımasız tipler… Mahvederler beni.” Eliyle evi, bahçeleri, havuzu işaret etti. “Bunlar ne olur o zaman? Gırtlağıma kadar kredi almıştım…”

Böyle devam etti. Depresyon, bitkinlik, göğüs ağrıları, libido kaybı… Sonuncusunu söylemesine gerek yoktu zaten: Hanımlar üzerlerinden sular süzülerek havuzdan çıkıp eve giderlerken dönüp bakmadı bile. Ben bakmaya çalıştım ama tabii hepsini kaçırdım. Tek yakalayabildiğim uçup giden havlu renkleriyle çınlayan kahkahalar, şakalaşmalardı…

Dişçi dostumsa, bilgeden öğüt bekler ifadeli bakışlarını bana dikmişti. Ama çağın yaşlı bilgeye elbette hürmeti yoktu.

“Dişlerinin beyazlatılmaya ihtiyacı var” dedi.

Aldırmadan bastırdım. “Kaç yaşındasın?”

“Elli dördüme yeni bastım.”

Muhtemelen malum dönemden geçtiğini söyledim. Bahsettiğim dönem, kırkına basan erkeklerin ateş kırmızısı, üstü açık otomobiller alıp koca memeli genç kızları kovalamaya giriştikleri “orta yaş krizi” klişesi değildi. Kastettiğim dönem, dişçinin yaşadığı gibi, tam tersini, sekse yönelik ilginin tümden kaybını ve ezici yataktan çıkma isteksizliğini getiriyordu. Genelde ellili yaşlarda ortaya çıkıyordu ve erkekler kadar kadınların da başına geliyordu. Ellilerine varan arkadaş ve akrabalarımın çoğu, süresi, şiddeti ve tarzı çeşitli ama belirtileri aşırı, kalıcı depresyondan fasılalı panik ataklara kadar değişen ani, beklenmedik çöküşü ortak bu dönemden geçmişti. Bu çöküş, ani cesaret kaybı, tereddüde kapılıp güvensizliğe düşme, ezici bir “Yapamıyorum artık bunu” duygusunun sonucuydu galiba.

Benimki uzun süreli dersler vermek zorunda kalacağıma yönelik ani korku patlamalarıyla başladı. Durduk yerde kaygılar, göğüs ağrıları, mide yanmaları, terleme ve titremeler başladığında yıllardır öğretmenlik yapıyordum hâlbuki. Yaşam boyu çalışmamdan edindiğim otorite, bilgi ve öğretmenlik becerilerim ürkütücü bir boşlukta yiterek geriye sadece “Yapamıyorum bu işi artık” duygusunu bırakıyorlardı.

Nasıl kurtuldum peki? Hâlâ tam emin değilim ama uygulamayı ve terimi bilmemekle birlikte, galiba bir tür Bilişsel Davranış Terapisi sayesinde oldu. Önce derslere hatırlama veya doğaçlamaya gerek bırakmayacak titiz, ayrıntılı hazırlıklar yaparak kaygıyı yatıştırdım. Ardından kendime, yirmi yıl doğru dürüst ders verdikten sonra korkmanın akla aykırı olduğunu hatırlattım. Son olaraksa kendimi, öğrenciler karşısında en azından otoriter görünmeye zorladım. Ya onlar ya ben durumuydu ve sonuç “ben” olamazdı.

Bu döneme yol açan nedir peki? Pek çok etken söz konusu. Bir kere değişimi ve bedensel düşüşü, kişisel güçsüzlüğü ve önemsizliği, kişinin gücü ve enerjisi azalırken gittikçe aldırışsızlaşan, müşkülpesentleşen ve acımasızlaşan dünyayı fark etmek var. Sonra şarlatan, ihtiyar sahtekârın teki olma hissini doğuran inanç kaybı geliyor. Ve elbette ölümün, hiç yaşamamış gibi çarçabuk unutulacak olmanın kesinliği… Ama muhtemelen bunların en önemlisi potansiyelin ölümü, gelecek vaat etmenin son buluşudur. Sürekli beklenti içinde, daima bir şeylerin olacağı, bir davetin veya bir fırsatın çıkacağı ve o zaman öne çıkıp kaderimize erişeceğimiz ve nihayet gerçek kendimiz olacağımız inancıyla yaşarız. Ama orta yaşlar hiçbir şeyin olmayacağının iç karartıcı kavrayışını getirir. Büyülü kurtuluş falan gerçekleşmeyecektir. Sahiden hepi topu bu kadardır. Daha beteri, hepi topu bu kadar dediğimiz de azalacaktır…

Kısacası bu böcekler sessizce ve görünmeden ama dur durak bilmeden, günün birinde aniden çöküp un ufak olana dek güveni yer, kemirirler. Korkuların en beteri, panik ve depresyonun kalıcılaşacağı hatta belki şiddetleneceğidir. Ama çoğu insan bu dönemi atlatır ve geri dönüp baktığında şaşar. Bugün baktığımda o dönemi bir tür geçiş töreni gibi görüyorum. Ergenlerin yetişkinliğe geçişlerindeki gibi, bu dönemin de yetişkinleri yaşlanma ve ölüm safhalarına geçirdiğini düşünüyorum. Bu dönem, Attar’ın şiirindeki kuşların, sonunda Simurg’un kendileri olduğunu bulabilmek için aşmaları gereken son vadi, Yoksunluk ve Hiçlik Vadisi’dir…

Ödülüyse, bitişinden sonra her şeyin aydınlanıvermesidir. Varsayılan mizacın, korunma noktasının grafiği bir U-eğrisidir; gençliğin coşkun ruh hali orta yaşlara doğru alçalan bir eğri çizer, ardından şaşırtıcı bir hareketle, ilk yüksekliğine doğru tırmanır. Evlilikte tatmin eğrisi de aynı şekli çizer; orta yaşlarda düşer ama çift birlikteliği sürdürebilirse ilerleyen yıllarda yükselir. Hatta bellek bile bu eğriyi izler. Yetmişliklerin gençlik anıları yoğundur; orta yaşlarını zar zor hatırlarlar ve yakın geçmişe yönelik anıları yine güçlüdür. Yapılan tüm araştırmalarda orta yaşların külüstürlüğünde hemfikirlik görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre depresyon “orta yaştaki insanlar için şimdiden birincil tek yetersizlik nedeni haline gelmiştir.” Hatta orta yaşlılarda intihar oranlarının arttığına dair kanıtlar bile mevcuttur. ABD’de 1999 ile 2004 yılları arasında gençlerde intihar oranları aynı kalırken, 45 ile 54 yaş arası insanlarda oran yüzde 25 artmış, daha sonraki yaş gruplarındaysa ortalama yüzde 10’luk düşüş göstermiştir. Mizaç eğrisinin U-şekli gittikçe daha belirginleşir görünmektedir. Ama en azından haberler iyi: Kendini asmak yerine dayananlar için işler daha iyiye gidebilmektedir.

Bunun birçok nedeni var. Yaşlılıkta istemeden yapılan kopuşlar söz konusudur: emekli olmak, çocukların evden ayrılmaları, cinsel iştahın azalması birer kopuştur. İnsan kendi doğasını, arzularını ve tuhaflıklarını daha iyi anlar ve haliyle daha kolay kontrol eder. Neyin tatmin getireceği veya getirmeyeceğine ait kavrayış çok daha büyüktür. Ve yaşlılığın şartları gençliğinkilerden daha iç karartıcı görünmekle birlikte, olumsuz düşünceleri bastırmak da kolaylaşır. Genç yetişkinlerin beyin taramalarında amigdalanın olumlu ve olumsuz uyaranlara tepki verdiği ama diğer yetişkinlerde sadece olumlulara tepki verme eğilimi gösterdiği görülmüştür.  Teori, prefrontal korteksin amigdalayı daha iyi kontrol edebilir hale geldiği yönündedir. Ego, nihayet idi ehlileştirmeyi öğrenmektedir.

Ayrıca cinsel macera ve kariyerde ilerleme olasılıkları azaldığından dünyanın akıl çelici denizkızı şarkılarına dayanmak kolaylaşmaktadır. Başkaları gibi olmanın yanı sıra, hoşlanma ve hoşlanılma ihtiyacı da düştüğünden uyma dürtüsü azalır. İleri yaşların en müthiş mutluluklarından biri, bilinçli kalmak ve sertleşip sıradan egzantirikliğe kaçmamak kaydıyla aksiliktir. California Üniversitesi’nden Howard Friedman’ın, neşeliliğin sadece uzun ömürle ilişkili olmamakla kalmadığı, ayrıca kronik neşelilerin daha az yaşadıkları sonucuna ulaşan bir araştırmasına rastlamıştım. Şöyle diyordu Friedman: “İnsanlara neşelenirlerse daha uzun yaşayacaklarını söylemek yanlış tavsiye vermeye giriyor.”  Kısacası yaşlanmayla ilgili bir başka hoşluk söz konusu: Hayatta kalırsanız belki gülümseyen yüzün mezarı üstünde dans etme şansına kavuşabilirsiniz.

Öte yandan düşüncelilik, dikkat ve yeni beceriler öğrenmek yaşamın hem süresini hem de kalitesini artırıyor gibi. Bu durumda yeni ve zordan çekinmek cidden ölümcül olabilir. Hatta beynin düzenli düşüşte olmadığı, ölene kadar yeni nöronlar üretebileceğine dair kanıtlar vardır. Bu mucize neurogenesis adıyla bilinmektedir.

Hepsinden iyisi, feci görülen olabilirliğin kaybedilişinin bir nimet olduğunun ortaya çıkma ihtimali. Çünkü potansiyelin büyüsü, duyuların önünü tıkayan ve zihni bulandıran, kötü bir büyüdür. Büyü nihayet ortadan kalktığında esas önemli dersi, yolculuğun varılacak yerden, faaliyetin sonuçtan daha önemli olduğu dersini almak kolaylaşır. Sürekli karşımıza çıkan sonuç budur. Öğrenme çabası, öğrenmenin kendisinden daha değerli; belli bir amaç gütmeden düşünmek, düşünmenin en zevkli biçimi; zorlu bir beceriye dalmak, akış deneyimi, her türlü kavrayıştan daha tatmin edici; sevgi için çabalamak âşık olmaktan daha doyurucudur. Her şey kendisinin ödülü olmalıdır.

Yaşanan ömrün sahiden bunlardan ibaretliği gittikçe netleşiyor. Ama hey, görebilmek, duyabilmek, yardımsız yürüyebilmek, merdiven çıkabilmek ve ereksiyonu kimyasal destek almadan, insanca koruyabilmek hiç fena değildir. Hatta acayip iyidir. Doğal dünya tüm doyurucu bolluğu, insani dünyaysa tüm şapşal saçmalığıyla karşımızda işte! Yalnız doğanın sunduğu bolluk sadece kısıtlı bir zaman diliminde yararlanılmaya açık; bu yüzden takdir mecburiyeti var. Shakespeare, kim bilir belki son sözleriydi, şunları yazmıştı: “Olduğu haline şükredelim.” Yaşlılığın tuhaf ve beklenmedik hediyesi, müteşekkirliktir…

Yaşama nereden bakılırsa bakılsın bir U çiziyor görünüyor. Kuvvet, enerji ve tutkunun eğrisi doruk noktası tepede, ters bir U’dur. Mizacınki dip noktası altta, normal U’dur. Yaşamın ilerleyişindeki U ise yan yatar; başlangıçtan ilerlenir ve geri, daha az yük ve daha fazla takdir ve şükranla dönülür. Yani yaşlanan çiftler gene ama bu sefer gençlikteki bezdirici kavgalar ve çocuk taşıma yükü olmadan âşık olabilirler. Ayrıca kariyerin, notların ve sınavların zorbalığına maruz kalmadan ve çalışılacak dersleri seçme ve derslerden zevk alma olanağıyla birlikte tekrar öğrenci olmak da mümkündür. Tabii dönüşün son safhası, yaklaştıkça daha fazla anlam kazanan ama bu anlamların bu seferliğine keşfedilmemesinin daha iyi olacağı ikinci çocukluktur.

U’nun geri dönüş bacağında en can alıcı etmen, yaşlanma ve ölümlülüğün kabulüdür ki ebedi gençlik kültüründe bu kabul kolay iş değildir. Bugün kim kalkıp Rilke gibi, “Yaşlılığa, çalışmaya ve yaşlanmaya inanıyorum ben: Yaşamın bizden beklediği budur” diyebilir?

Güncel arkadaş toplumunun kentleri ölümü yasaklamıştır. İrlanda’da büyüdüğüm ufak kasabada ölüm sabit varlıklardandı. Ne zaman ziyaretine gitsem dedem, yakınlarda göçen yaşıtlarını kötücül bir hazla sayardı. Yerel gazetede bir sayfa mutlaka ölüm haberlerine ayrılırdı. Sokaklardan sıklıkla cenaze alayları geçer, görenler durur, şapkalarını çıkarır ve saygılı bir hüzünle başlarını eğerlerdi. Kapılarda kocaman çelenkler görülür, ölüm sonrası ayinleri ve toplantıları topluma “geride kalanları” görecek zamanı sağlayacak denli uzun sürerdi.

Ama bugün kentlerde ölüm görünmez halde. Ne kortejler ne haberler ne “geride kalanlar”dan bahis var. Ölümün izine bile rastlamadan yıllar geçebiliyor. Kentlerde farelerin artışı gibi; daima vardılar ama ne bahisleri geçer ne de görülürler. Ölüm sonrası toplantıları, ayinleri artık pek yok ve yakma hizmetlerinde cenazeye gelenlerin çoğu, yakılma bir yana, ölüyü de, tabutu da görmüyorlar. Bugünün cenazeleri, emekliye ayrılanın davet edilmediği emeklilik partilerine benziyor.

İnsanlar, “benden sonra”, “bunu görmeye ömrüm yetmeyecek” ve “ben yaşarken değil” türünden cümleler kullanmaya alıştı. Ama kimse sonluluktan bahsetmiyor. Ölümü yaklaştıkça daha çok fark etmemiz gerekiyor ama sıklıkla tam tersi yaşanıyor. Sorun, yaşamanın bizzat kendisinin, yaşamayla ilgili diğer tüm faaliyetler kadar alışkanlık oluşturuculuğudur. Var olmaya feci alışırız. E. M. Cioran’ın dediği gibi, “Yaşlandıkça ölümünden uzak, olasılığı çok düşük bir olaymış gibi söz etmeye başlamıştı. Yaşamak öyle bir alışkanlığa dönüşmüştü ki ölmeye uygunsuz hale gelmişti.”

Yani ölüme getirilen yeni çözüm, ölümü gözden ve kafadan uzak tutup alışkanlığa sığınmak. Oysa yaşama tadını veren tek şey geçiciliğidir. Fanilik, yaşamın tuzu-biberidir.

Freud “Fanilik Üzerine” adlı denemesinde, faniliğin yaşamdaki her şeyin değerini düşürdüğüne inanan genç bir şairin görüşünü reddetmişti: “Tam aksine, yaşamın değeri artar! Faniliğin değeri, zamanda kıtlığın değeridir. Haz alma olasılığının sınırlılığı yaşamı daha da değerli kılar.”

Ölümlüğün farkında olmak yaşamda sıklıkla eksik kalan odaklanma ile yoğunlaşmayı sağlayabilir ve ileri yaşların bir diğer hediyesidir. Zaman-zengini gençler, maddi servete sahip kimseler kadar pervasız ve küstahtırlar (her şey satın alınabiliyorsa hiçbir şeyin değeri yoktur) ama zaman-yoksulu yaşlılar artık satın alacak çok şey kalmadığından her şeyin değerli olduğunu bilirler. Örneğin cinsel haz, yapamama veya eşin ölümü gibi nedenlerle uzun süre erişilir kalmayacağı bilindiğinde muazzam zenginleşir ve yoğunlaşır. Yazdığım en candan cümle şudur: “Her sefer son sefer olabilecekse ilki kadar iyidir.”

Homeros’tan bu yana edebiyat, dünyasal varoluş mucizesinin takdir edilmesine yönelik dokunaklı hatırlatmalarla dolu. Odysseia, öte dünyada Akhilleus’u dünyadaki şöhretinden bahsederek avutmaya kalktığında, efsanevi savaşçı şunları söyler:

Ballandırma bana ölümü, şanlı Odysseia,
Bütün geçmiş göçmüş ölülere kral olacağıma
El kapısında kulluk edeydim keşke,
Varlıksız, yoksul bir çiftçinin yanında
Irgat olaydım

“Felsefe yapmak, nasıl ölüneceğini öğrenmektir” cümlesini Fransız Montaigne, Cicero’nun Latincesinden, Cicero’ysa Platon’un Yunancasından almıştı. Buda’ysa bu noktaya hepsinden önce ulaşmıştı: “Yaşamımı uzatmak için büyü kullanmam ben. Şimdi, gözümün önünde canlanıyor ağaçlar.”

Ölmeyi öğrenmek, yaşamayı öğrenmektir. Ölüm, yaşamı verendir. Elvis’in uyarısını hatırlayalım: “Ya şimdi, ya hiç.”

Ölüm, yaşamı uzatabilir bile. Yunanistan’da bulunan Athos Tepesi’ndeki komünlerde yaşayan keşişler faniliklerini kendilerine hatırlatmak için siyah giyinirler ve buna karşın aşırı ileri yaşlara dek yaşarlar. Yani uzun yaşamanın sırrı, yaşamın kısalığını kabullenmek olabilir. Ve bu kabulleniş yaşamı uzatmasa bile yaşamın kalitesini kesinlikle artırır. Athos Tepesi’nde yaşayan keşişler arasında tek bir Alzheimer vakasına bile rastlanmamıştır.

Kabullenmek, tanımak her şeydir. Tepkilerse Dylan Thomas’ın meşhur öfkesinden, “Gitme güzel geceye tatlılıkla” dizesinden Marcus Aurelius’un güzelim kabullenişine kadar çeşitlidir: “Tüm fani yaşamın geçiciliğini ve önemsizliğini görün; dünün bir damla dölü, yarının bir avuç külüdür. Dünyadaki uçucu anlarınızı Doğa’nın sizden yaşamanızı isteyeceği gibi yaşayın; ardından bir zeytinin mevsiminde, kendisini taşımış dünyaya ve yaşam sunmuş ağaca şükrederek düşüşü misali zarafetle dinlenmeye çekilin.” İki tepki birbirinin zıddı gibi görünüyor ama ikisi de nahoş gerçekle yüzleşiyor.

Tükeniş ya da yok oluş gerçeğinin esinlediği eşsiz parıldayış ancak bu kabullenmeyle gelir. Buna bir örnek, ressamlar, besteciler ve yazarlarda sık görülen “geç dönem” olgusudur. Sanat dalları ve sanatçılar arasındaki pek çok farka rağmen söz konusu dönemde saplantıyla bezeli, erdemi, retoriği ve bitişleri reddeden, alışılmış, kabul görmüş biçimleri parçalayan, tekniği aşan, bilinçli kontrolü içgüdüsel güce teslim eden ve izleyicilere, okurlara, dinleyicilere ve eleştiriye had safhada aldırışsız, çılgınlığın sınırlarına dayanan vahşi sabırsızlık ortaktır. Haliyle bu dönem eserleri, kendilerini çocukça, kaba, bölük pörçük, bitmemiş ve tekrarcı, kötüleşen, bozulan zihinlerin ürünleri gören çağdaşlarını afallatır. Bu tür eserler, eleştirmen Barbara Heinstein Smith’in “bunak ihtişamı” diye tanımladığı coşkun canlılıklarıyla ancak çok daha sonra takdir bulurlar. İşin paradoksal tarafı bu ressam, yazar ve bestecilerin kendilerini tamamen kendi kendileriyle çalışmak suretiyle çok daha doğrudan ve yoğun ifade etmeleridir. Hoşnut etme, etkileme, cezbetme veya güven verme arzusu kalmadığında derinlikler çırılçıplak ve dosdoğru konuşabilmektedir.

Picasso’nun yaşamının son döneminde, seksenli ve doksanlı yaşlarında verdiği eserlerin hepsinde tüm bu niteliklerle birlikte skandal yaratacak ölçüde erotizm vardı. Ölümle uzlaşamayan ve etin cennetinden ayrılma fikrine dayanamayan Picasso saplantılı ölçüde çıplak kadın ve sevişen çift resimleri yaptı. Resmettiği çıplak kadınlar muazzam irilikte, devasa uzuvlu, kocaman, çılgın bakışlı, muz parmaklı, çarpık, yerleri değiştirilmiş ve kocaman siyah uçlara sahip memeleri olan ve gözü daima merkeze çeken açık, çalakalem kabalığında vajinalı figürlerdi. Picasso resmettiği kadınların fiziksel varlıklarının, bakan irkilmiş sanatseverin koltukaltı ve apışarası kokularını duyabileceği ölçüde güçlü olmasını istiyordu. “Hoyrat olmayı, sinkaflı sözcüklerle resim yapmayı bilmek lazım” diyordu. Eserlerinden birisi, adına tamamen yakışan “İşeyen Kadın”dı. Bir diğerinde iki eliyle mastürbasyon yapan bir kadın vardı. Çiftleri kullandığı resimleri daha da çılgındı: Daha da fazla gözü dönmüş ifadeli yüzler kullanıyor, resimlerindeki erkekleri eşlerini yutmak veya boğmak istiyormuş gibi gösteriyordu. Cinsel birleşme resim tarihinde hiç bu denli şiddetle betimlenmemişti. Doksanını geçtiği ve ölüme çok yaklaştığı günlerde yaptığı son birleşme resmindeki uzuvlar öyle birbirlerine geçikti ki çalakalem iki cinsel organın varlığına rağmen hangisinin kime ait olduğunu çözmek imkânsızdı. Bir de geç dönem otoportreleri vardı Picasso’nun. Seksenli yaşlarında yaptığı bu portrelerden birinde çizgili bir giysisi vardır. Gövdesini üstünkörü bir şiddetle boyamış, giysisinin çizgilerini boya yüklü fırça darbeleriyle yaparak boyayı yaramazlığa, saçılmaya, damlamaya ve akmaya teşvik etmiştir. Kafaysa kasvetlidir; gözler iki kara noktadan ibarettir; dış dünyaya boş bakmakta, sadece içteki dehşetli bir kavrayışı görmektedirler. Aynı ay içinde yaptığı bir diğer portresindeyse kendisini devasa bir kafa ve gittikçe yaklaşan, geri dönüşü olanaksız bir şeye dehşetle açılmış bakan kocaman gözlerle resmetmiştir.

Bu geç dönem eserleri sergilendiklerinde neredeyse herkes tarafından alay konusu edildiler. Ortak kanaat Picasso’nun müthiş tekniğini artık yitirdiğiydi. Gerçekteyse Picasso tekniği aşmıştı. Kendi deyişiyle, öyle teknikleşmişti ki tekniği sonunda ortadan kalkmıştı. Sezgisi, kavrayışı güçlü bakış açıları resim dünyasının dışından geldi. Meksikalı şair Octavio Paz’ın sözleri bunlara örnektir: “İvedi gereklilikle resim yapıyor ve resmettiği şey, ivediliğin bizzat kendisi. Picasso, zamanı resmediyor.” Bu cümle yaşam tarzının anahtar niteliğini vurguluyordu: ivedilik veya telaş. Picasso şöyle demişti: “Zamanım gittikçe azalıyor, söyleyeceklerim gittikçe artıyor.”

Monet’nin geç dönem eserlerinde çıplaklar hatta insanlar bile yoktur ama bu eserlerin hepsi aynı şehevi taşkınlıkla parıldar. Monet, resimlerinde saplantıyla kullanarak gittikçe daha büyük ve artan bir öfkeyle boyadığı nilüferlerin temsil ettiği fiziksel dünyayı terk etme fikrine katlanamıyor, her sabah saat dörtte kalkıp çalışmaya başlıyordu. Bu eserlerde izlenimci resim, aralarına çıplak, kaba dokulu tuval boşlukları serpiştirilmiş fırça darbeleri, sıvamalar ve girdaplardan mürekkep soyut bir seks partisi lehine neredeyse tümden terk edilmiştir. Yoğun, kalın boya tabakalı ekin yığınlarından başlayıp kopuk parçalarla ve uzun, dağınık, başıboş dallara dönüşen fırça darbeleri gizlenmeye çalışılmamış, pütürlü ve düzensizdir. Boya, boyanmış olmakla coşar, kümelenir, pıhtılaşır, kabarır ve damlar. Uzaktan bakıldığında birbirine giren renklerle temsil ettiği, terk etmekten başka seçeneği bulunmayan dünyanın ihtişamına bakışını yansıtan bir hengâmede her şey her şeye karışır. İnsan bu geç dönem eserlerinin karşısına geçtiğinde büyülenerek, coşarak ve ürkerek ihtiyar bir adamın bunca delirmeye nasıl cesaret edebildiğini merak eder.

Müzikteyse Beethoven’ın, dinleyicilerin dikkatini çekmekte kullandığı, çok yüksek sesle düşünmeyi andıran geç dönem kuartetlerini sayabiliriz. Aynısı tamamen farklı bir tarz ve dönemin müzisyenlerinden caz piyanisti Earl Hines için de söylenebilir. Hines ile Beethoven’ın yegâne ortak noktaları piyano ve yaşlanmaktı. Gençliğinde şovmenlik ve gangsterlerin çalıştırdığı bir Chicago gece kulübünde grup önderliği yapmış ve orta yaşlarında unutulmuş Hines, New York’taki Küçük Tiyatro’da solo konsere davet edildiği ileri yaşlarında yeniden keşfedildi. Sahneye çıktı, seyircilere bu gece kendi odasında yalnızmış gibi çalacağını söyledi ve konsere gelen herkesi sınırsız cüreti ve coşkusuyla kendinden geçirdi. Bu konserden sonra sırf büyüklerle değil, küçük gruplarla çalma tekliflerini dahi reddetti ve neredeyse tamamen tek başına çaldı ki bu tavır, bir cazcı için eşi benzeri görülmemiş bir hareketti. Ani tempo değişiklikleri ve sarsıcı kontrpuanlarla yüklü, iki elin birbirinden ayrı ve sadece ilgisiz değil, aynı zamanda birbiriyle savaşan melodiler çaldığı uzun, yoğun doğaçlamalarla yüklü solo plaklarında sahiden kendi odasında, tek başına, kendi kendisiyle tartışıyormuş duygusu yarattı. Ama geç dönemlerde her zaman bireysel nitelikler mevcuttu. Hines’ın vahşiliği balad ve blues parçalarından bile fışkıran, bastırılamaz bir coşkuydu. Bu yeniden doğuşunun ardından söyle demişti: “İnsanın yüzüne kırışıklıkları çeken en büyük şey, kaygıdır. Ne diye mutsuz olayım, surat asayım ve ayak sürüyüp etrafımdaki herkese de aynı hissi yaşatayım? Olduğun kişi olursan güneş her zaman doğar. Günışığı her zaman yayılır.”

Ve tabii edebiyatta geç dönem oyunları özellikle zaman-mekân birliğinde oyun biçiminin sınırlamalarından taşan Shakespeare var. Shakespeare’in geç dönem eserleri Kış Masalı, Cymbeline, Fırtına, Perikles ve İki Soylu Akraba romantik oyunlar olarak bilinirler ama romanın serbestliği peşindedirler. Bu oyunlarda dil de aynı ölçüde sabırsız, telaşlı, özetsidir; söz dizimi, eskilerinin üstüne yağan yeni fikirlerle biçim ötesinde kıvrılıp bükülmüştür. Shakespeare artık cümle düzme zahmetiyle uğraşamamaktadır. Kış Masalı’nda Leontes, “Yıldızlar! Yıldızlar! Ve diğer tüm gözler cansız kömürler!” diye haykırdığında biz izleyiciler bu sekiz kelimeyle karısının gözlerini yıldızlarla kıyasladığını ve karısının gözleriyle kıyaslandığında diğer tüm kadınların gözlerinin cansız kömür parçalarına benzediğini söylemek istediğini kestirmek zorundayızdır.

Geç dönemin telaşı Tolstoy’u edebiyattan tümden koparıp başlıklarında Din Nedir? Sanat Nedir? Ne Yapmalı? hatta güncel dünyayla daha da ilgili, “İnsanlar Neden Kendilerini Aptallaştırır?” gibi vahşi yalınlıkta sorular bulunan eserlere yöneltmişti. Kurgu yazdığındaysa öykülerini yok oluş karşısında gücenik, kızgın sorular soran şaşalamış karakterlerle doldurdu. Örneğin İvan İlyiç’in Ölümü inkârın sonuçları üzerine bir araştırmadır. İlyiç, alışkanlık ve bayağılıkla sarmaladığı tüm yaşantısını “hoş” ve “dürüstçe” ve sadece statü ve rahatlık peşinde geçirmiş ama beklenmedik ölümcül bir hastalıkla yatağa düşen ve taraftarı olduğu normal yaşamdan dışlanarak yalnız ölmeye mahkûm kalan bir yargıçtır. Karısı ve kızı sosyal yaşamlarına devam etmek için bir an önce ölmesini beklerken, meslektaşları ölümünü sadece terfi fırsatı görürler. İç ve dış kaynakların tümünden yoksun İlyiç, “üç gün boyunca hiç durmadan haykırdıktan sonra” ölür.

Şiirdeyse, geç dönem eserleri arasında “A Crazed Girl” [Deliye Dönmüş Bir Kız] ile yaşlı insanı şarkıya sadece şehvet ve öfkenin kamçılayabileceğine inanan ve retorik, “Neden kötü olmasın ihtiyarlar?” sorusunu soran “Wild Old Wicked Man”in [Hınzır Vahşi İhtiyar] bulunduğu W. B. Yeats’i görüyoruz. Picasso’daki gibi, fiziksel güçleri azaldıkça Yeats’in de hayal gücü artıp vahşileşmişti:

Ne yapayım bu saçmalıkla ben,
Ey yürek, ey dertli yürek bu karikatür,
Bu dermansız yaşla ardıma
Bağlanan köpekkuyruğu misali?
Hiç olmamıştı bunca
Coşkun, arzulu, olağanüstü
Hayal gücüm ne de gözüm ve kulağım
İmkânsızı bunca bekleyen.
Yeats geç dönem şiirlerinin en güzellerinden Lapis Lazuli’de taşa kazılı üç yaşlı Çinliyi anlatır: “Gözleri kırışıklar içinde gözleri / yaşlı, parlak, şen gözleri.” Her daim ciddi ve espriden uzak Yeats hiçbir zaman ağırlığı elden bırakıp neşelenmemişti ama neşeli olmanın Doğu kültürünün esinleyici bir özelliği olduğunun farkındaydı. Batılı geç dönem tarzı genellikle kızgın, hoşnutsuz ve aksidir ama Doğu, Batı’yla aynı ölçüde uydumculuğu reddedip bağımsızlığı aziz tutarken mizahı, zesti ve hazzı yeğler.

Eserlerinden birine sahip olan Monet (aynı zamanda saplantıyla tekrarlanan konunun –örneğin Yüz Fuji Dağı Manzarası– fikrini de Hokusai’den almıştı) üzerinde büyük etki yapmış ressam Hokusai’ye kulak verelim: “Yetmiş üçümde doğanın, hayvanların, bitkilerin, kuşların, balıkların ve böceklerin gerçek yapıları hakkında çok az şey öğrenmiş durumdayım. Haliyle seksenimde daha fazla ilerleme kaydetmiş olacak, doksanımda şeylerin gizemine dalacak, yüzümde kesinlikle harika bir aşamaya varacağım. Yüz onuma geldiğimdeyse yaptığım her şey, her nokta ve her çizgi canlanacak. Bu satırlar, yetmiş beş yaşımda, ben, bir zamanlar Hokusai, bugün Gwakio Rojin, resim yapmak üzere olan yaşlı adam tarafından yazılmıştır.”

Meydan okuyucu, zest dolu, kendi kendine yeten doğulu yaşlılardan ne müthiş bir derleme yapılırdı! Mesela “Geç Dönmek”te, Tu Fu:

Avluya mum tutarak iki meşale arıyorum.
Kuytuda bir maymun ürküp basıyor çığlığı.
Yaşlı ve yorgun, ak saçlarım, dans edip şarkı söylüyorum.
Kazayağı bastonumla, uyumak yok bana,
Yakalayabilirsen yakala!

Michael Foley
Saçmalıklar Çağı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz