Aydın, Osmanlıca münevver sözcüğünün Türkçe karşılığıdır. Entelektüel sözcüğü Türkçe’ye aydın olarak çevriliyor. Çoğu kez olduğu gibi kullanılıyor. Fransızca kökenli “entelekften geliyor. Bir kimsenin anlama, idrak yeteneği ve vargısını ifade ediyor. Akılla ölçme ve muhakeme gücü de denilebilir. Böylece entelektüel yoğun düşünsel etkinlik yapan kimse anlamına geliyor. Pek çok kişi aydın sözcüğünün bu anlamı karşılamadığı kanaatinde. Bu nedenle entelektüel demeyi tercih ediyor. Aydının daha yerel, entelektüelin daha evrensel bir içeriği olduğu düşünülüyor.
Edward Şaid’in 1993 yılında BBC’de verdiği Reith Konferansları’nda anlattığı “entelektüel” den yola çıkılıyor. Said, “Sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek artık imkânsızdır, içinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilmez bir hale gelmişlerdir: Buradaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir” diyen Adorno’yu entelektüelin vicdanı olarak görüyor.
Buradan kalkarak entelektüeli; yurdunda bile sürgün, yabancı, eleştirel, marjinal ve muhalif olan olarak tanımlıyor. Entelektüel ile aydın arasında ayrım yapanlar, entelektüeli yoğun düşünsel etkinlikte bulunan kimse sayarken, aydını da genel anlamda kültürlü, okumuş, bilgiyle aydınlanmış kişi olarak tanımlıyorlar.
Entelektüel tanımı için salt zihinsel üretimin mi, yoksa toplum içinde görülen işlevin mi kabul edilmesi gerektiği noktasındaki gerilim dikkate değer. Sanırım yapılacak tanımlama daima bu gerilimi ve birbirine tercih edilmezliği gözetmek durumunda. Said’in entelektüeli, otoriteye karşıdır, zayıf olanın ve temsil edilemeyenin yanındadır. Ancak daima halka da, otoriteye de aynı uzaklıkta ve sınıflar üstü görünür. Entelektüel-aydın karşılaştırmasında üstü örtülü olarak tartışılan belki de bu eğilimdir. Bu nedenle, eksik bir çeviri sayılsa da, “aydınlanma” kökenini de yansıtan aydın kelimesinin yeterli olduğunu, ancak her iki sözcüğün birbiri yerine kullanılmasının da sakıncalı olmadığını varsaymak yerindedir.
Aydın kesimi-aydın takımı deyimi ise politik literatüre Ruslar tarafından sokulmuştur. Bütün dillerde kullanılan “entelijensiya” sözcüğü Rusça’dır. Kuşkusuz aydın sözcüğünün Aydınlanma-Akıl Çağı ile bağlantısı vardır. Ve çağdaş aydın esas olarak aydınlanmanın ürünüdür. Aydın; kol emeği yerine daha ağırlıklı olarak kafa emeğini kullanan, aynı zamanda yaşadığı topluma ilişkin bilgi üreten, bağlı olduğu sınıfın kendini anlamasına ve kendini üretmesine katkıda bulunan kişidir.
Aydının kendisini sınıflar üstü görme eğilimi olmasına karşın her sınıfın kendi aydını vardır. Lenin; “Aydınlar tüm toplumda sınıf çıkarlarını ve siyasal grupların gelişmesini en bilinçli ve en doğru biçimde yansıtan bir kesimdir” der. Gramsci, aydınları “klasik-geleneksel” ve “organik” olmak üzere iki kısma ayırır. Her toplumsal sınıfın kendisiyle birlikte bir aydın katı yarattığını, bu aydın katının yalnız ekonomik alanda değil, politika ve toplum alanlarında da sınıfa türdeşliğini ve görev bilincini verdiği kanaatindedir.
Gramsci, bir önceki toplumsal şekillenmeden gelen her temel toplumsal sınıfın tarih yüzüne çıktığı zaman bir aydınlar takımını hazır bulduğunu söyler. Gramsci’ye göre onlar, “toplum ve politika alanında, en karmaşık ve en köklü değişmelerin bile durduramadığı tarihsel sürekliliğin de temsilcileri olmuşlardır”. Feodal toplumda politik çatışmaların içinde gelişen özel ayrıcalıklı yargıçlar aristokrasisi, bilginler, kuramcılar, laik filozoflar, edebiyatçılar, sanatçılar gibi.
Bu çeşitli “geleneksel” aydın bölükleri bir ‘birlik ruhuna’, tarihi bakımdan kesintisiz bir süreklilik, özel bir nitelik bilincine vardıkları için, kendilerini egemen toplumsal sınıftan aynı, ondan bağımsız saymaktadırlar. Kendilerinin yarattığı bu durum, Gramsci’nin söyleyişiyle, ideoloji ve politika bakımından önemli sorunlar doğurmuştur. “Bütün idealist felsefe aydınların karmaşığınca alınan bu tutuma kolayca bağlanabilir ve aydınların kendilerini ‘bağımsız, özerk ve özel niteliklere sahip sanmalarına yol açan, toplumsal ‘Ütopya’ deyiminin sınırları da saptanabilir”. Ütopya ile idealist kavramı arasındaki bağlantı şuradan kurulmaktadır: İdealist düşünceye göre, gerçeği düşünce, idea yaratır, yoksa gerçek düşünceyi değil.
Gramsci’ye göre aydını; belirli koşullar altında ve belirli toplumsal ilişkiler içinde yaptığı işle belirlemek gerekmektedir. Bu yüzden o; bütün insanlar aydın kişilerdir, ama bütün insanlar aydının gördüğü işi göremezler, der. Örnek vermek gerekirse: Yaşamının herhangi döneminde her insanın ceketinin söküğünü diktiği olmuştur. Ama buna bakıp herkesin terzi olduğunu öne süremeyiz. Gramsci, kafa çabasını eleştirel yoldan geliştirerek kafa ve kol emeğini yepyeni ve tüm bir dünya görüşüne temel yapan kişileri yeni aydın olarak adlandırıyor. Bu aydının pratik yaşama yapıcı, örgütleyici, “sürekli inandırıcı” olarak karıştığım söylüyor. Bu aydın söz ustası olmakla birlikte sadece be uzman değildir. Üretim, teknik ve ekonomi sorunları üstüne bilgisi yarımda, gerçeğe genel açıdan (bir hümanist tarihçi gibi) bakmasını bilmesi ve onu değiştirmeye çalışması gereklidir. Kuşkusuz burada Gramsci’nin tanımladığı aydın, işçi sınıfının politik örgütüne ve bu örgütün gelişimine organik âıîrak bağlı aydındır.
Öte yandan post-kapitalist diye de adlandırılan çağımızda aydının rolü yeniden belirlenmektedir. Aydının artık işlevi ile değil, kimliği ile var olduğu ileri sürülmektedir. Aydın bireysel varoluşu ile ürmlanmakta, asla bir misyon yüklenmemektedir. Bu aydının özelliği kendini ideolojiler üstü görmesidir. Aslına bakılırsa günümüz aydını, Amerikan entelijensiyası örneğinde olduğu gibi, ideolojik olarak aynılaşmaktadır. Çünkü artık geleneksel- klasik aydınlar tümüyle ortadan kalkmış, Gramsci’nin sözünü ettiği geleneksel aydınların tümü tekellerin organik aydınlarına dönüşmüştür. Günümüz dünyasında aydınların pek çoğu otoritenin emrinde düzen saflarına katılmıştır. Edward 5«d in sözünü ettiği, muhalif, marjinal, yurdunda sürgün, eleştirel, sesi kısılmışların sözcüsü tHdcktüel-aydın tipi hemen hemen yok olmuştur. Yakınlarda ölen Said belki de bu tür aydınların sen temsilcisi idi.
Türk aydını ise Tanzimat’ın ürünüdür. Yalçın Küçük’ün tespitine katılırsak Türk-Yunan bağımsızlık Savaşı sırasında, devletin dış politikayla ilgili tercüme işlerini artık Greklere yaptırmaktan Tizgeçmesinin sonucu olarak kurulan Tercüme Odası’nda doğmuştur. Her ne hal ise doğumunda aydınlanma’ yoktur. Yeniçeri Ocağı’nın aldırılmasıyla onun ideolojik dayanağı ulema etkisini yitirmiş, yeni orduyla birlikte yeni aydınlar da doğmuştur. Batılı aydın, Kilise ile hesaplaşmanın ve aydınlanmanın ürünü olduğu için doğuşunda başkaldırı vardır, “İslam dünyasındaki entelijensiyanın büyük bir bölümünün çarpıklıklar alanında yüzdüğünü öncelikle belirtelim. Entelektüellerin, bilim adamlarının ve yönetici kadroların işlevleri zaten Batıdaki gibi kesin hatlarla belirlenmemiştir. Dindaşlarımızın birçoğuna göre entelektüel, okuma-yazma bilendir, zihinsel faaliyet gösterendir; doktor, yazar, çevirmen, mühendis, öğretmen veya yönetici kadro; hangisi olduğu önemli değildir. Toplumun ‘mutsuz bilincini’ temsil eden, epistemolojik statüsü eleştiri olup ayrı bir grup oluşturan entelektüel, bizim ülkelerimizde görülmemiştir” der İranlı yazar Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç adlı eserinde. Sonuç olarak Doğulu aydınlar toplumlarının modernleşme ile yüzleştiği koşullarda ortaya çıkmıştır.
Türk aydını tıpkı diğer Doğulu toplumlarda olduğu gibi otoriteye muhaliftir. Ancak gerilemekte olan bir imparatorluğun yönetici milliyetinin mensupları olarak kendilerini başlangıçtan itibaren devleti kurtarma misyonu ile yükümlü görmüşlerdir. Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e böyledir bu. Muhalif gazeteler devletten yardım kabul edilerek çıkarılmıştır. Muhalifken bile devlet görevlileridirler. Yeni Osmanlılar’dan Ziya Paşa vali idi, Namık Kemal mutasarrıftır. Devleti kurtarma misyonu İttihat Terakki’den Cumhuriyet’e değişmemiştir. Türk aydınının devletle kavgası bile devleti ve ülkeyi kurtarmak içindir. Ve çoğu kez ikisi -Devlet ile ülke/millet- arasında bir fark görmemişlerdir. Kurtarıcı aydın karakteri Kemalist aydınlarda tipik ifadesini bulmuştur. Kurtarıcı aydınlar devlete ait ideolojiyi hem inşa etmişler hem de içselleştirip toplumsallaştırmışlardır.
Kurtarıcılık misyonu ile kuşatılmışlık, ifadesini; “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” geleneksel söyleminde bulan yalnızlık duygusu, Türk aydınının belirleyici özelliklerindendir. Bu yüzden milli birlik ve beraberlik gibi tezler çoğu kez Türk aydınının bakış açısının sınırlarını çizmiştir. Türk aydınında geleneksel olarak devleti ortadan kaldırmak anlayışı yoktur. Gelişimi ve değişimi her daim devleti güçlendireceği ölçüde benimsemişlerdir. Cumhuriyetin “koruyucu ve kollayıcısı” ordu ile birlikte olmuşlardır bu aydınlar.
Ordu, Yeniçeri Ocağı’nın Vakayı Hayriye ile tasfiye edilişinden sonra ilerlemede ve Türk modernleşmesinde öncülük işlevi üstlenmiştir. Meşrutiyeti kuran Jön Türk Hareketi ordu-öğrenci gençlik kökenlidir. Cumhuriyet, asker-sivil aydınlardan oluşan İttihat ve Terakki’nin ikincil ordularının eseri olmuştur. Bu durumda kurucu aydınların önemli bir bölümü ordu kökenli Osmanlı aydınları iken, ordu ile aydınlar arasında dirsek teması hiç eksik olmamıştır. Türkiye’de darbelerin, ordu müdahalelerinin ve müdahale girişimlerinin tarihi aslında aydınlar tarihinin bir parçasıdır. Türkiye solculuğu da bu doğum izlerini her döneminde ve her halinde üzerinde taşımıştır. 27 Mayıs ve 12 Mart’ta darbeci generallerin ideolojik destekçisi aydınlardan Sol-Kemalist Doğan Avcıoğlu ve ekibine dek böyledir bu.
Öte yandan Türk aydınından söz etmek Türk solundan söz etmektir. Tıpkı Kemalizm’den söz mnenin Türk solu olmadan anlamlı olmayacağı gibi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı; “Türkiye’de bilimsel sosyalizm ilkin bir aydın davranışı ile başladı” tespitini yapıyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türk aydınının işgal edilmiş bir ülkesi vardır. Elinde kaldığını düşündüğü Anadolu yarımadasını kurtarma operasyonu ile yükümlü duymuştur kendini. Yenik İttihatçılar, yeni gelişmekte olan komünist eğilimli hareketler, İslamcılar, hatta İslam “milletinin” bir unsuru olarak Kürtler kurtuluş eyleminin içindedir. Mustafa Kemal ulusal kurtuluş mücadelesinde, İslamcılarla, solcularla ve Kürtlerle işbirliği becerisini göstermiş ve Cumhuriyet böylece kurulmuştur. Ulusal savaşın içinde ve sonrasında gücüne güvendiği bir işbirliğine gittiği unsurları tasfiye etmekten çekinmemiştir.
Ekim Devrimi ile işgal aynı zaman kesitinde yaşandığı için genç Sovyetler Birliği ve Anadolu’daki kurtuluş hareketi İngiliz emperyalizmi karşısında doğal olarak aynı cephede yer almışlardır. Kurtuluş Savaşı içinde solun etkinliği Kemalist tarih yazımınca görmezden gelmesine karşın oldukça önemlidir. Sol mücadele; Bakü’de Mustafa Suphi ve arkadaşları, İstanbul’da Aydınlıkçılar ve Ankara’da Anadolu’nun özgün komünist partisi Türk Halk İştirakiyyun Fırkası (THlF) ve onun etkisi altındaki Çerkez Ethem’in Kuvay-ı Seyyaresi tarafından yürütülmüştür. 10 Eylül 1920’de kurulan TKP ortak bir örgüt iradesinin pratiği ise de ayrı örgütlenmeler hep mevcut olmuştur.
Özellikle savaşın ilk yıllarında emperyalistlerce yok edilme tehlikesi karşısında İttihatçısından Kemalcisine dek tüm gruplar Bolşevizme eğilim ve sempati duymuşlardır. Hatta İslâmcı-milliyetçi düşünceler bile Bolşevizmle uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Kuvay-ı Seyyare çetelerinin mensupları Bolşevik sempatizanıdır. Eskişehir’de Yeni Dünya adlı bir gazete çıkarmaktadırlar. Türk Halk İştirakiyyun Fırkası’na gelince, kendi adayları Nazım Bey’i, Mustafa Kemal’in adayına karşı İçişleri Bakanı seçtirecek kadar etkinlikleri vardır. Daima yüksek bir sınıf bilincine sahip olan Kemalistler için en büyük tehlike bu üç hareketin birleşmesi olarak görülmektedir. Baku Kongresi ile TKP’nin kurulması ve Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya geçmek istemesi üzerine Kemalistler harekete geçerler. Solu şiddetle bastırma, solu tahrip edip bozma ve kontrol altına alma en eski Kemalist politikadır..
Sol güçlerin Ankara rejimi için yarattığı tehdit, Kemalist saflarda bile sempati toplaması, bunları kontrol altına alma gereksinimini doğurmuştur. Mustafa Kemal’in de üye olduğu resmi Türkiye Komünist Partisi’nin açılması bu gereksinimin sonucudur. İçlerinde Şeyh Servet Efendi gibi din adamlarının bulunduğu Yeşil Ordu da bu denetleme amacına uygun olarak kurulmuştur. Ancak maksat hasıl olmamıştır. Mustafa Kemal; “Ankara’da Komünist cereyanları arzu hilafınadır” sonucuna varmıştır.
Gelişmeler karşısında Kemalist Hükümet, Londra Konferansı öncesi tüm komünist gruplara karşı eş zamanlı bir saldırı başlatmıştır. İlkin Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’de boğulmuştur. Batı Cephesi’ndeki tek etkin silahlı güç olmasına rağmen Çerkez Ethem Kuvvetleri tasfiye edilmiştir.
THİF mensupları İstiklal Mahkemesi’ne verilmiş, ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Komünist Enternasyonal tarafından kabul ve onay gören parti, bizzat önderleri tarafından feshedilmiştir. Sovyet Rusya’nın tek muhatabı olarak Ankara Hükümeti kalmıştır. 16 Mart 1921’de Sovyetlerle Ankara Anlaşması imzalanırken, Londra’daki emperyalist beylere de komünizmle ilgileri olmadığı mesajı verilmiştir. Cumhuriyet bu koşullarda kurulmuştur.
Darbenin nispeten dışında kalan Aydınlık grubu oldu. Aydınlık grubu TKP’nin mirasçısı olarak kabul gördü. Ancak hemen başından itibaren mensupları antiemperyalizme vurgu yaparak Kemalizm’e yatkın davrandı. Komintern’in İkinci Kongresi’nde genç komünist partilerin burjuvazinin önderliği altında kurtuluş savaşı veren ülkelerde nasıl davranması gerektiği karara bağlanmıştı. Kemalistlerle işbirliği bu direktiften meşru dayanaklar buluyordu. Ancak iktidara gelmiş burjuvazi karşısında TKP’nin sınıf işbirlikçisi tutumu Komintern’in Beşinci Kongresi’nde mahkûm edildi. Şevket Süreyya, Vedat Nedim ve hatta Komintern sekreteryasında çalışan Şefik Hüsnü Kemalizm kuyrukçusu bir çizgi izlediler. Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist yönünü abarttılar. Türkiye Komünist Partisi’ni sol Kemalist bir partiye dönüştürdüler.
Buna rağmen Kemalist iktidar 1924 yılında başlayan Şeyh Sait ayaklanmasını bahane ederek, geçmiş ittifak bileşenleriyle kesin hesaplaşmaya gitti. Kürt ayaklanması bastırıldı. İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu gerekçesiyle Kemalistlere destek olan TKP’liler şiddetten paylarına düşeni aldılar. Cezaevleri doldu taştı. Mesaj alınmıştı. Cezaevlerinden çıkanlar Kemalizm’in buyruğuna girdiler. Vedat Nedim Tör’ün gönüllü teslimi ve itirafçılığından sonra, eski komünistler Kemalizm’in ideologları haline geldiler. Bir anlamda asıllarına döndüler. Mustafa Kemal sol güçlere şiddetli bir darbe vurduktan sonra, her zaman olduğu gibi teslim olanları devlet katında cömertçe ödüllendirdi, “Vedat Nedim, Şevket Süreyya, Burhan Belge ve Yakup Kadri, KADRO dergisini kurarak düzenin sağlamlaşması için düşünsel alanda hizmet vermeye başladılar.
Sınıf işbirlikçiliği bir kez sağlandıktan, sınıf bakış açısı ortadan silindikten sonra “imtiyazsız ve sınıfsız” bir millet olunduğu ilan edildi. Güneş-Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi geliştirildi. Türklük her yerde yüceltilirken, Türkçülük birleştirici ideoloji haline getirildi. Solcu aydınlar ülke sahnesinden r o da ya da teslim alınarak çekilirken resmi ideolojinin tüm taşları eski solcular tarafından döşendi. Sol yola yeni gelen ya da Nazım Hikmet türünden inatlarını sürdürmeye devam eden aydınlar hem doğumlarından hem geleneklerinden gelen izleri taşıdılar. Ve gelecek tüm aydın kuşaklar bu ideolojik birikim üzerinde şekillendi.
Türk solculuğunun her rengine Kemalizm damgasını vurdu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yeşeren anti-faşist solculuk da hem geçmiş şiddetin yarattığı korkunun hem de Kemalist etkinin deriyle malûldü. Zaten bütün ülkelerin devrimcilerinin görevi de emperyalizmin Sovyetler Birliğinde sosyalizmi yok etmesini engellemek olarak belirlenmişti! Komünizm ülküsünü bırakıp burjuva devrimlerini pekiştirmek uluslararası koşulların da etkisiyle Türk solculuğunun kalıcı bir eğilimine dönüştü. Tarihi, kültürü, dili, hatta laikliği bir Kemalist gibi algılama özelliği günümüze dek varlığını sürdürdü.
İkinci Savaş’ın sonunda yeşeren anti-faşist eğilim ise kısa zamanda bastırılmıştır. Ardı ardına açılan dergiler kapatılmış, sanatçılar baskı altına alınmış, Sabahattin Ali örneğinde olduğu gibi katledilmiştir.
Demokrasi havarisi Amerika’da Mc Carthy dönemi yaşanırken Türkiye’de Milli Şef rejimi vardır. Aralık 1945 tarihinde Sabiha ve Zekeriya Sertel’in Tan Gazetesi ve solcu Adımlar dergisi üniversite gençliğinin de içinde yer aldığı bir eylemle tahrip edilir. 60’ların ortalarına dek devletin vurucu gücü rolünü oynayan gençlik, “komünizmi tel’in” gösterilerinin ve saldırıların baş aktörü haline gelir, İzmir’de Zincirli Hürriyet adlı sol gazete tahrip edilir. Bu sırada Marshall yardımı gündemdedir. Truman Doktrini ile Türkiye Amerika’nın etkinlik alanı içine girer. Türkiye’nin NATO’ya kabulü bir tescil işlemidir.
Türkiye’de aydının devletten kopması 1950’ler sonrasındadır. Kore Savaşı’na katılımın aydınlar safında kitlesel olarak protestosu ve Barış Derneği girişimi bu dönemdedir. Sol aydın damarları oldukça kurumuş, bir anti-komünist aydın bölüğü dışında entelektüel üretim durmuştur. 27 Mayıs, Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı gelişmekte olan sol potansiyelli muhalefetin devleti kurtarma eylemine bağlanmasıdır. 27 Mayıs sonrası TlP’in kuruluşu ve YÖN Hareketinin gelişiminde eski sol birikimin payının teslim edilmesi gerekir. Ancak bu aydınların kurtarıcılık ve Misak-ı Millicilik kültüründen beslenmeleri solculuklarını da şekillendirmiştir.
Antiemperyalizmle karışık şoven eğilimler Türk solculuğunun belirleyeni olmuştur. Ve şovenizm kendisini en çok Kürt özgürlük sorununda dışa vurmuştur. Bu eğilimin tipik temsilcilerinden biri Attila İlhan’dır. Kendini daima “Marksist” olarak tanımlayan İlhan, Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal
gibi kimi Türkiyeli aydının 1995 yılında devletin Kürt politikasını eleştiren çıkışı karşısında şöyle diyor; “Sosyalist solcuların, üniter cumhuriyetten yana çıkması, Müdafaa-i Hukuk’tan beri gelen anti-emperyalist reflekslerin bir uzantısıdır. Biz bu işin içinde emperyalizmi görüyoruz. Sen görmüyor musun arkadaş? Burada kilitleniyor, burada laf yok”.
YÖN Dergisi yükselen sosyalizm dalgasından etkilenen aydınlar tarafından kurulmuştur. Sosyalizm ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi kaynaklı “kapitalist olmayan yol” açılımından beslenen bir çizgi ortaya konulmuştur. YÖN dergisinin ilk başyazısı “Tek çıkar yol sosyalizmdir” diye başlamaktadır.
Mustafa Kemal, yine devrededir. “Milli kurtuluş hareketlerini başaran azgelişmiş ülkelerin tek çıkar yol olarak seçtikleri, bu kapitalist olmayan gelişme yolu, aslında Atatürk’ün büyük bir sezişle bulduğu devletçilik ve halkçılık ilkelerinin uygulamasından başka bir şey değildir”, diye yazar YÖN ideologu Avcıoğlu. YÖN ve TIP çevresinin sosyalizmine “Kemalizm” içerilmiştir. “Tam bağımsızlık”ı en önemli dava olarak gören Mehmet Ali Aybar, 1965 seçimleri öncesi kendine yöneltilen bir soruyu da bu bağlamda yanıtlayarak; “Çünkü Türkiye için hayati önemde olan bütün öteki meseleler ancak Atatürk’ün dış politikasına dönülmesi ile çözüm yoluna girecektir” der. Dönemin solcularının hemen hemen tamamı mücadelelerinin kaynağını Mustafa Kemal’e bağlamayı tercih etmektedir.
Sol mücadelenin içinden gelen ve kendini toplumcu-sosyalist olarak tanımlayan ‘daima muhalif imajlı Aziz Nesin tipik bir örnektir. Atatürkçülüğü ulusal bağımsızlık olarak anladığını ifade eder; “Hemen söyleyeyim ben soldayım, böyle olmakla övünüyorum, çünkü yurdumun gerçek gelişmesini, halkımın kalkınmasını solculukta buluyor, buna içten inanıyorum. Yani sosyalistim, Türkçe’si toplumcuyum. Atatürkçülük ancak bu yolla sağlanır. Atatürkçülülük yalnız toplumculukla bağdaşır”. Aziz Nesin’in sözleri dönemin sosyalistlerinin durumunu yansıtıyor. Dönemin sokulan bir eğilim olarak tam bağımsızlık fikrini Kemalizm’e, Kemalizm’i de sosyalizme bağlıyorlar.
Sol yolun aydınlarının Kemalizm’i, devletin misyoneri görünümündeki resmi aydınların Atatürkçülüğünden aşağı kalmamaktadır. Üstelik birinciler muhaliftir. Bu durum Türkiye solunu daima bulaşık hale getirmektedir. Ancak 60’lı yıllarda devletin yanında değil karşısında olan muhalif aydının şekillenme süreci de başlamıştır. Altmışların sonları ve yetmişlerin başlan devrimci yükselişle birlikte sosyalizmin çekim alanına giren ve giderek radikalleşen genç aydınların dönemidir.
Kopuş zamanıdır. Gençliğin ezici çoğunluğu devletin vurucu gücü olmaktan çıkıyor. Devlete başkaldırıyor. Bağımsızlık ve demokrasinin aracı olarak sosyalizmi savunmaktan sosyalizmin kendisinin istenmesine giden yol açılıyor. Radikalleştiği koşullarda bile Kemalizm’in rengi solculuğa yansımaya devam ediyor. Mustafa Kemal ve tam bağımsızlık yürüyüşleri yapılıyor. Ve devlete baş kaldırarak dağlara çıkanlar, şiddetle sosyalizm diyerek iktidar isteyenler, hep ‘İkinci Kurtuluş Savaşı’ndan söz ediyor.
1966 yılı bir dönüm noktasıdır. TİP etkinlikli Fikir Kulüpleri Federasyonu Dev-Genç’e dönüşürken, Türkiye’nin genç solcuları Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim yanlıları olarak ikiye ayrılıyor.
Duruşları ve söylemleri bakımından radikal olanlar bir paradoks olarak “demokrasiye eğilirken, parlamento yanlıları bir sosyalist devrimi savunuyor. Sovyetleri revizyonist olmakla eleştirmeye başlayanlar, Halk Cumhuriyeti hedefliyorlar. Ki, bu pratik yolun teorize edilmiş hali, Kapitalist olmayan yol anlayışının Türk versiyonudur.
Burjuva Demokratik Devrimi tamamlama çizgisi olarak Milli Demokratik Devrim (MDD) kendi içinde ayrışıyor. Mihri Belli- Mahir Çayan ayrılığı gündeme geliyor. Mao Tse Tung çizgisi şekilleniyor. Yön dergisi yerini darbeci eğiliminin güçlendiğini belli eden Devrim’e bırakıyor. Gerilla tartışmaları, fabrika ve toprak işgalleri, dağlara çıkma dönemidir. Teorik ve ideolojik olarak henüz geçmişinden kopamayan radikal Türkiye solculuğu gençliğin şahsında siyasal iktidarı almak için şiddet yoluna başvurmayı seçiyor. Kemalizm’i aşkınlaştırmaya çalışan 27 Mayısçılar ve YÖN-Devrim çizgisi 11 Mart’a yürüyor. Parti-Cephe ve THKO çizgisince de pasif biçimde desteklenen eylem yenilgiye uğruyor. 12 Mart Muhtırası bu dönemde veriliyor. 11 Mart sol darbecilerinin alaşağı edilmesi her eğilimden Kemalist solculuk için sonun başlangıcı oluyor.
12 Mart’a gelene kadar Kemalizm bürokrasi dışında bir eğilim olarak solcuların-ilericilerin sorunu oluyor. Ve 12 Martla birlikte genelde devletle aydınlar arasında var olan konsensüs de sona eriyor. Silahlı eylemlerin yükselmesinin ardından Balyoz Harekatı geliyor. Döneklik bir aydın hali olmaya bu dönemde başlıyor. Çetin Altan örneğinde olduğu gibi, “Ben Marksist’im diyenler liberalleşiyor. 12 Mart’tan çıkış yaygın ve halklaşmış solculukla oluyor.
Kürt sorunu gündeme düşüyor. Bu sorun karşısındaki aydın tavn devletten ve Kemalizm’den kopuşun turnusol kâğıdı oluyor. Kürt solu kendi bağımsız çizgisini izlemek üzere ayrışmaya başlıyor. 70’lerin başında artık devrimci bir kopuşun ilk ideolojik teorik verileri ortaya çıkmıştır. 12 Mart sürecinde MDD eğilimindeki Aydınlık hareketinden kopan İbrahim Kaypakkaya’yı ayırt etmek gerekiyor. Teorik olarak eksik, entelektüel bakımdan yetersiz de olsa Kemalizm’i cepheden eleştiriyor. Ulusların kaderlerini tayin hakkı bağlamında Kürt Sorunu’nu somut olarak tartışmaya açıyor. Ve bir parti programının gündemi yapıyor.
70’ler şiddetli bir sınıf savaşı dönemidir. Saflar netleşiyor ve ayrışıyor. Silahlı mücadeleyi yöntem olarak benimseyen sol örgütler gelişiyor. Türk aydınının derinlik içermeyen genişleme dönemidir. Bu dönemin sonlarına doğru faşist saldırılar en çok sol yola eğilim duyan ve militan olmayan aydınlara yöneltilmiştir. Tek tek hedef gözetilerek öldürülüyor ya da sakat bırakılıyorlar. Server Tanilli ile başlıyor. Saldırı, aydınları pasifize etme ve yıldırma amaçlıdır. Ölümler hayatta kalanları aydın olmaktan çıkarmak amacını taşıyor. MDD-UDHD çizgisi silahlı mücadele perspektifi içinde bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veriyor. Sosyalizm ise henüz uzak görünüyor. Aydın yaşama biçimi yok ediliyor. 12 Eylül’e bu koşullarda giriliyor. 12 Eylül aydınlara şiddet, işsizlik, açlık ve ölümü göstererek vurmuştur. Aydının yüreksizleştiği ve teslim olmayanın soluğu dışarıda aldığı dönemdir. Sosyalizme inanan aydın kuşakları iktidarla uzlaşmaya hazır hale geliyor. Ezik solcular bölük bölük düzene bağlılık bildirmeye koyuluyor.
Aydınlar 80’li yılların sonlarına doğru devlete kapılanmaya başlıyorlar. Bunu daha yüksek transferücretiyle holdinglere yönelme izliyor. Globalleşme ve devletin küçülmesi söylemi gündemdedir. Devvlet aydınlarının yerini şirket aydınları alıyor. Özellikle, medya, iletişim ve reklam sektörü eski solcularla doluyor. Üniversiteler de aydın yetiştiren bir bilim yuvası olmaktan çıkıp kapitalist işletmelere dönüşünce aydın kaynaklan kuruyor. Bu işçi sınıfının aydın dayanaklarının da kuruması demektir. Türk sol yolunda 1930’larda başlayan itirafçılık ve döneklik geleneği 80’li yıllarda kitleselleşiyor.
80’li yılların sonuna gelindiğinde dönekler sayılamayacak kadar çoğalıyor. Dışarıda sürgüne koşan solcular medyatik reklâm kampanyalarıyla geri dönüyor. Çok uzun olmayan bir süre önce düzene isyan eden bir aydın kuşağı teslim oluyor. Kemalist gelenekte havuç daima cömertçe sunulmuştur. “Kökü dışarıda komünistler” ise duvarların yıkılışıyla birlikte, tıpkı Haydar Kutlu ve Nihat Sargın gibi düzene ve neo-liberalizme biat ederek dönüyor. Döneklik bir çizgiye dönüşürken geride kalanların sesi kısılmış, neoliberal saldırının ideolojik etkisi baskın hale gelmiştir. Yenik ve ezik aydınlar bu ideolojiye sarılıyorlar. Uzlaşma, “konsensüs” söylemiyle bir eğilim haline geliyor. İradeleri ve inatları kırılmış aydınların bir bölüğü ise düzen çiti ile çevrilmiş solculuğu seçiyorlar. Postmodernizm, örgüt düşmanlığı, ‘erk’e karşı olmak adına iktidar isteğinden vazgeçmek muhalif olduğunu iddia eden aydınlar tarafından savunuluyor. Sosyalizmin çözülüşü bu eğilimi besleyen en güçlü etmen oluyor.
12 Eylül, “Atatürkçülüğü” her niyete yenilen muz haline getirdi. Hapishanelerde “karıştır-barıştır” politikasını, İstiklal Marşı ve Atatürk’ün gençliğe hitabesinin ezberlettirilmesi eşliğinde gerçekleştirdi. CHP’nin 6 okunda simgelenen Kemalizm’den bunun dışında bir şey kalmadı. Devletçilik, Kemalist laiklik bu dönemde önemli darbeler yedi.
1984 yılında başlayan Kürt isyanı karşısında, sol Kemalistler, başta Uğur Mumcu ve İlhan Selçuk gibi örnekler olmak üzere, iyice şoven milliyetçi bir hatta çekildiler.
Neo-liberal ideolojinin gelişimi, globalleşme ve devletin küçülmesi söylemi gelişirken Kemalizm’in ideolojik hegemonyası önemli ölçüde zayıfladı. Kürt savaşı yılları aynı zamanda egemenler için bir iç çatışma dönemi oldu. Siyasal İslam radikalleşirken Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Ahmet Taner Kışlalı gibi Kemalist laikliğin temsilcileri olan aydınlar da yok edildi.
Kemalizm’in anti-emperyalist üst kaplaması dökülürken geriye yalnızca şoven milliyetçilik, resmi ideolojinin klişeleri ile örülmüş laikçi bir söylem kaldı. Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’in Kürt sorunu üzerine kaleme aldıkları yazılar ve devrimci aydın Eşber Yağmurdereli’nin hapis edilmesi kapsamında yürütülen tartışma özellikle tipiktir. Ahmet Taner Kışlalı Madalyonun Öteki Yüzü başlıklı konuyla ilgili yazısına Fatih Çekirge’den bir alıntıyla başlıyor; “Aydınlarımız da Güneydoğu’da PKK ile savaşan, mayına basma tehlikesini bile bile teröristin peşinden giden askerimiz kadar yürekli olmalı. Gerçekleri söylemekten ve savunmaktan kaçınmamalı”.
Bu “biz ve onlar” söylemi, savaşı sorgulamayan ve aydınlan resmi ideolojiye bağlayan, onları birlik ve beraberlik kalıbına dökmeye çalışan bir mantığın ürünüdür. Kışlalı bu yazısında Yağmurdereli’nin “terörist” geçmişim şöyle bir anımsattıktan sonra onun düşünce suçlusu olup olmadığını sorar. Ve şöyle devam eder; “Aydın kişi doğruyu mu savunmalı?… Yoksa devlet yanlısı, resmi ideoloji savunucusu damgası yemek korkusuyla esen rüzgâra mı uymalı?” Kendince Kışlalı, cesaretle rüzgâra karşı durmayı seçiyor! Ancak söyledikleri Kemalistlerin artık savunmacı bir psikoza da girmekte olduklarını gösteriyor. Bu mantığın en uç ürünü geçmiş MDD eğiliminin de en sağını temsil eden Aydınlık-Türk Solu dergisi çevresi oluyor. Emperyalizm karşıtlığı, milliyetçi ve aşın şoven bir anlayışa varıyor.
Şimdi Türkiye’de devlet aydınının yerini, şirket ve holding aydınlarının aldığı bir süreçten geçilmektedir.
Süreç Kemalizm’in ideolojik miadının dolmakta olduğuna işaret etmektedir. Başta Çetin Altan, oğullan Ahmet ve Mehmet olmak üzere ikinci Cumhuriyetçiler ile Kemalistler arasında sürdürülen ideolojik tartışma bu gerilimin en tipik örneğidir. Ancak Kemalizm’in sol üzerindeki vesayetinin sona erdiği düşünülmemelidir. Özellikle Kürt sorunu söz konusu olduğunda milliyetçiliğin çeşitli görünümleri kendini dışa vurmaya devam etmektedir. Sosyalizmin yenilgisi ve Sovyet sisteminin çöküşü Türk aydınında mevcut sol rengi oldukça soldurmuştur. 12 Eylül’ün depolitizasyon ve çözülme ortamının da etkisiyle pek çok sol aydın kendini toplumsal politika dışında tanımlamaya başlamıştır.
Politika giderek yalnızca bireysel olarak algılanmakta, bu bireysel algılayış ise sivilleşme ve resmi ideolojiden kopuş olarak sunulmaktadır. Bu tür aydınların tipik temsilcilerinden biri Hasan Bülent Kahraman, aydının kurgusu ve tanımı gereği politik bir varlık olması gerektiğini kabul eder. Büyük anlatılar, büyük ideolojiler sona ermiştir. O “büyük politika”, der. Yakın zamana dek, “büyük politika” doğrudan siyasete müdahaledir. Ona göre aydın bakımından artık “büyük politika” sona ermiştir.
“Sivil aydına doğru” başlıklı yazısında; “Ne var ki, politika kavramında konumlar değişmeye başladığında, makro düzeyden mikro düzeye indiğinde politik aydının o alanda ilişkisi biçim yörünge değiştirmeye başladı” der. Ve ekler; “Türkiye’de bunu henüz algılayabilmiş değiliz, aydının muhalif olmasının da aslında böylesi bir anlamı içermesi gerektiğini henüz yeterince belirlememiş bulunuyoruz- O nedenle aydınlarımız bugün bile ‘toplumu yönlendirmek’ çabasını ve kaygısını duyuyorlar. Bu, hâlâ onların, Faucault’nun deyişiyle ‘herkesin aklı ve vicdanı olduğu’ Aydınlanmacı ‘evrensel aydın’ rolünü üstlenmelerinden kaynaklanıyor. Üstelik bunu yaparken eski alışkanlıklarını koruyorlar.”
Kahraman’ın resmi aydına eleştirisi, toplumun bütüncül ideoloji etrafında değiştirilmesi, baştan sona yenilenmesi kaygısından kaynaklanıyor. Sivilliğe vurgu gerçeği örtemiyor. “Sivillik ve sorumluluk tarihsellikle eş anlamlı artık” diyor sonunda: “Toplumun büyük harfle yazdan tarihi bitti artık. Bu, aydının işlevini azaltmıyor. Aksine ona her zamankinden daha çok önem yüklüyor. Bundan sonra gene Faucault’nun deyimiyle mikro ilişkileri irdeleyen ve işlevini o düzeyde tanımlayan ‘özel aydın dönemine geçeceğiz”. Türk aydını şimdi buradadır. Gidiş bu yöndedir.
Türk aydınlarının en son toplu muhalif eylemi, 12 Eylül sürecinde Aziz Nesin ve Yalçın Küçük’ün örgütleyicileri içinde yer aldığı “Aydınlar Dilekçesi” olmuştur. 1260 aydının imzaladığı dilekçe 15 Mayıs 1984’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Necmettin Karaduman ve Cunta şefi Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e verilmiştir. Dilekçe; Hüsnü Göksel, Fehmi Yavuz, Aziz Nesin, Bilgesu Erenus ve Bahri Savcı tarafından götürülmüştür. 1950’de Kore Savaşı’na karşı yapılan eylem ve 1993’te Özgür Ülke’nin bombalanmasından sonra bir grup aydının gazete satması dışında toplu eylemi yoktur. Aydınlar Dilekçesi düzen sınırları içinde ve muhalefet dozu çok kısıtlı bir eylemdir. 2569 sayılı yasa çerçevesinde görüş bildirilmiştir. Bu dilekçe ile ilgili dava gülünç inkârlara sahne olmuştur. Dilekçeyi veren aydınların önemli bir kısmı sözlerinin arkasında duramamışlardır. Ve şimdi önerilen tamamen bireysel çıkışlardır.
Devlet kuşkusuz Türk aydını için varoluşsal bir olgu niteliği taşıdı. Bu onun genetiğinin bir uzantısıydı. Yeni Osmanlılar’dan Jön Türkler’e ve İttihat Terakki’den Cumhuriyet aydınına durum değişmedi. Kemalist ideolojiye yönelme bu yüzden kolay bir geçiş oldu. Kemalizm, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi haline geldi. Türk solu da bu kaynaktan gelip Kemalizm’den beslendiği için 70’lere dek radikal bir kopuş söz konusu olmadı. Türk solunun sosyalizm anlayışı tam bağımsızlık ve demokratlıkla maluldü. Solun Kemalizm’den kopma süreci, Kürt solu ve devrimcilerinin de Türk solundan kopuş süreciydi. Ve Türk solunun Kemalizm’le hesaplaşması bu sorun etrafında şekillendi. Kemalizm’den uzaklaşma aydın tanımlarının da değiştiği bir dönemle örtüştü. Bu yüzden şimdi görev yalnızca doğum izlerini silmek değil, aydın misyonuna da sahip çıkmaktır.
Gramsci’ye bağlı kalarak söylersek iki türlü aydın vardır; biri geçmişe bağlı aydınlar, diğeri düzeni değiştirmek isteyen aydınlar. Düzenin aydınları entelektüel niteliklerini yitirmişlerdir. Yaptıkları iş düzeni yeniden üretmektir. Bugünün neo-liberal aydınlan, akademisyenler kendilerinin üretmedikleri düşünceleri, kısaca bir yalanı, kendi ülkelerinde yaymakla görevli misyonerlerdir. Gerçek aydının kaynağı ise halktır. Halktan yana aydınlar egemenlere karşı mücadele eden, sesleri olmayanların, sesleri kısılmak istenenlerin yanında olmak isteyen kişilerdir. Bu aydınlar düşünce üretmek, gerçeği dile getirmek ve düzene dair ne varsa radikal bir biçimde sorgulamak ve eleştirmek durumundadırlar. Günümüzde aydının misyon sahibi olması ve angaje olması kabul görmüyor. Bu tür aydınlara dinozorluk yaftası yapıştırılıveriyor.
Ama bizim dünyayla, ülkemizle, kendimizle, halklarımızla ilgili sorularımız ve sorunlarımız, devrim diye bir derdimiz vardır, kim ne derse desin. Lenin toplumun değiştirilmesi için kendiliğinden bilincin yetmediğini dışarıdan bilinç taşınması gerektiğini söylemişti. Böyle bir durumda örgütlü aydınlara gereksinme büyüktür. Ve onlar olmadan devrim yapmak kolay değildir. Ancak Lenin; Proletarya partisinin Marksist öğretisini geliştirmiş olduğu Bir Adım İleri, İki Adım Geri adlı çalışmasında; “… modern kapitalist toplumun özel bir tabakası olarak aydın kesiminin belirgin niteliğinin, genel olarak alındığında, açık bir biçimde bireycilik ve disiplin ve örgüt yetersizliği” olduğunu da söylemişti. Bu nitelikler bugün çok daha barizdir. Yine de, bu gerçek aydının kazanılması gereksinmesinin önemini bir kez daha anımsatır bize. Öte yandan Marx ‘Onbirinci Tezi’nde; “Filozoflar bugüne dek dünyayı açıklamaya çalışmışlardır. Ama aslolan dünyayı değiştirmektir”, demişti. O günden bu güne aslolan hâlâ dünyayı değiştirmektir. Ve gerçek aydınların görevi de budur.
Kemalizm ve Türk Aydını
Kutsiye Bozoklar