Komünist Kuramcı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kaleminden Nicelik ve Nitelikçe Kürtlük

Nicelikçe (Ulus Olarak) Kürtlük
Türkiye Cumhuriyeti’nde Anadolu’nun ve Kuzey Karadeniz kıyılarının dışında bir “Doğu illeri” kavramı ve damgası var. 17 il sınırını içine alan bu bölgeye, rastlantıyı Allahtan saymayanlar için, herhalde bir kapris eseri olarak böyle bir ad takılmış sayılamaz. Bu bölge bir coğrafya bölünümünden ve kıtasından ibaret de değildir. Çünkü Kemalizm, güya genel bir yasa kisvesi altında oluşturduğu Genel Müfettişlikler oyununu yalnız bu bölgenin başına “Birinci Müfettişlik” adıyla onaylandı. Ve herkesten iyi Kemalizm bilir ki, bu öyle kuru bir merkeziyet, yani genel işlerde halkın işlerini kolaylaştırmak vb. saçmalar gibi, bir burjuva devleti için boşuna masraflı olacak bir külfetten ileri gelmez. Birinci Müfettişlik, hâlâ halkının baş ucunda asılmış bir Demokles’in kılıcı, bir ilan edilmemiş köpekçe sıkıyönetim, bir en yırtıcı ebedi terördür. Bu nitelikler gözönünde tutulduktan sonra, bütün bu bölgenin önce bir ayırtedilişinin, sonra militarist bir zulüm sistemiyle yönetilişinin Kemalizmin keyfi ya da babasının hayrı için yapılmış ve yapılmakta olmadığı kolay anlaşılır.
Doğu illeri bölgesinin asıl adı Kürdistan’dır ve bunun böyle olduğunu anlamak için, hattâ Doğu illerinin içlerine doğru Başbakanvari bir yolculuk yapmaya bile pek gerek yoktur. Türkiye Cumhuriyet atlasını açınız, şöyle kasaba adlarına bir göz gezdiriveriniz: “Dil devrimi”nin bu adları Türkçeleştirmek konusundaki bütün gayretlerine karşın, büyük çoğunluğunun sizin -yani Türklerin- anlayamayacağı bir dilden olduğunu hayretle görürsünüz: Hakkari-Van- Bitlis- Siirt- Mardin -Harput- Urfa- Malatya- Sivas vb… yalnızca il adları olan bu kelimelerin Türkçeyle bir ilgisi var mı? Gerçi belli olmaz, bakarsınız bir “tarih devrimcisi” çıkar, bize A-tena’nın at-ana olduğunu öğrettiği gibi, örneğin Malatya’nın Türkçe mal-at-ye kelimelerinden, Mardin’in mert: erkek + inden (erkeğin oturduğu mağara sözlerinden), bilmem Siirt’in  seyirtmek lâfından, yok Bitlis’in bitli İsa palavrasından geldiğini ve daha kimbilir neler Türkçeleştiriverir. Aslında il adları geçmişin birer yadigârı da sayılabilir. Fakat bir ülkenin hangi kavime ait olduğunu gösterecek asıl adlar, küçük kasabacık ve köy 10. Urfa milletvekili Şeref: “Birinci Millet Meclisi”, 3.1.1932. adlarıdır. Biz gelişigüzel bir örnek olmak üzere, Başbakan İsmet Paşa’nın Büyük Millet Meclisi’nde temsil ettiği seçim bölgesini ve Doğu illerinin en Batı  ilini, yani Malatya’yı ele alalım ve onun da köy adlarını değil de daha ikinci derecede olan ilçe ve bucak adlarını resmi devlet yıllığında görelim. Malatya ilinin sekiz ilçesiyle bucak merkezleri şunlardır: 1- Malatya: Merkezinde Porga, İspendre, Tahir, Kuzene, Kal’a; 2- Ariha ilçesinde: Sürgü, Levent, Guracık; 3- Arapgir ilçesinde: Şotik, Motmur; 4- Pötürge’nin: Keferdiz, Merdis, Tahsis, Sinan; 5- Eğin ilçesinde İlci (sakın Lenin’in kökeni olmasın?), İnseti, Ağın Paşkeli; 6- Kâhta ilçesinde: Tokariz, Merdis, Alut, Sincik (Bremişe); 7- Adıyaman: Samsat, Kuyucak, Karıcık, Çalgan, Tut; 8- Hekimhan: Hasan Çelebi, Gelengeç.
Bu durumda Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illeri dediği Kürdistan’ın bugünkü Türkiye sınırları içinde yeri, tuttuğu yer nedir? 1928 ve 1929 tarihli T.C. yıllığına göre: “Türkiye’nin kayıtlı genel nüfusu” 10.915.909 kişi; yüzölçümü 762.730 km2’dir. 17 Doğu ilinin (Erzincan, Erzurum, Elazığ, Urfa, Beyazıt, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır, Siirt, Şebinkarahisar, Gaziantep, Kars, Gümüşhane, Mardin, Maraş, Malatya, Van) sözedilen devlet yıllığmca nüfusu 2.738.267 kişi ve yüzölçümü 251.131 km2’dir. Yani Doğu illeri Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusça %24,7’si, toprakça %32,8’i oranındadır. Yuvarlak hesap söylenecek olursa, Türkiye Cumhuriyeti’nce yarı resmi şekilde sınırları çizilen Kürdistan, bugünkü Türkiye’nin nüfusça dörtte biri, toprakça üçte biridemektir.
Fakat bu oranlar kuşkusuz Türkiye içinde Kürt çoğunluğunu oluşturan iller için böyledir. Yoksa Kürt halkının bulunduğu bölgeler, bu 17 ilin sınırlarından çok daha geniştir. Batıda Sivas ve Adana, kuzeyde Ardahan ve Artvin illerinin sınırlarını aşar. Yukarıda Zalim Çavuş’un “talan” ettiği, Alişanların özerklik istedikleri bölgeler, kısmen Sivas iline dahildir. Doğu taraflarında seyahat eden bir Kürt düşmanı, Beyazıt ve Ağrı dağı bölgelerinde Kürtlerin salgınından söz ederken şunları yazıyor: “Fakat de-rebeylere zayıf düşmesi ve sonra da ilga edilmesi sonucunda Dicle sularında gezgin bir biçimde yaşayan bu Kürtler, buraları istila ederek ülkeyi çekirge saldırısına uğramış bir tarla gibi harap etmişlerdir! Ve tahribat çok derindir.” Pek acıklı olarak devam etmektedir: “Kürtler buralarda da kalmamışlar, yavaş yavaş daha kuzeye, Kafkasya’ya sokulmuşlardır. Gürcistan sınırında, Ardahan’ın otlaklarında, hattâ Yalnız Çam geçidinde (Artvin ili) bile bunları aynı vahşilikle, kaba ahlâkla, aynı toplum örgütüyle görmekteyiz.” 11. Yusuf Mazhar: Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 10.7.1930. Fakat Kürtlük deyince, onu yalnız Türkiye sınırları içine sığdırmak yeterli değil. Eski dünyada bugün Doğu ve Batı diye bir sınıflama nasıl olanaklıysa, tıpkı öyle iki Balkan vardır: 1- Batı Balkanları; 2- Doğu Balkanları… Batı Balkanlarını bilmeyenimiz yoktur. Genel olarak Balkanlar dediğimiz Avrupa kısmı. Fakat Asya Balkanları ya da Doğu  Balkanları diye henüz adı konulmamış bir Balkanlar var ki, onun herkesçe belirli ve bilinen tek bir adı yok. Muz gibi yiyenin niyetine göre çeşni değiştiren birçok adı var. Bu Balkanlar, bugünkü Kürdistan’m sınırlan üstündedir. Avrupa Balkanları gibi, Asya Balkanlarının da, büyük ve tarihsel geçitliliği yüzünden, Kürt, Ermeni, Arap, Süryani vb. gibi birçok ırk ve kavim karmakarışık, içli dışlı, bir arada bulunurlar. Avrupa Balkanları gibi Asya Balkanlarında da bu Arap saçı haline gelen ırk ve uluslar, ikide birde çatışırlar, şu ya da bu yabancı devletin ad ve hesabına komiteciler yetiştirirler. Bir farkla ki, Asya Balkanlarında Doğululuk egemendir. Asyalılık mühürü bütün şiddetiyle hüküm sürer. İşte Kürtlük denince ve bu Asya Balkanlılığı içinde, oldukça türdeş bir ırk ve geçim birliği temsil eden bir nüfus anlaşılır. Kürt deyince yalnız Türkiye sınırlan içinde bulunanlar hatırlanmamalı. Batı İran’da, Kuzey Irak’ta, hattâ Suriye’de de Kürtler vardır. Kürtlerin Kafkaslar’a kadar çıktığını yukarıda görmüştük. Ağrı isyanı, Türkiye’ye karşı İran Kürtleri içinde hazırlandı; Ağrı isyanından, birkaç ay sonra başta Barzan şeyhi olmak üzere, Irak hükümetine karşı kışkırtılan Kürt hareketi Irak’ta patlamış ve yıllarca sürmüştür.

Nitelikçe Kürtlük (Ulus Olarak)
Niceliğine, miktar ve sayısına kısaca işaret ettiğimiz Kürtlük nitelikçe ne haldedir? Başka bir deyişle ulus olarak bir Kürtlük var mıdır? Bunu araştırmak için önce ulus denilen gerçekliğin: 1- Tarihsel; 2- İstikrarlı bir olay olduğunu hatırlamak gerekir. Sırasıyla soralım:
1- Kürtlük istikrarlı bir varlık mıdır? Evet. Kürdistan denilen bölgenin yüzyıllardan beri tanınmış sosyal özelliği ve bu bölgelerde oturan insan kümelerinin içinde belki en eski bir kavim olarak (“tarih devrimcileri” duymasın) Kürtlerin bulunuşu, bugün bir olay olan Kürtlük topluluğunda su götürmez bir istikrarın varolduğunu, Kürtlüğün bir fatih peşinde koşarak toplaşmış gelgeç bir kalabalık olmadığını, belki şimdi de dahil olmak üzere şimdiye kadar üstünden sel gibi aşıp geçen
binbir fatihe karşın bir varlık olarak kaldığını kanıtlamaya yeterlidir.
2- Kürtlük tarihsel bir olay mıdır? Buna da evet. Gerçekte Kürt kavmi ve Kürt aşiretler topluluğu, yüzyıllardan beri varoluşuna karşm, bağımsız bir Kürtlük, bir Kürt ulusu davası, ancak dünya proletarya devrimleri çağına karşılık gelen, Doğunun ezilen ulus-larındaki ulusal uyanış tarihinden önce ciddi bir şekilde başlamış değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda derebeyi sistemi galip geldiği sürece Kürdistan içlerinde Kürtlük akımı değil, aşiret gayreti egemendi. “Bağımsız Kürdistan” sözü,  Kürtlüğün ulus olarak bir başka ulusa karşı konulusu, ancak yakın dönemin ve bugünün sorunudur. Tarihte Kürtlük olayından sözederken, bu böylece bilindikten sonra bilinen “ırk” tasarısını da unutmayalım. Türk burjuvazisi, o ender “tarih devrimciliği” hızıyla bütün “uygar” ulusların Türk olduklarını kanıtlarken, “vahşi” Kürtlerin de “irken” aslında Türk olduklarını ya da safkan Türkleri Kürtleşürdiklerini ileri sürmekten geri kalmıyor. Adı geçen yazar bu noktaya şöyle değinir: “Yanımda aydın geçinen bir kişi vardı. Ev sahibinin durumunu görerek. ‘Azeri Türkler burada Kürtlerin üzerinde ne derin etkiler yapıyorlar… bak adama! Bu Kürtten çok Türkü andırıyor’ demişti. Zavallı şaşkına olayı tersine görmesi gerektiğini anlatamadım, Çünkü o bir Türkün Kürtleşebileceğini aklına sığdıramıyordu. Fakat gerçek böyleydi ve böyledir de.”
Tabii ciddi bir konuda “Kürtleşmiş” olanların hangi ırktan olduklarını anlamak, kan muayenesi yöntemlerine başvurmak ancak Kemalist ulusçuluğunun, o da nalıncı keseri türünden harcıdır. Oysa böyle bir yöntemin mantıksal sonucunu Anadolu Türklerine de uygulamaya kalkışmak gibi Kemalizm için tehlikeli, bizim için boşuna bir olasılık da vardır. O zaman kimlerin kanlarında nelerin bulunduğunu “Allah bilir”di. Fakat ulusun tarihsel ve sosyal bir kavram, ırkmsa doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için bu üzüntü ve yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz insanların Kürtleşmiş ya da Türkleşmiş olduklarına değil, bugün sosyal olarak Kürt mü, Türk mü tanındığıyla yetineceğiz.
Bu iki ana hat çizildikten’ sonra ulusallık sorununun özelliklerini de arayalım. Ulus deyince somut olarak nasıl bir topluluk akla gelir: 1- Yurt birliği; 2- Öz dil bnliği; 3- Kültür birliği; 4- Ekonomi birliğini tüm olarak temsil eden bir topluluk. Kürtler böyle bir topluluk mudur? Bakalım:

1- Yurt Birliği:
Yukarıda geçen düşüncelerden sonra Kürtlerin, yüzyıllarca süre Anadolu’dan coğrafya açısından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve uğrağı olmuş, iklim ve doğaca az çok türdeş bir yurt içinde, bir arada yaşamış bir topluluk olduklarını kanıtlamaya gerek kalmaz. -12. Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930-

2- Öz Dil Birliği: Kürtçe, Türkçe ile taban tabana zıt bir dildir. Fakat acaba bütün Kürtlerce konuşulan biricik bir dil var mı? Burada şu iki noktayı  unutmamak gerekir: a) Öz Dil Birliği: Ulusal bir birlikten sözederken, mutlak istisnasız dil birliği değil, öz dil birliği kastedilir. Bugün Kürdistan’m bazı il merkezlerinde ekonomik çıkarları Türk burju-vazisiyle az çok uzlaşabilen bazı Kürt burjuvaları ile Kürt aydınları arasında Kürtçeden kozmopolit bir tiksiniş vardır. Bu durum hâlâ bugün bile Türkiye’nin kültür merkezinde yaşayan monşerleşmiş Türk burjuvalarında görülenden farksızdır. Fransızca ya da Fransızlaştırılmış Türkçe konuşmayı bir üstünlük sayan Türk burjuvaları, bir Anadolu Türklüğünün varlığını nasıl inkâr etmezse, tıpkı öyle, Doğu illerinin Türkleşmiş gözüken kocaman Kürt tüccar, müteahhit ve memurları da biricik bir Kürt dilinin varlığını yok edemez. Aslen ulus dili olarak dil birliği denince, geniş halk tabakalarının konuştuğu ana dil, öz dil akla gelir. Doğu illeri denilen Kürdistan’m halk dili böyle bir dildir, b- Şive Farkları: Kürdistan’ın eski uygarlıklara uğrak bir dört yol ağzı oluşu, çok eski zamanlardan beri, burada ana hatlarında ortak biricik bir dilin doğmasına ve yaşamasına olanak tanımıştır. Fakat sosyal bünyenin hâlâ bugün bile yarı klan ve yarı derebeyi  durumunda kalışı, çeşitli bölge ve zümrelerin Kürtçeleri arasında bazı farkların bulunmasını gerektiriyor. Ama bu farkları gereğinden fazla  büyütmemeli; hele Türkiye gibi, önemli bir azınlığın en ufak kültürel varlığına bile tahammül edilemeyen bir ülkede, en belirsiz siyasal hareketin bağışlanmaz bir cinayet sayıldığı kısmında, bu farkları pek doğal bulmak gerekir. Bununla birlikte, çeşitli şiveler arasındaki farklar, herhangi bir Doğu ulusu içinde bulunabilecek farklardan daha büyük değildir. Yerinde inceleme yapmış olan yoldaşlarımızın verdiklerr bilgilere göre, Kürdistan’da ve Kürtler arasında, adeta birbirinden farklı iki dil gibi sayılan iki şive var: asıl Kürtçe, Zazaca… Oysa bu şiveler arasındaki belli başlı farklar, şu üç tür nüanstan ibarettir:
1- İkinci derecede harflerin değişimi: Örneğin bazı kelimelerin asıl Kürtçe’sinde p,g,d harfleri, Zazaca’sında sırasıyla c, t, b gibi harflere dönüşüyor. Ya da asıl Kürtçe denilen şivedeki e, i sesli harfleri Zazaca’nın ov-oy seslerine dönüyor. Bugünkü Türkçe, çeşitli il ve bölgelerde bu kadarcık değişikliklere uğramaz mı? Örneğin bir buğday kelimesini alalım. Bu kelime Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yalnız herkesin bildiği şu şekillere girer: buğda, buğdey, buydey, boğday, buğday, bûdey. büyde vb… ö harfi sert g ya da y harfine dönüyor ya da büsbütün kalkıyor, y harfi olmamışa dönüyor.
Seslilerden u harfi û, o, ü; a harfi e oluyor. Fakat bütün bu değişiklikler, Türkiye’de bir Türk ulusu bulunmadığını gösterebilir mi? 2- Eklemelerin
değişmesi: Örneğin asıl Kürtçe’de im, dim ile biten kelimeler Zazaca’da î, e eklemeleri ile bitiyor. İstanbul yöresindeki geliyorum, Anadolu’da ya a-radan ru kaldırılarak geliyom ya da büsbütün tuhaf eklerle gelipdurum, ge-lippatınm biçimlerine girmez mi? 3- Başka dillerden gelme: Kürtçe’de en çok Farsça olmak üzere, batıya doğru gittikçe artan tek tük Türkçe ve güneye doğru indikçe Türkçe’den az fazlaca olmak üzere Arapça kelimelere rastlanır. Fakat yabancı kelimelerin binbir çeşidiyle dolu olan Türkçe, bu yönden Kürtçe’yi geride bile bırakır. Yalnız burada bir yön akla gelir. Tarihsel kökenlerine bakılırsa, Kürtler eski İranlı istilacıların, Kürdistan yerlileriyle kaynaşmasından doğma sayılır. Bu itibarla Kürtçe’de Farsça’nın büyük bir etkisi olabilir. Fakat fiillerinin bünyesine bakılacak olursa, Kürtçe köklerini ayrı bir dil saymak gerekir. Her ne olursa olsun, hattâ Kürtçe’nin Farsça’dan çıkma bir dal budak olduğu kabul edilse bile, bugünkü Kürtçe ayrı bir birliktir.
Ve nasıl Azeri lehçesiyle Osmanlı Türkçesi bugün Azerbaycan ve Türkiye gibi iki başka ulus yurdunun gerçekliğine engel değilse, tıpkı bunun gibi, ailevi bağlan uzanan bir Kürtçe de, bağımsız bir ulus dili olmaktan geri kalamaz.

3- Kültür Birliği: Kürtlerin kendilerine özgü bir zihniyeti, bir “ulusal ruh”u var mı? Kürtleri yakından tanıyan yoldaşlarımız bize, geri nitelikte de olsa, Kürtlerde güçlü bir karakter özelliği bulunduğunu anlatmışlar ve Kürtleri her tanıyan için bunu teslim etmeme olanağı bulunmadığı söylemişlerdi. Gerçekten Kürdistan’m her yanında Kürtlüğe özgü ortak niteliklerin  bulunduğunu, o kadar ki, bu niteliklerin burjuvazinin bile ödünü patlatacak kadar sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan terleye terleye anlatırlar. Doğu illerindeki oldukça özgün incelemelerinde biricik olan Yusuf Mazhar anlatıyor: “Kafkasya’dan göç etmiş Dağıstanlı Türkler buraya yerleşmişler… Bunlardan Diyadin civarında Taşlı Çay köyü etrafına yerleştirilen 3-4 bin kişi, Kürtlerin zulmünden kurtulmak için, hemen bir aşiret oluşturarak onların birçok adetini aynen kabul edip izleyerek dört yanlarını saran bu ilkel insanlar arasında varlıklarını zorla ve kısmen koruyabilmişlerdir. Dağıstanlıların başkanı olan Murat beyle görüşmüştüm.
Bunların, isteklerine göre geçindikleri, sakin yaşama ve az çok insani duygulara karşı Kürtlerin nasıl düşmanlık beslediklerini bu adamın dilinden dinlemelidir? (Bu soru işaretini biz koymadık.) Bu saldırganlıklar Dağıstanlıları gereği gibi değiştirmiştir. Diğer Dağıstanlılar yerleştikleri başka bölgelerde, böyle oluşumlarla kendilerini savunamadı ki arından Kürtlere yenilmişler, kaynaşmışlar, adeta asimile olmuşlardır. Bu olgunun ortaya çıkmasını her yerde görüyoruz. Hattâ Erzincanlı gibi güçlü bir Türk muhitinde (bakın o “güçlü Türk muhiti”ne…) il merkezinin geceleri ışıkları görünecek kadar yakınında bir köy halkı Kürtlerin saldırganlıklarından, zulmünden kurtulabilmek için Kürt olmakta  başka çare
bulamamışlardır. Bu olay 20-30 yıl önce tamamlanmıştır. Bunu Erzincan’da bilenler hâlâ vardır. Eğer sorarsanız size Mecidiye köyünün, Geçit köyünün Kürtleştiğini söylerler. Şimdi isyanın görüldüğü bölgelerdeki köyler -Gümüştepe, Beyazıtağa, Kızılkaya, Karabulan vb… Hattâ asilerin
reislerinden Kör Yusuf un oturduğu Soluksu gibi- Türk adları taşıdıkları halde buralarda bir tek Türk kalmamıştır.”
Gerçi bu itiraflarda, üretici güçlerin oldukça geri olduğu bir bölgede, insan kümelerinin nasıl çarçabuk daha ilkel örgüt şekillerine döndükleri de var. Fakat dikkat edilirse bu şekil değiştiriş, salt bir sosyal bünye değiştirişinden ibaret kalmıyor. Kürtlerin yalnız yaşayış biçimine, uyulmuyor, aynı zamanda olduğu gibi Kürt dilini ve kültürünü benimseyiş ve Kürtleşiş kendini gösteriyor. Bu örnekler Kürt kültürünün ve düşüncesinin oradaki yaşayış biçimlerinin de hızlıca yardımıyla ne kadar etkili olduğunu yeterince anlatır.
Ve bu zihniyet bütün Kürdistan içinde az çok nüanslarıyla birlikte, ortak ve geneldir.
Türk burjuvazisi Kürtlüğe karşı iki tür önlem kullanıyor: 1- Yerleştirme siyaseti; 2- Göç ettirme siyaseti… Rum ve Ermeni azınlıkları üstünde denenen ve Türk burjuvazisinin epey istediği gibi dönen bu siyaset, Kürtlüğe karşı tutunatülecek mi? Yani Kemalist burjuvazi Türkiye’nin üçte birine varan Kürtlüğü ortadan kaldırabilecek mi? Birinci önlem, yani yerleştirmeyle, bütün korumalara karşın ters sonuçlar elde edildiğini burjuvazi bizden iyi bilir. Doğu illerinde yerleştirilen göçmenler, hattâ il merkezlerine en yakın olan köylerde bile, ya Kürtleşip kayboluyor ya da geldiği gibi kaçmaya zorunlu kalıyor. Göç ve yok etme yöntemlerine gelince, ilk olarak ülkenin üçte birini bir yandan diğer yana kaldırıp atmak ne olanaklıdır, ne de burjuvazinin beklediğini verir.
İkinci olarak ulu orta yoketmecilik özellikle şu kültür konusunu ilgilendiren önemli sonuçlar vermektedir. Kürt halkının cidden nesli boldur. Verdiği kurbanlar, ezen Türklüğe karşı ezilen bir Kürtlük varolduğu kanısını, tüm Kürdistan halkı içinde genelleştirmek, yaymak ve derinleştirmekten başka hiçbir ürün vermiyor. Şu halde, Türk burjuvazisinin egemenlik ve 13. Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930 baskısının süre ve şiddetiyle doğru orantılı olarak Kürtlüğün düşüncesi ve kültürü genişleyecek ve türdeşleşecektir. Kürdistan halkının öyle bir “Kürt
kafası” deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe çoğalan masal devlerinin başlarına benzer.

4- Ekonomik Birlik: Tarihsel ulus gerçekliğinin oluşumu demek, özel anlamıyla bir ülkede kapitalizmin doğuşu demektir. Fakat bugün biz o çorak kapitalizm-öncesi dünyasında değil, emperyalizm dünyasındayız. Emperyalizmse değil kapitalizm-öncesi, değil kapitalizm, kapitalizmin de “çürüyüp dağılan” ve ölüm aşamasıdır. Emperyalizmin bu özelliğinin bir ifadesi de, kapitalist ilişkiler çerçevesine sığmayacak kadar geniş ve evrensel bir ekonomik ağın tüm yeryüzünü sarmış olmasındadır. Şu halde daha sorunun somut içine girmeden önce, ayda ya da bir başka yıldızda bulunmadığına göre, Kürdistan’ın da yeryüzünde olduğunu, yani biricik dünya kapitalist ekonomisi içinde sayılabileceğini kabul etmek gerekir.
Sorunu genellikten ve soyutluktan çekip çıkarırsak, bir ülkede ulusallık ilişkilerinin doğması, pazar ilişkilerinin o ülke ölçüsünde genişleyerek gelgeçlikten ve rastlantısallıktan kurtulması anlamına gelir: Kürdistan’da egemen üretim biçimi henüz ataerkil kapalı ekonomi olmaktan kurtulmuş değildir. Fakat bütün geri ülkelerde ortak olan bu nitelik, Kürdistan ölçüsünde geniş ve oldukça sürekli pazar ilişkilerinin doğmuş olmasını reddetmez. Onun için böyle pazar ilişkilerinin varolup olmadığını değil -çünkü vardır- fakat Kürdistan’a özgü, yani Türkiye’den az çok bağımsız bir pazar ilişkilerinin bulunup bulunmadığını saptamak yeterlidir. Kürdistan’ın kendisinin bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu’dan ayrı kalışını bize açıkça gösterecek iki su götürmez olay var:
1- Kaçakçılık; 2- Gümüş para…
A) Kaçakçılık: Güney sınırlarındaki bitmez tükenmez çapul sahneleri, güney sınırlarına Türkiye’den kaçan Ermenilerin yerleşmesi, güney sınırlarına yakın Hoybon Kürt İstiklal Cemiyeti’nin karargâh kurması, güney sınırlarının bir kaçakçı karakolları zinciriyle kuşak gibi kuşatılması… İşte dört olay ki, Kemalist burjuvazi için tanımı gayet kolay birer sorun: vatanhainliği! Fakat biz biliyoruz ki, bir şeye sövmekle, o şey yok edilmiş olmaz. Haydi 250-300 kişilik çetelerle ikide birde Urfa ovalarında, davarını, devesini, sürüsünü “hat altına” götüren “çapul sahne” lerini, genel olarak kaçakçılığa zemin hazırlayan keşif kolu saldırıları sayalım. Fakat diğer manevi saldırı tarafını, “Ermeni yurdu”nu, “Kürt bağımsızlığı”nı nereye bağlayacağız? Ya bu müthiş ve sistematik  kaçakçılığın kendisi neden? Hiç kuşkusuz bütün bu sorguların topuna birden yanıt verebilecek olan şu “her yerde hazır ve nazır” “alim, semi basir”, “lâşerike leh ve lâ nazire leh” olan pazar “celle celâlüh” hazretleridir.
Emperyalizmin Nusaybin hattını bıraktırmayan pazar, Ermeni ve Kürt aji-tatörlerine sınır boyunca siper aldırtan pazar, Erzurum’dan ve Erzincan’dan kalkıp Gaziantep’te krediyle kaçak alışverişine gelenlerin kıblesi ve cazibesi pazar! Bu pazar Kürdistan pazarıdır ve Kürdistan pazarı bu pazardır. Kaçakçılığın en büyük nedeni kim ve nedir: 1- Kemalizm; 2-Kürdistan pazarı.
a) Kemalizm: Evet şaşılacak bir şey yok. Kaçakçılığı en çok kovalayan gibi, en büyük davet eden de Kemalizmin ta kendisidir. Cumhuriyet burjuvazisinin çelişkileri bir değildir. İç pazarı tekelci ve tefeci sermayenin kurbanlık koyunu haline getiren ve bu müthiş bunalım yıllarında, dünyanın hiçbir yerinde görülmedik derecede yüksek tekelci fiyatları halka dayatarak hayatı ateş pahasına çeviren Kemalizm, kaçakçılığa en büyük yemi hazırlayan bir sistemdir. Nitekim bunu bir komünist değil, bizzat fi-nans-kapital yayın organının en sunturlu başmakalesi de itiraf eder: “Öyle yapılmalı ki, o kadar geniş ve o kadar az mangayla sınırlanan bir ülkede, bir sınırın iki yanındaki halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi olmamalıdır. Yani varsayılan demiryollarının yürüdüğü aynı sahra üzerinde kurulmuş iki köy, örneğin şekeri biri okkası yirmi kuruşa, diğeriyse yetmiş kuruşa yemek zorunda kalmamalıdır. (Yani Kemalizm Türkiye’ye egemen olmamalıdır gibi bir şey.) Yoksa ne yapılırsa yapılsın kaçakçılık önüne geçilemez olarak kalacaktır.”
b) Kürdistan pazarı: Tabii Türkiye’nin bütün sınırlarının “iki tarafındaki halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi”dir. Oysa kaçak ticaretin normal alışveriş derecesine girdiği Doğu illerinde buna neden yalnızca bir tek değildir. Belli başlı nedenlerin önünde burjuvazinin “o kadar geniş, o kadar az mangayla sınırlanmış” deyişinden de anlaşılacağı üzere, Kürdistan pazarının, İç Anadolu’dan çok doğal ve tarihsel nedenlerle Suriye’ye bağlı oluşu gelir. Sözgelimi: a) Trablus, Nizip, Besni, Malatya; b) Saraypınan, Suruç, Siverek, Elazığ; c) Resulayn, Viranşehir, Diyarbe-kir, Osmaniye, Palu, Kiğı, Erzincan vb. yollarıyla ta Karadeniz yaylalarına* (belki oradan İstanbul’a) ve Erzurum, Kars yaylalarına, Van gölünün ötelerine kadar sistematik olarak işleyen kaçakçılık, kervanlarını yüzyıllardan beri geçtikleri yerlerden geçirmekten başka bir iş yapmıyor. * yüceliğin yücelsin, görüp anlayan, ortağı ve benzeri olmayan (y.n.) 14. Milliyet, 10.12.1931.
Cumhuriyet burjuvazisi, Fevzipaşa-Diyarbekir hattıyla Ergani Bakır Madeni şirketini sevindirdiği kadar, kaçakçılığı da yerindirmek ve bütün ordularının “tedip sefer”lerine, gezici-sabit jandarma ve it sürüsü gibi milis kıtalarının yoketme terörüne karşın, henüz yabancısı ve uzağı kaldığı Kürdistan pazarını fethetmek istiyor. “Kaçakçılar” dizisinin yazan diyor ki: “Fakat Trablus Türk demiryolu son bir yıl içinde kaçakçılığa oldukça ket vurmuştur. Trablus, Nizip-Besni yoluyla en çok kaçağını Malatya’ya sokardı. Malatya demiryolu, Malatya pazarında kaçağı sınırladı. Doğuya giden demiryolları kaçakçılığa,  fesatçılığa karşı çekilmiş bir kılıçtır.”
Bu kılıç Kürdistan pazarının geleneksel ve doğal bağlarını ne dereceye kadar kesip atacak? Bunu zaman gösterecektir. Hattâ gösteriyor bile. Özel kaçakçılık mahkemelerine, gümrük ordularına karşın, burjuva basınında şanlı bir zafer gibi bir haftada, falan yerde şu kadar kaçak eşyaya el konulması “kervanın yürüdüğü”nü gösteriyor.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz