SCHOPENHAUER: YASALARIN BELİRLENDİĞİ YOLDAN GİDEREK AMACIMIZA ULAŞAMAYIZ!

SIRADAN İNSAN, DOĞANIN FABRİKASYON ÜRÜNÜDÜR VE DOĞA HER GÜN BÖYLE BİNLERCESİNİ ORTAYA ÇIKARIR.

İsteme Olarak Dünya: İstemenin nesneleşmesi
Soyut tasarım, kavram söz konusu olduğunda, onun içeriği bakımından da bilgi ediniriz. Çünkü o, bütün içeriğine, anlamına yalnızca algılayıcı tasarımlama aracılığı ile sahip olur. Algılayıcı tasarımlama olmasa, kavram değersiz olurdu, boş olurdu. Dolayısıyla, şimdi, yalnızca algılayıcı tasarımlamaya güvenerek, onun içeriğinin bilgisine, daha kesin bir tanımına, onu bize sunan kalıplara ulaşmaya çalışacağız. Biz özellikle kavramların gerçek anlamıyla ilgili bir içgörü elde etmekle ilgileniyoruz. Bu anlam olmasa o yalnızca duyumsanır. Ama anlam yüzünden bu imgeler büsbütün yabancı, anlamsız olarak yanımızdan geçip gitmez, anlam aracılığı ile doğrudan bize seslenir, anlaşılır, ilgi çekerler. Bu ilgi bizim tüm varlığımızı işin içine katar.

Dikkatimizi matematiğe, doğa bilimine, felsefeye çeviriyoruz. Onların tümü ulaşmak isteğimiz anlayışın bir bölümünü sağlama konusunda bize umut verirler. Şimdi ilkin felsefeyi ele alalım. Onun çok başlı bir canavar olduğunu görürüz. Bunlardan her biri başka bir dil konuşur. Burada ele aldığımız nokta üzerinde, – algı tasarımının anlamı üzerinde – ayrılığa düşmedikleri doğrudur. Kuşkucular ile idealistler dışında, ötekiler, felsefenin büyük bölümü, tasarımın temelini kuran nesneden söz ederken birbirleriyle uyuşur. Bu nesne, tüm varlığı, doğası bakımından tasarımdan farklı olsa da, bir yumurtanın başka bir yumurtaya benzediği gibi bütün noktalarında tasarıma benzer. Ne ki, böyle bir nesneyi, tasarımdan ayırt etmeyi bilmediğimiz, nesneyle tasarımı, bir, aynı diye gördüğümüz için bunun bize yararı yok. Çünkü her nesne, her zaman bir özneyi öngörür, dolayısıyla da sonunda geriye tasarım kalır. Benzer biçimde biz nesne olmanın tasarımın en genel kalıbına ait olduğunu saptadık. Tasarımın en genel kalıbı tam şudur: Özne ile nesneye bölünme. Bunun gibi, bu bağlamda değinilen yeter sebep ilkesi de, benzer biçimde bizim için tasarımın kalıbıdır olsa olsa. O, bir tasarımın öteki ile uygun birleşiminin kalıbıdır. Ama tasarımların sonlu ya da sonsuz dizilerinin tümünün, tasarım olmayan, dolayısıyla da algıda temsil edilmeyen şeylerle birleşiminin kalıbı değildir. [… ]

Algı tasarımının (şimdiye dek ancak genel olarak, salt kalıbı içinde biliniyordu) eksikliğini çektiğimiz daha tam bir bilgisini matematikte ararsak şunu görürüz: Matematik, bu tasarımları ancak onlar zaman ile uzamı doldurdukları ölçüde, açıkçası büyüklükler oldukları ölçüde ele alır. Matematik, büyüklüğü, yer kaplamayı en yüksek kesinlikle belirtecektir. Gelgelelim, bu her zaman görelidir, başka bir deyişle, olsa olsa bir tasarımın ötekiyle karşılaştırılmasıdır. Bu, yalnızca tek -yânlı olarak, büyüklük bakımından betimlenen bir karşılaştırmadır. Öyleyse, aradığımız bilgi bu da değil.

Son olarak, doğa bilimlerinin pek çok alana bölünen geniş yöresine bakarsak, ilkin iki ana bölüm ayırt edebiliriz. Doğa bilim, ya biçimlerin betimlemesi ya da dönüşümlerin açıklamasıdır. Biçimlerin betimlenmesine Biçimbilim, dönüşümlerin açıklanmasına Nedenbilim denir. Biçimbilim kalıcı biçimleri araştırır, nedenbilim ise değişen özdeği, onun bir biçimden ötekine geçişinin yasaları bakımından araştırır, tiki, bizim benzetmeli olarak ‘doğal tarih’ dediğimizin tümüdür. Doğal tarih, özellikle bitkibilim, hayvanbilim aracılığı ile bize çeşitli biçimleri öğretir. Bu biçimler (bireysel parçalarında durmadan değişseler de) kendilerinde kalıcı, örgütlüdürler. Bu yüzden onlar kesinlikle belirli biçimlerdir, algısal tasarımda içeriğin büyük bölümünü oluştururlar. Bu biçimler, doğal tarihte, doğal ya da yapay dizgeler aracılığı ile sınıflanır, ayrılır, birleştirilir, düzenlenir. Onlar, kavramlar altında toplanır, bu kavramlar da bütün biçimler konusunda genel bir bakış, bilgi sağlar. Ayrıca, bu biçimlerin hem tümünde hem de parçalarında olan, onlar aracılığıyla ilerleyen (unite de plan [plan birliği]) sonsuz incelikteki bir benzeşim de temellendirilir. Dolayısıyla onlar, açık açık belirtilmeyen bir tema üzerindeki karmakarışık çeşitlemelere benzerler. Özdeğin bu biçimlere (bireylerin kökenine) girmesi araştırmanın ana bölümü değildir. Her birey doğurma sonucunda benzerinden doğar. Bu süreç bütün türlerde, aynı ölçüde gizemlidir. Bu durum, şimdiye dek bizim onu açıkça kavramamızın elinden kaçmıştır. Bu konudaki bilinen az bir şey fizyolojide içerilir. Fizyoloji, doğa biliminin nedenbilim bölümüne aittir. Mineral bilimi, özünde biçimbilime ait olsa da, özellikle yerbilime dönüştüğünde, nedenbilim olmaya eğilimlidir. Nedenbilim, doğabilimin daha çok neden ile sonucun bilgisiyle ilgili bütün dallarını kapsar. Bu bilimler, özdeğin bir koşulunu, ikinci bir koşulun şaşmaz bir yasaya göre nasıl izlediğini; bir değişimin, ikinci, özel bir değişimi nasıl kaçınılmaz biçimde belirlediğini, ürettiğini öğretirler. Bunun kanıtlamasına açıklama denir. Burada biz başlıca mekanik, fizik, kimya, fizyoloji bilimlerini buluruz.

Bununla birlikte, kendimizi onun öğrettiğine verirsek, nedenbilimin, aradığımız bilgiyi bize biçimbilimden daha fazla veremeyeceğini fark ederiz. Biçimbilim bize sayısız, sonsuz sayıda karmaşık biçim gösterir. Gene de bu biçimler birbiriyle ilintilidir, şaşmaz bir ailesel benzerlik gösterirler. Bunlar bizim için tasarımlardır. Yalnızca böyle düşünüldüklerinde onlar sonsuza dek bize yabancı kalırlar. Bizim gözümüzde, onlar anlayamadığımız hiyeroglifler gibidir. Öte yanda, nedenbilim, neden-etki yasasına göre özdeğin belli bir özel koşulunun ikinci bir özel koşulu ortaya çıkardığını gösterir. Böylece bilim özdeğin durumunu açıklamış, ödevini yerine getirmiş olur. Gelin görün ki, gerçekte o, özdeğin durumlarının uzam ile zamanda belli bir düzene göre ortaya çıktığını göstermekten öte bir şey yapmaz. Bilim bundan genelleme yaparak, belli bir zamanda, belli bir yerde hangi görüngünün zorunlulukla ortaya çıkması gerektiğini gösterir. Böylece, bilim, görüngünün uzamla zamandaki koşulunu belli bir yasaya göre belirler. Yasanın özel içeriğini deney öğretir. Gelgelelim, yasanın genel geçer kalıbı ile zorunluluğunu biz deneyden bağımsız olarak biliriz. Ancak, bilim, bu görüngülerin iç özü konusunda en küçük bir sezgi bile vermez. Bu iç öze, doğanın gücü denir, o nedensel açıklama alanının dışındadır. Bilim, böyle bir gücün belirmelerinin, (onların bilinen koşullan bulunduğunda) sürekli, bir örnek ortaya çıkışına doğa yasası der. Ancak, bilimin bütün bilip bileceği bu doğa yasasıdır, bu koşullar, belli bir yerde, belli bir zamandaki bu ortaya çıkıştır.

Kendini gösteren gücün kendisi, bu yasalara göre ortaya çıkan görüngülerin iç doğası bütün bütün yabancı, bilinemez bir şeydir. Bu, hem en yalın hem de en karmaşık görüngüler bakımından böyledir. Şimdiki durumda, nedenbilim ereğine en yetkin biçimde mekanikte, en eksik biçimde fizyolojide ulaşmaktadır. Gene de bir taşın yere düşmesini, bir cismin başka bir cismi itmesini sağlayan güç, bir hayvanda devinim, gelişim üreten güç gibi yabancı, gizemlidir. Mekanik bilimi, özdeğin, yerçekiminin, cismin içine girilmezliğinin, süre durumun, daha nicesinin sonuçta açıklanamaz olduğunu önceden kabul eder. Mekanik onları doğanın güçleri diye adlandırır. Onların belli koşullardaki zorunlu, düzenli görünüşüne doğa yasası der. Mekaniğin açıklaması ancak bundan sonra başlar. Açıklama, her bir gücün kendini, nasıl, nerede, ne zaman açığa vurduğunu tam olarak, matematik kesinlikle göstermeye, bu güçlerden her birini, buluştuğu her görüngüye ulaşıncaya dek izlemeğe dayanır. Fizik, kimya, fizyoloji kendi alanlarında aynı biçimde ilerlerler. Ancak onlar öngördüklerinden çok daha azını başarır. Sonuçta, doğanın tümünün en tam açıklaması, açıklanamayan güçlerin sayılıp dökülmesinden başka bir şey olamaz. Görüngü, uzamla zamanda, yasanın buyurucu önermesine göre ortaya çıkar. Yasa, görüngünün birinden başlayıp ötekine yol alır. Gelgelelim, bu biçimde ortaya çıkan güçlerin iç yapısı, nedenbilim bakımından her zaman açıklanmadan kalmak zorundadır. Çünkü onun uyduğu yasa, söz konusu iç öze ulaşmaz. Nedenbilim görüngülerde, görüngülerin sınıflamasında durur, orada kalır. Bu bakımdan görüngü, bir mermer parçasının kesitiyle karşılaştırılabilir. Mermer, yan yana nice damar sergiler ama damarların onun içinden yüzeyine ilerleyişini izlememize izin vermez. Ya da saçma ama daha çarpıcı bir karşılaştırma kullanırsam, bir felsefe araştırmacısı, bütün doğanın tam nedenbiliminin karşısında, kendini hiç tanımadığı insanlardan oluşan bir topluluktaki biri gibi duyar. Bu toplulukta her kişi, sırası geldiğinde, adamımıza başka birini arkadaşı, yakını diye sunar. Böylece bir ölçüde onları adamımızla tanıştırır. Gelin görün ki bu adam, her tanıştırmada memnuniyetini dile getirirken, kendi kendine sürekli şunu sorar: “Hangi şeytana uydum da bunların arasına düştüm?”
Dolayısıyla, nedenbilim, bizim ancak tasarımlarımız olarak bildiğimiz bu görüngüler konusundaki istediğimiz bilgiyi, bizi bu noktadan öteye götürebilecek bilgiyi hiçbir zaman vermez. Çünkü, bütün açıklamalardan sonra da görüngüler bizim için yabancıdır. Onlar, yalnızca anlamını kavramadığımız tasarımlar olarak kalmayı sürdürürler. Nedensel bağlantı bize verse verse yasayı, onların zamandaki, uzamdaki ortaya çıkışının göreli düzenini verir. Ama bu yolla ortaya çıkan görüngü konusunda daha fazla ayrıntı vermez. Üstelik nedensellik yasasının ancak tasarımlar bakımından, belli bir sınıftaki nesneler bakımından geçerliliği vardır. Nedensellik yasası, ancak onları önceden kabul ettiği ölçüde anlamlıdır. Dolayısıyla bu nesnelerin kendileri gibi, nedensellik yasası da her zaman bir özneyle ilişkisinde, açıkçası koşullu olarak vardır. Böylece, Kant’ın bize öğrettiği gibi, nedensellik, biz özneden, yani a priori yola çıktığımızda, nesneden yani a posteriori çıkmışız gibi tam olarak bilinir.

Ne ki, şimdi bizi araştırmaya iteleyen, tasarımlarımız olduğunu, onların şu ya da bu tasarım olduğunu, onların genelde yeter sebep ilkesi dediğimiz şu ya da bu yasaya göre bağlandıklarını bilmemizin yeterli olmayışıdır. Biz, bu tasarımların anlamını bilmek istiyoruz. Bu dünyanın, tasarımdan başka bir şey olup olmadığını soruyoruz. Dünya bir tasarım olduğunda, onu bizim için gerçekliği olmayan bir düş ya da hayaletimsi bir görüntü diye belleyerek, dikkat etmeğe değmez sayarak ona aldırmayabiliriz. Ya da onun başka bir şey olup olmadığını, başka bir şeyse, bu başka şeyin ne olduğunu soruyoruz. Aradığımız şey, tasarımdan büsbütün değişik, tüm doğası ile değişik bir şey olsa gerek. Böyle olduğu kesin, öyleyse tasarımın biçimleri ile yasaları ona bütünüyle yabancı olmalı. Şu da kesin: Tasarımı çıkış noktası olarak alırsak, yalnızca nesnelerle tasarımları bağlayan yasaların belirlendiği bir yoldan giderek amacımıza ulaşamayız, yasa yeter sebep ilkesinin kalıplarının işlevidir.
Dolayısıyla şeylerin gerçek doğasına dışarıdan hiçbir zaman ulaşamadığımızı görürüz. Ne ölçüde ararsak arayalım, imgelerden adlardan başka şeye ulaşamayız. Bir şatonun çevresinde dolaşıp duran, boşuna bir giriş arayan, ara ara dış duvarların kaba bir taslağını çizen bir adama benziyoruz. Gene de benden önceki bütün filozoflar bu yolu tuttu.

***

Gerçekte, araştırmacının kendisi, salt bilen bir özneden (gövdesi olmayan, kanatlı bir melekten) başka bir şey olmasaydı, kendini bize ancak tasarım olarak sunan bu dünyaya ilişkin aradığımız anlam hiçbir zaman bulunamazdı. Bu durumda ancak bilen öznenin tasarımı olan dünyadan, bunun yanı sıra olabilecek olan her ne ise ona geçiş yolu da hiçbir zaman bulunamazdı. Ne ki, araştırmacı bu dünyaya kök salmıştır. Kendini bu dünyada bir birey olarak bulur. Başka deyişle, tasarım olarak dünyanın tümünün zorunlu taşıyıcısı olan bireyin bilgisi, yine de bir gövde ortamı aracılığı ile iletilir. Gösterdiğimiz gibi, bu gövdenin duygulanımları, usun bu dünyayı algılamasında başlangıç noktasıdır. Saf bilen özne için gövdesi, bütün başka tasarımlar gibi bir tasarım, nesneler arasında bir nesnedir. Bu kadarıyla, saf bilen özne için gövdenin devinimleri ile eylemleri, bütün başka algılanmış nesnelerdeki değişimler ölçüsünde tanıdıktır. Saf bilen özne için, onların anlamlarına ilişkin bilmece bütünüyle değişik biçimde çözülmemiş olsa, onun kendi devinimleri ile eylemleri öteki algılanmış nesneler gibi yabancı, anlaşılmaz olurdu. Bilmece başka türlü çözülmese o, tıpkı başka nesnelerdeki değişimlerin nedenleri, uyarıcıları, devindiricileri izlediği gibi, kendi eylemlerinin de, bir doğa yasası sürekliliği ile belli devindiricilerin ardından geldiğini görecekti. Gelgelelim devindiricilerin etkisini, gördüğü bütün başka etkiler ile onların nedenleri arasındaki bağlardan daha fazla anlayamayacaktı. O zaman, gövdesindeki bu anlaşılmaz belirmelerin, eylemlerin iç yapısını canının çektiği gibi adlandıracaktı. Onlara güç, nitelik ya da karakter diyecek ama bu konuda bundan daha fazla iç görüsü olmayacaktı. Gelin görün ki gerçekte olan bu değildir. Tersine, bu bulmacanın çözümü, bilginin öznesine, bir birey olarak görüngüsel varoluşu içinde verilmiştir. Bu yanıt, istemedir. Görüngüsel varoluşun anahtarını ona bu verir, yalnızca bu verir. Bu yanıt bilginin öznesine anlamı açığa vurur, ona varlığının, davranışlarının, devinimlerinin iç işleyişini gösterir.

Gövde, bilginin öznesine iki büsbütün ayrı yoldan verilir. O gövdeyle özdeşliği aracılığı ile birey olur. Gövde, anlayan algıda bir tasarım olarak, nesneler arasında bir nesne olarak verilir. O da nesnelerin yasalarına bağlıdır. Gövde, aynı zamanda, herkes için büsbütün farklı biçimde, doğrudan bilenen varlık olarak verilir. O, isteme sözcüğüyle de gösterilir. İstemenin her gerçek eylemi, öncelikle gövdenin bir devinimidir. İstemenin bu kuralın dışında kalan gerçek bir eylemi yoktur. O, bir eylemi, eylemin aynı anda kendisini gövdenin bir devinimi olarak ortaya çıkardığının farkına varmaksızın gerçekten isteyemez. İstemenin eylemi ile gövdenin devinimi, nesnel olarak bilinen, nedensellik bağı ile birleştirilen iki ayrı şey değildir. Onlar neden-sonuç ilişkisi içinde değildir. Bütünüyle değişik iki yoldan – bir yandan doğrudan aracısız olarak, bir yanda da anlama yetisindeki algıda -verilseler de onlar birdir, aynıdır. Gövdenin eylemi, nesneleşmiş yani algıya giren istemenin eylemidir. Daha ilerde, bunun, gövdenin her devinimi için, yalnızca devindiricilerin ardından gelen devinimler için değil, uyarıcıları izleyen istemsiz devinimler için de doğru olduğu gösterilecek. Daha sonra, gerçekte bütün gövdenin nesneleşmiş istemeden, açıkçası tasarıma dönüşmüş istemeden başka bir şey olmadığı da kanıtlanacak. Bütün bunlar kitabın akışı içinde kanıtlanıp açıklık kazanacak. Böylece ben gövdeyi bir yönüyle istemenin nesneleşmesi diye adlandıracağım.

Önceki kitapta, Yeter Sebep ilkesi Üzerine adlı denememde, (tasarım konusunda) bile bile benimsenen tek yanlı bakış açısına göre, onu doğrudan nesne diye adlandırdım. Dolayısıyla bir anlamda şunu söyleyebiliriz: İsteme, gövdenin a priori bilgisi, gövde de istemenin a posteriori bilgisidir. İstemenin geleceğe ilişkin kararları, aklın bizim belli zamanda ne isteyeceğimiz konusunda düşünüp taşınmalarıdır. Onlar istemenin gerçek eylemleri değildir. Ancak kararı gerçekleştirmek onu isteme olarak damgalar. Çünkü o zamana kadar, bu karar, akılda yalnızca in abstracto1 var olan, değişebilecek bir yönelimden başka bir şey değildir. İstemek ile eylemek yalnızca düşüncede değişiktir. Gerçekte onlar birdir. İstemenin her doğru, gerçek, aracısız eylemi de, öncelikle, doğrudan gövdenin görünür bir eylemidir. Öte yandan, buna göre, gövde üzerindeki her izlenim, aynı zamanda, ilkin, aracısız olarak isteme üzerindeki bir izlenimdir. Bu bakımdan, izlenim istemeye karşı olduğunda acı diye adlandırılır. İstemeye uygun olduğu ölçüde de ona doyum ya da hoşnutluk denir. Bu ikisinin nice değişik kertesi vardır. Ancak, acı ile hazza tasarımlar demek pek yanlıştır; çünkü onlar kesinlikle tasarım değil, istemenin ortaya çıkmasındaki, açıkçası gövdedeki aracısız duygulanımlardır. Onlar gövdenin aldığı izlenime ilişkin geçici bir isteme ya da istememedir.

Ancak gövdede yaratılan pek az sayıda özel izlenim, istek uyandırmaz. Gövde yalnızca bunlar aracılığı ile bilginin doğrudan bir nesnesi olur. Çünkü gövde anlama yetisinin algıladığı biçimiyle, bütün öteki nesneler gibi dolaylı bir nesnedir. Bu izlenimlerin, doğrudan, salt tasarımlar olarak ele alınması gerekir. Dolayısıyla da bunlar, bizim az önce belirttiğimiz kuralın dışında sayılmalı. Biz bununla, saf, nesnel görme, işitme, dokunma duyusunun duygulanımlarını anlatmak istiyoruz. Ancak bu onlarla ilişkili organlar, onlara özgü, onlar için doğal bir biçimde etkilendiği sürece söz konusu olur. Bu, gövdenin bu bölümlerinin üst düzeyde, özel bir değişime uğramış duyarlılığı için, uç kertede zayıf bir uyarıcıdır. Öyle ki istemeyi etkilemez, yalnızca algı doğuran verileri anlama yetisine sağlar. Bunlar istemenin uyarılmasıyla bozulmamıştır. Duyu organlarının bundan daha güçlü ya da yabancı her türlü duygulanımı acıdır (başka deyişle istemeye aykırıdır.). Dolayısıyla da onlar nesneleşmeye aittir. Olsa olsa anlama yetisine veri sağlamaya yetecek ölçüde güçlü olması gereken izlenimlerin istemeyi devindirecek ölçüde yüksek düzeye ulaşması sinirsel zayıflığı gösterir. Başka deyişle, bu veriler acı ya da haz üretebilirler (bir ölçüde bulanık belirsiz olsa bile genellikle acı.). Böylece onlar bize acı veren sesler ya da güçlü bir ışık üretmekle kalmaz, genelde sağlıksız hipokondrik bir yaradılışa da neden olurlar. Bu neden açıkça saptanmaz. Gövde ile istemenin özdeşliği başka şeyler yanında kendini şu yolla da gösterir: İstemenin her şiddetli, ölçüsüz devinimi, açıkçası, her coşku, gövdede, onun iç işleyişinde hemen bir şoka yol açar, onun dirimsel işlevlerinin akışını bozar. Bu, “Doğada İsteme” mde ayrıntısıyla gösterilmektedir.

Son olarak, benim istememden edindiğim bilgim aracısız olsa bile gövdemden edindiğim bilgiden ayrılamaz. Ben istememi bir bütün, bir birlik olarak, doğasına upuygun olarak bilmem. Ben onu ancak, tek tek eylemlerinde, dolayısıyla da zamanda bilirim. Zaman, her nesnenin kalıbı olduğu gibi, benim görüngüsel yönümün de kalıbıdır. Dolayısıyla gövde, benim istememin bilgisinin bir koşuludur. Buna göre, bu istememin gövdemden ayrı olduğunu kafamda canlandıramam. Yeter sebep İlkesi üzerine denememde, isteme, daha doğrusu isteyen özne, özel bir tasarım ya da nesneler sınıfı olarak ele alınır. Gelin görün ki, orada da bu nesnenin özneyle bir olduğunu gördük. Açıkçası onun nesne olmaktan çıktığını gördük. Orada, bu bilgiyi, [yetkin] tansık diye adlandırdık. Bu yapıtın tümü, bir ölçüde bunun açıklamasıdır. Ben, istememi nesne olarak bildiğim sürece gövde olarak bilirim. Ama şimdi, bu denemede yazılan ilk tasarım sınıfına, açıkçası gerçek nesnelere geri dönüyorum. Bu izleğin ardından gittikçe, ilk sınıfın tasarımlarının, bu deneyde ortaya koyulduğu gibi, yalnızca dördüncü sınıfınkilerle aydınlatılıp açıklığa kavuşturulduğu-nu görüp anlayacağız. Bu tasarımlar, artık öznenin karşısına nesne olarak konulamazlar. Konuyu izledikçe şunu da değerlendireceğiz: Buna göre ilk sınıfta geçerli olan nedensellik yasasının iç doğasını, bu yasaya göre olagelenin iç doğasını, dördüncü sınıfta hüküm süren güdüleme yasasından yola çıkarak öğrenmeliyiz.

İsteme ile gövdenin özdeşliğini, geçici olarak ortaya koymuştuk. Bu özdeşlik, ancak burada ilk kez yapıldığı gibi kanıtlanır. Araştırmanın akışı içinde bu kanıtlamayı yinelemek gerekiyor. Biz, “kanıtlama” derken, doğrudan bilinçten, somuttaki bilgiden anlama yetisinin bilgisine yükselmeyi ya da soyut bilgiye geçmeyi anlıyoruz. Öte yandan, istemeyle gövdenin özdeşliği doğası gereği kanıtlanamaz. Açıkçası, daha doğrudan elde edilen başka bir bilgiden, dolaylı bilgi olarak türetilemez. Çünkü, istemeyle gövdenin özdeş olduğunun bilgisi en doğrudan bilgidir. Onu bu bilgi ile kavrayıp alıkoymazsak, türetilmiş bilgi olarak birtakım dolaylı yollarla, yeniden elde etmeyi boşuna umarız. O, pek özel türde bir bilgidir, onun doğruluğu, tam da bu nedenden ötürü, dört bölüm başlığından herhangi birinin altına uygun biçimde sokulamaz. Ben, Yeter Sepep İlkesi Üzerine denememin 29. bölümünde bütün doğrulukları, dört başlık altında -mantıksal, deneysel, aşkın, metamantıksal – topladım. Çünkü o, bütün bunlar gibi, soyut bir tasarımın, başka bir tasarımla ya da algısal ya da soyut tasarımlamanın zorunlu kalıbıyla bağlantısı değildir. Bu, bir yargının, bir ilişkiyle bağlantısıdır. Bu ilişki, bir algı tasarımıyla, gövde ile, sonuçta tasarım olmayan bir şeyin soyut olarak farklı bir şeyin, açıkçası, istemenin ilişkisidir. Bu yüzden bunu bütün başka doğruluklardan ayırmak [felsefi doğruluk] diye adlandırmak isterim. Biz bu doğruluğun anlatımını değişik biçimlere dönüştürüp şunları diyebiliriz: Benim gövdemle istemem birdir. Ya da bir algı tasarımı olarak “gövdem” dediğim şeye, istemem diyorum; çünkü ben başka bir yolla karşılaştırılamayacak biçimde onun bilincindeyim. Ya da benim gövdem, istememin nesneleşmesidir. Ya da gövdem, benim tasarımım olmasının yanı sıra benim istememdir, böyle gider.

Arthur Schopenhauer
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz