İran gibi İsrail de son dönemlerde artan jeopolitik önemini savaşta başarıya değil askeri maceralara atılmamaya borçlu. Savaş İsrail’in Irak, Suriye ve Libya’daki ezeli düşmanlarını kırıp geçirirken, İsrail savaştan uzak durdu. Şimdiye kadar (Mart 2018) Suriye iç savaşının içine çekilmemek Netanyahu’nun en büyük siyasi başarısıdır bile denilebilir. İsrail Silahlı Kuvvetleri (İSK) istese Şam’ı bir hafta içinde ele geçirebilirdi ama İsrail’in bundan ne gibi bir çıkarı olabilir? İSK’nın Gazze’yi fethedip Hamas rejimini devirmesi çok daha kolay ama İsrail böyle bir şey yapmamakta ısrarcı çünkü tüm askeri maharete ve İsrailli siyasetçilerin savaş yanlısı söylemlerine rağmen savaştan kazanılacak pek bir şey olmadığı biliniyor.
Geçtiğimiz son onyıllar insanlık tarihinin en barış dolu dönemiydi. İnsanların birbirine uyguladığı şiddet yüzünden ölenlerin sayısı tarım toplumlarının ilk dönemlerinde yüzde 15 ve 20. yüzyılda yüzde 5’ken, günümüzde bu oran sadece yüzde 1.’ Ancak 2008’de yaşanan finansal krizden sonra uluslararası durum giderek kötüleşmeye, savaş tellallığı tekrar moda olmaya ve askeri harcamalar artmaya başladı. Hem sıradan insanlar hem de uzmanlar, 1914’te Avusturyalı bir arşidükün öldürülmesinin 1. Dünya Savaşı’nı tetiklemesine benzer şekilde, 2018’de Suriye çöllerinde gerçekleşecek bir olayın ya da Kore yarımadasında akılsızca yapılan bir hamlenin küresel çatışmayı başlatmasından korkuyorlar.
Dünya çapında artan gerilimi ve Washington, Pyongyang ve daha pek çok yerdeki liderlerin karakterlerini düşündüğümüzde endişenin yersiz olmadığı ortada. Ama yine de 2018’le 1914 arasında temel farklar var. Öncelikle 1914’te savaş seçkinlere cazip geliyordu çünkü önlerinde başarı elde edilen savaşların ekonomik gelişim ve siyasi iktidara katkıda bulunduğuna dair somut örnekler vardı. Oysa 2018’e gelindiğinde, başarı elde edilen savaş, nesli tükenme tehlikesi altında bir tür gibi görünüyor.
Büyük imparatorluklar, Asurlar ve Qin Hanedanı dönemlerinden beri çoğunlukla zorlu fetihler yoluyla kuruluyordu. 1914’te de dünyanın başlıca güçleri, konumlarını başarı elde ettikleri savaşlara borçluydu. Örneğin Japonya, Çin ve Rusya’ya karşı zafer kazanarak bölgesel bir güç elde etmişti; Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Fransa’yı alt ederek Avrupa’nın başat gücüne dönüşmüştü; Birleşik Krallık da tüm dünya çapında bir dizi ufak çaplı galibiyete imza atarak dünyanın en geniş ve zengin
imparatorluğunu kurmuştu. Öyle ki 1882’de Birleşik Krallık, Mısır’ı kuşatıp işgal ettiğinde, zaferle sonuçlanan Mers-el-Kebir Muharebesi’nde sadece 57 asker kaybetmişti.’ Günümüzde Müslüman bir ülkeyi işgal etmek Batılara kabuslar gördürecek bir şeyken, Mers-el-Kebir’in ardından İngilizler doğru dürüst bir silahlı direnişle karşılaşmamış ve altmış yıldan uzun bir süre boyunca Nil Vadisi’ni ve büyük önem taşıyan Süveyş Kanalı’nı kontrol altında tutmuştu. Diğer Avrupalı güçler de İngilizlere özeniyordu ve Paris, Roma ya da Brüksel’deki yönetimler Vietnam, Libya ya da Kongo’ya asker çıkarmaya niyetlendiklerinde, tek korkuları kendilerinden önce başkasının buraları ele geçirmesiydi.
ABD bile süpergüç olma konumunu sadece iktisadi teşebbüslere değil askeri girişimlere de borçluydu. 1846’da Meksika’ya çıkartma yapıp Kaliforniya, Nevada, Utah, Arizona ve New Mexico ile Colorado, Kansas, Wyo-ming ve Oklahoma’nın bir kısmını ele geçirmişti. İmzalanan barış anlaşmasıyla ABD’nin daha önceden topraklarına kattığı Texas’ın durumu da kesinliğe kavuşturulmuştu. ABD topraklarına 2,3 milyon kilometrekare (Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya’nın toplam yüzölçümünden fazla) ekleyen bu savaşta 13 bin Amerikan askeri hayatını kaybetmişti. Milenyumun en düşeş alışverişi sözkonusuydu.
Dolayısıyla I9I4’te Washington, Londra ve Berlin’in seçkinleri başarılı savaşın neye benzediğini ve ne kadar getirisi olduğunu gayet iyi biliyordu. Oysa 2018’de dünyanın seçkinleri, gayet haklı sebeplerle, artık ortada böyle bir savaş anlayışının kalmadığını düşünüyor. Birtakım üçüncü dünya diktatörleri ve devlet dışı merciler, savaş yoluyla varlık kazansa da büyük güçler bunu nasıl kotaracaklarını artık bilmiyor sanki.
Hafızalarda tazeliğini koruyan en büyük zafer olan ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı galibiyeti, herhangi bir büyük askeri çatışma yaşanmadan elde edildi. Sonrasında ABD eski usul askeri zaferin tadını 1. Körfez Savaşı’nda aldı ama bunun ABD’yi Irak ve Afganistan’da yaşanan küçük düşürücü askeri fiyaskolara trilyonlar harcamaya sevk etmek dışında bir faydası görülmedi. 21. yüzyılın yükselen gücü Çin başarısızlıkla sonuçlanan 1979 Vietnam çıkartmasının ardından, her tür silahlı saldırıdan itinayla sakındı ve tamamıyla ekonomik faktörlere dayanarak gelişim gösterdi. Çin’in örnek aldığı modeller 1914 öncesinin Japon, Alman ve İtalyan imparatorlukları değil 1945 sonrası Japonya’sı, Almanya’sı ve İtalya’sıydı. Bu örneklerin hepsinde ekonomik refaha ve jeopolitik prestije tek bir kurşun sıkılmadan ulaşılmıştı.
Dünyanın savaş meydanı Ortadoğu’da bile yerel güçler savaşlardan nasıl başarıyla çıkacaklarını bilmiyor. İran uzun soluklu ve büyük kayıplara yol açan İran-Irak Savaşı’ndan hiçbir şey kazanamadı ve bu savaşın akabinde birebir askeri karşılaşmaların hepsinden uzak durdu. İranlılar, Irak’tan Yemen’e dek çeşitli yerel hareketlere para ve silah tedarik ediyor ve Devrim Muhafızları Ordusu’nu Suriye ve Lübnan’daki müttefiklerine yardım amacıyla yolluyor ama hiçbir ülkeyi işgal etmeye kalkışmıyor; en azından şimdilik. İran son dönemlerde bölgenin hegemonyasını elinde tutuyor ama cephede kazandığı tek bir zafer bile yok. Hükmen galipler. İki büyük düşmanları, Irakve ABD, savaşatutuştu, bu savaşlaikisinin deOrtadoğu batağına duyduğu iştah tarumar oldu ve ganimete İran kondu.
Neredeyse aynı durum İsrail için de geçerli. İsrail’in başarıyla çıktığı son savaş 1967’de yaşandı. O günden itibaren İsrail girdiği pek çok savaşa rağmen zenginleşti, bu savaşlar sayesinde değil. İşgal ettiği pek çok bölge İsrail’in üstüne ekonomik yükler ve ağır siyasi yükümlülükler bindiriyor. İran gibi İsrail de son dönemlerde artan jeopolitik önemini savaşta başarıya değil askeri maceralara atılmamaya borçlu. Savaş İsrail’in Irak, Suriye ve Libya’daki ezeli düşmanlarını kırıp geçirirken, İsrail savaştan uzak durdu. Şimdiye kadar (Mart 2018) Suriye iç savaşının içine çekilmemek Netanyahu’nun en büyük siyasi başarısıdır bile denilebilir. İsrail Silahlı Kuvvetleri (İSK) istese Şam’ı bir hafta içinde ele geçirebilirdi ama İsrail’in bundan ne gibi bir çıkarı olabilir? İSK’nın Gazze’yi fethedip Hamas rejimini devirmesi çok daha kolay ama İsrail böyle bir şey yapmamakta ısrarcı çünkü tüm askeri maharete ve İsrailli siyasetçilerin savaş yanlısı söylemlerine rağmen savaştan kazanılacak pek bir şey olmadığı biliniyor. ABD, Çin, Almanya, Japonya ve İran gibi İsrail de 21. yüzyılda en başarılı stratejinin kenarda oturup başkalarının sizin yerine dalaşmasını seyretmek olduğunu anlamış görünüyor.
Kremlin’den görünen manzara
Şimdiye kadar, 21. yüzyılda büyük bir güç tarafından kalkışılan tek başarılı işgal girişimi Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmesi. Rus ordusu Şubat 2014’te Ukrayna’yı işgal edip Kırım Yarımadası’nı ele geçirdi ve Kırım bunun akabinde Rusya’ya bağlandı. Rusya fazla savaşmasına gerek kalmadan stratejik öneme sahip bir bölge edindi, komşularına dehşet saçtı ve kendini yeniden dünya çapında bir güç olarak konumlandırdı. Ancak bu işgal bir dizi sıradışı koşul sebebiyle başarıya ulaştı. Ne Ukrayna ordusu ne de yöre halkı Rusya’ya pek direniş gösterdi ve diğer güçler de krize doğrudan müdahale etmekten kaçındı. Bu koşulları dünyanın başka bir yerinde sağlamak zordur. Savaşta başarı elde etmek, saldıran tarafa direnmeye hazır düşmanların yokluğuna bağlıysa, eldeki fırsatlar ciddi ölçüde sınırlı demektir.
Gerçekten de Rusya, Kırım başarısını Ukrayna’nın başka bölgelerinde de elde etmeye çalışınca daha sert direnişlerle karşılaştı ve Doğu Ukrayna’ da-ki savaş verimsiz bir açmaza sürüklendi. Daha da fenası (Moskova’nın bakış açısından) savaş Ukrayna’da Rus karşıtlığının tohumlarını ekti ve bu ülke müttefiklikten çıkıp can düşmanına dönüştü. Tıpkı 1. Körfez Savaşı başarısı sonrası Irak’a el uzatmaya heves eden ABD gibi, Rusya da Kırım’da kazandığı başarının ardından Ukrayna’ya el uzatmaya heves etmişti.
Topluca ele alındığında, Rusya’nın 21. yüzyılın başlarında Kafkaslar ve Ukrayna’da açtığı savaşların çok da başarılı olduğu söylenemez. Bu savaşlar Rusya’ya süpergüç prestiji kazandırsa da Rusya’ya duyulan güvensizliği ve düşmanlığı artırmakla kalmadı, ekonomik anlamda da zarara yol açtı. Kırım’daki turistik tesislerle Luhansk ve Donetsk’teki Sovyetler döneminden kalma yıkık dökük fabrikalar, savaşın maliyetini karşılamadığı gibi sermaye kaçışı ve uluslararası yaptırımların bedeliniyse hiç karşılamıyor. Rusya’nın uyguladığı siyasetin sınırlarını anlamak için son yirmi yılda Çin’in gösterdiği muazzam ekonomik gelişimle “muzaffer” Rusya’nın aynı dönem içinde yaşadığı ekonomik durgunluğu karşılaştırmak yeterlidir.
Moskova’nın cesur konuşmalarını bir kenara bırakırsak, büyük ihtimalle Rus seçkinleri de askeri maceraların gerçek getirisinin ve götürüsünün gayet iyi farkında ki şimdiye kadar savaşı kışkırtmamaya özen gösterdiler. Rusya okul bahçelerinde kabadayılık taslayan çocuklar gibi davranıyor; en zayıf çocuğa sataşıp fazla da hırpalamıyor ki öğretmenler devreye girmesin. Putin savaşa Stalin, l. Petroya da Cengiz Han benzeri bir ruhla girişseydi, Rus tankları Varşova ve Berlin’e değilse bile Tiflis ve Kiev’e girmişti. Ama Putin ne Cengiz Han ne de Stalin. 21. yüzyılda askeri gücün bir yere kadar işe yaradığını ve başarı elde etmek için sınırlı savaş taktiği uygulamak gerektiğini herkesten iyi biliyor gibi görünüyor. Acımasızca hava bombardımanına tuttuğu Suriye’de bile Rus askerlerini Suriye topraklarına mümkün mertebe sokmamaya, esas mücadeleyi başkalarına bırakmaya ve savaşın komşu ülkelere sıçramasını engellemeye özen gösterdi.
Rusya’nın son yıllarda gerçekleştirdiği saldırgan sayılabilecek hamleler, yeni bir dünya savaşına giden yolda atılan ilk adımlardan ziyade açık defansları kapatma çabası gibi. Haklı sebeplerle, Ruslar 1980’ler ve 1990’larda barışçıl bir şekilde kendi köşelerine çekildiklerinde yenik düşmüş düşman muamelesi gördüklerini öne sürebilirler. ABD ve NATO, Rusya’nın zayıflığını fırsat bilerek, aksi yönde verdikleri sözlere rağmen, Doğu Avrupa ve hatta kimi eski Sovyet cumhuriyetlerini NATO’ya dahil etti. Batı, Rusya’nın Ortadoğu’daki çıkarlarını göz ardı etmeyi sürdürüp şüpheli gerekçelerle Sırbistan ve Irak’ı işgal etti ve genel olarak Rusya’ya kendi etki alanını Batı kaynaklı istilalardan korumasının tek yolunun askeri gücü olduğunu açıkça belli etti. Bu açıdan bakınca, Rusya’nın son dönem askeri hamleleri Vladimir Putin kadar Bill Clinton ve George W. Bush’un suçu denilebilir.
Elbette Rusya’nın Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’ye askeri müdahalelerinin çok daha cüretkâr imparatorluk hamlelerinin habercisi olduğu ortaya çıkabilir. Putin şimdiye dek küresel bir sefere ilişkin ciddi planlar yapmadıysa da yakaladığı başarılar hırsını körükleyebilir. Ancak Putin’in Rusya’sının Stalin’in SSCB’sinden çok daha zayıfolduğunu ve Çin gibi başat ülkeler tarafından desteklenmedikçe, bırakın dolu dizgin bir dünya savaşını, yeni bir Soğuk Savaş’ı bile kaldıramayacağını unutmamak gerek. Rusya’nın nüfusu 150 milyon ve gayrisafi yurtiçi hasılası 4 trilyon dolar. Hem nüfus hem de üretim bakımından ABD’ye (325 milyon nüfus ve 19 trilyon dolar) ve Avrupa Birliği’ne (500 milyon nüfus ve 21 trilyon dolar) kıyasla zayıf kalıyor. ABD’yle AB birleştiğinde Rusya’nın nüfusunu beşe, gayrisafi yurtiçi hasılasını ona katlıyor.
Son teknolojik gelişmeler bu arayı iyice açtı. SSCB doruk noktasına 20. yüzyılın ortasında, ağır sanayi küresel ekonominin lokomotifiyken erişmişti ve Sovyetler’in merkezi sistemi traktör, kamyon, tank ve kıtalararası füzelerin seri üretiminde üstündü. Günümüzde bilişim teknolojileri ve biyoteknoloji ağır sanayiden daha büyük önem taşıyor ama Rusya bu alanların ikisinde de başarı gösteremiyor. Etkin siber savaş yetenekleri bulunsa da bilişim sektöründe çalışan sivillerden yoksun ve ekonomisi büyük ölçüde doğal kaynaklara, özellikle de petrol ve doğalgaza dayanıyor. Bu durum oligarşi basamaklarının üst seviyelerindeki üç beş kişinin cebini doldurmayave Putin’i iktidarda tutmaya yetebilir ama dijital ya da biyoteknolojik bir silahlanma yarışını kazanmaya yetmez.
Daha da önemlisi, Putin’in Rusya’sı evrensel bir ideolojiden yoksun. SSCB Soğuk Savaş sırasında Kızıl Ordu’nun dünyaya yeter gücüyle birlikte komünizmin dünyayı etkileyebilen albenisine güveniyordu. Oysa Putinizm Kübalılara, Vietnamlılara ya da Fransız entelektüellerine cazip gelecek bir şey sunmuyor. Otoriter milliyetçilik sahiden dünyaya yayılıyor belki ama doğası gereği birbirine bağlı uluslararası blokların kurulmasına araç olabilecek bir şeydeğil. Hem Polonya komünizmi hem de Rusya komünizmi, en azından teoride, enternasyonal bir işçi sınıfının evrensel çıkarlarını gözetirken, Polonya milliyetçiliğiyle Rus milliyetçiliği tanımları gereği karşıt çıkarlar gözetiyor. Putin’in yükselişi Polonya’da milliyetçiliğin artmasına yol açıyorsa, bu olsa olsa Polonya’yı daha da Rus karşıtı yapar.
Bu sebeplerden ötürü Rusya, NATO ve AB’yi parçalamaya yönelik küresel bir yalan haber ve güven sarsma kampanyası yürütse de küresel ölçekte fiziksel bir fetih girişiminde bulunması mümkün görünmüyor. Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmesinin ve Gürcistan’la Doğu Ukrayna’ya saldırılarının münferit olaylardan ibaret kalacağını ve yeni bir savaş çağının alameti olmadıklarını birtakım gerekçeler doğrultusunda ummak mümkün.
Savaş kazanmanın kayıp sanatı
Belli başlı güçlerin başarı elde edecekleri savaşlar başlatması 2I. yüzyılda neden bu kadar zor? Sebeplerden biri ekonominin doğasındaki değişim. Geçmişte ekonomik varlıklar çoğunlukla maddiydi. O yüzden fetih yoluyla zenginleşmek nispeten kolaydı. Düşmanlarınızı savaş meydanında yendiğinizde şehirlerini yağmalayarak, sivil halkı köle pazarlarında satarak ve değerli buğday tarlalarına ve altın madenlerine el koyarak kazanç sağlayabilirdiniz. Romalılar tutsak Yunan ve Galyalıları satıp gelir elde etmiş, I9. yüzyıl Amerikalıları Kaliforniya’nın altın madenlerine ve Texas’ın sığır çiftliklerine el koyarak zenginleşmişti.
Fakat 21. yüzyılda bu yolla anca cüzi bir kâr elde edersiniz. Artık esas iktisadi varlık buğday tarlaları, altın madenleri hatta petrol kuyuları yerine tek-nikve kurumsal bilgi ve bilgi de savaş yoluyla ele geçirilecekbir şey değil. IŞİD gibi örgütler hâlâ Ortadoğu şehirlerini ve petrol kuyularını yağmalayarak kazanç sağlamaya çalışsa da (Irak bankalarındaki 500 milyon dolardan fazla paraya el koyup 2015’te petrol satışından 500 milyon dolar daha kazandılar) Çin ya da ABD gibi süpergüçler için bu rakamlar kifayetsiz kalıyor. Yıllık gay-risafi yurtiçi hasılası 20 trilyon doları aşan Çin’in önemsiz milyarlar için savaş çıkaracak hali yok. ABD’ye savaş açacak olsa, harcayacağı trilyonların yanı sıra tüm savaş zararlarını ve kaybedilen ticari fırsatları telafi etmesi mümkün olabilir mi? Muzaffer Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Silikon Vadisi’nin hazinelerini mi yağmalayacak? Apple, Facebook ve Google gibi şirketler yüzlerce milyar dolar değerinde ama bu servetleri kabakuvvetle elde edemezsiniz. Silikon Vadisi’nde silisyum madenleri yok.
Yine de başarı elde edilen bir savaş, kazanan tarafın küresel ticaret sistemini kendi yararı doğrultusunda yeniden düzenlemesine olanak tanıyarak teoride kazanç sağlayabilir; Napolyon’u yendiğinde Birleşik Krallık’ın, Hitler’i alt ettiğinde ABD’nin yaptığı gibi. Ancak askeri teknolojideki değişimler 21. yüzyılda böyle bir projenin altından kalkmayı zorlaştırıyor. Atom bombası bir dünya savaşında üstün gelmeyi bir tür kitlesel intihar girişimine dönüştürdü. Hiroşima’nın ardından hiçbir süpergücün birbirleriyle doğrudan savaşmamış olması ve sadece kendileri için düşük risk taşıyan, yenilmemek için nükleer silah kullanmaya başvurma olasılığı düşük çatışmalara girmiş olması tesadüfdeğildir. Hatta Kuzey Kore gibi ikinci sınıf bir nükleer güce saldırmak bile kimsenin istemeyeceği bir plan. Kim ailesinin askeri yenilgiyle burun buruna gelince ne yapabileceğini düşünmek çok korkutucu.
Emperyalistliğe soyunacaklar için siber savaş, işleri daha da zorlaştırıyor. Kraliçe Victoria ile Maxim makineli tüfeğin hüküm sürdüğü o eski günlerde İngiliz ordusu Manchester ve Birmingham’ın huzurunu kaçırma tehlikesinden azade, uzaklardaki bir çölde yaşayan insanları katledebiliyordu. George W. Bush zamanlarında bile ABD Bağdat ve Felluce’de tozu dumana katarken, Iraklıların San Francisco ya da Chicago’ya misilleme yapmalarının bir yolu yoktu. Ama şimdi ABD orta seviye siber savaş kapasitesi sahibi bir ül-keye bile saldıracak olsa, savaş Illinois ya da Kaliforniya’ya dakikalar içinde taşınabilir. Zararlı yazılımlar ya da mantık bombaları Dallas’ta hava trafiğini durdurup Philadelphia’da trenleri çarpıştırabilir, Michigan’ın elektrik şebekesini çökertebilir.
Büyük fatihler çağında savaş az zararla bol kazanç elde etmeye dayalı bir meseleydi. ıo66’daki Hastings Muharebesi’nde 1. William tüm İngiltere’yi birkaç bin asker kaybıyla tek bir günde ele geçirmişti. Nükleer silahlar ve siber savaşsa bol zararla az kazanç elde edilebilecek teknolojiler. Bu araçları kâr kapısı imparatorluklar inşa etmek için değil bütün bir ülkeyi yok etmek için kullanabilirsiniz.
O yüzden belki de savaş tehditleri ve düşmanca hislerin kol gezdiği dünyada barışı en iyi şekilde garanti edecek şey, belli başlı güç odaklarının yeni koşullar altında savaşta nasıl başarı yakalayacaklarından bihaber olmasıdır. Cengiz Han ya da Jül Sezar yabancı ülkeleri tereddüt etmeden istila etmişti ama günümüzde Erdoğan, Modi ve Netanyahu gibi milliyetçi liderler üst perdeden konuşsalar da gerçekten savaş çıkarmak konusunda oldukça ihtiyatlılar. Tabii ki biri çıkıp 21. yüzyıl koşullarında savaşta nasıl başarı elde edileceğinin formülünü bulursa, cehennemin kapıları bir çırpıda açılabilir. Rusya’nın Kırım’da yakaladığı başarıyı bilhassa korkutucu bir alamet kılan şey budur. Umalım da münferit bir olayolarak kalsın.
Aptalca adımlar
Maalesef 21. yüzyılda savaş kazanç sağlamayan bir iş olmayı sürdürse de bu durum mutlak barışın garantisi değil. İnsanların aptallığını hiç küçümse-memek gerek. İnsanlar hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kendilerine zarar verecek eylemlerde bulunmaya meyillidir.
1939’da savaşa girmek muhtemelen Mihver Devletleri için ters tepen bir hamleydi ama öyle olması dünyayı kurtarmadı. II. Dünya Savaşı’yla ilgili hayret verici şeylerden biri de yenilen devletlerin öncekinden katbekat fazla refaha kavuşmasıydı. Bütün orduları dağıtılıp imparatorlukları tamamen çöktükten yirmi yıl sonra Almanlar, İtalyanlar ve Japonlar emsali görülmemiş bir bolluk içindeydi. O halde neden savaşa girmişlerdi ki? Neden mil-yonlarca insanın felaketine ve ölümüne sebep olmuşlardı? Hepsi aptalca bir yanlış hesap yüzünden. 1930’larda Japon generaller, amiraller, ekonomistler ve gazeteciler Kore, Mançurya ve Çin sahilinin kontrolü ele geçirilmez-se Japonya’nın ekonomik durgunluğa mahkûm olacağı sonucuna varmıştı. Yanılıyorlardı. İşin aslı, meşhur Japon mucizesi ancak Japonya anakara hâkimiyetini tamamen kaybettikten sonra başladı.
İnsanların aptallığı en önemli tarihsel etmenlerden biri ama biz genellikle bunu hesaba katmama eğilimindeyiz. Siyasetçiler, generaller ve akademisyenler dünyaya her hamlenin özenle düşünülmüş mantıklı hesaplar doğrultusunda oynandığı bir satranç oyunu muamelesi yapıyorlar. Bu bir ölçüde doğru. Gerçek anlamda deli olan ve piyonlarla atları gelişigüzel oynatan pek az lider vardır tarihte. General Tojo, Saddam Hüseyin ve Kim Jong-il’in yaptıkları hamlelere dair mantıklı gerekçeleri vardı. Sorun şu ki dünya bir satranç tahtasından çok daha karmaşıkve insan aklı bu karmaşık yapıyı gerçekten anlamaya muktedir değil. O yüzden mantıklı liderler bile sık sık son derece aptalca şeyler yapabiliyorlar.
Peki bir dünya savaşı çıkmasından ne ölçüde korkmalıyız? İki aşırı uçtan herhangi birine savrulmamak en doğrusu. Bir yandan savaş kesinlikle kaçınılmaz değil. Soğuk Savaş’ın barış içinde sona ermesi, insanlar doğru kararlar verince süpergüçlerin çatışmalarının bile olay çıkmadan çözülebileceğinin kanıtı. Dahası yeni bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğunu varsaymak son derece tehlikeli. Böyle düşünmek kendini doğrulayan bir kehanete yol açabilir. Ülkeler savaşın kaçınılmaz olduğunu farz ederse, ordularınıgüçlen-dirir, gittikçe hızlanan bir silahlanma yarışına tutuşur, herhangi bir anlaş-mazlıkta ödün vermekten imtina eder ve iyi niyet göstergelerinin birer tuzak olduğu şüphesine düşerler. Bu da savaş çıkmasını garantiler.
Öte yandan savaşı imkânsız addetmek de saflık olur. Savaş herkes için felaket demektir ama bizi insanlığın aptallığından koruyacak ne bir tanrı var ne de bir doğa yasası.
Bir doz alçakgönüllülük, insan aptallığına iyi gelebilecek potansiyel bir çaredir. Milli, dini ve kültürel gerilimler insanların kibirli bir şekilde kendi millet, din ve kültürlerinin dünyanın en mühimi olduğunu, dolayısıylakendi çıkarlarının diğerlerinden ya da genel olarak insanlığın çıkarlarından önce geldiğini düşünmesinden kaynaklanıyor. Milletleri, dinleri ve kültürleri bu dünyadaki asıl yerleri konusunda biraz daha gerçekçi ve alçakgönüllü düşünmeye nasıl sevk edebiliriz?
Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders