Alçakgönüllülük: Dünyanın merkezi değilsiniz – Yuval Noah Harari

Pek çok insan kendini dünyanın merkezi, ait olduğu kültürü de insanlık ta rihinin kilit unsuru sanmaya meyillidir. Pek çok Yunan tarihin Homeros, Sophokles ve Platon’la başladığına ve tüm önemli fikir ve buluşların Atina, Sparta, İskenderiye ya da Konstantinopolis’te doğduğuna inanır. Çinli milliyetçilerin buna cevabıysa tarihin esasen Sarı İmparator ve Xia ile Shang hanedanlıklarıyla başladığı ve Batılılar, Müslümanlar ya da Hintlerin tüm marifetlerinin Çin buluşlarının sönük birer kopyasından ibaret olduğudur.

Hindu milliyetçiler Çinlilerin böbürlenmelerini ciddiye almayarak uçak ve nükleer bombaların bile, daha ortada ne Konfüçyüs ne Platon ve tabii ki ne Einstein ne de Wright kardeşler varken, Hint Yarımadası’nda icat edildiğini iddia ederler. Örneğin roket ve uçakların Maharishi Bhardwaj tarafından icat edildiğini, füzeleri icat etmekle kalmayıp ilk kullananın da Vishwamitra olduğunu, Acharya Kanad’ın atom kuramının babası olduğunu ve nükleer si lahların Mahabharata tarafından birebir tarif edildiğini biliyor muydunuz?

Dindar Müslümanlar, Hz. Muhammed öncesi tarihi büyük ölçüde lüzumsuz addeder ve Kuran’ın inmesinin ardından gelişen tüm tarihsel olayların merkezinde İslam ümmetinin bulunduğunu varsayarlar. Müslümanlar arasında başlıca istisnalar Türk, İran ve Mısır milliyetçileri. Onlar Hz. Muhammed öncesinde bile kendi milletlerinin insanlığın medarıiftiharı olduğuna ve Kuran indikten sonra da İslam’ın saflığını koruyup şanını yayanın da yine kendileri olduğuna inanıyorlar.

İngiliz, Fransız, Alman, Amerikalı, Rus, Japon ve bir dolu sayısız ülke va tandaşının da aynı şekilde kendi milletlerinin olağanüstü başarıları olmasa insanlığın barbarca ve ahlaktan yoksun bir cahillik içinde yaşayıp gideceğine kanaat getirdiğini söylemeye gerek bile yok. Tarih boyunca kimileri, işi kendi siyasi kurumları ve dini inanışlarının fizik kurallarının işlemesinde kilit rol oynadığını tasavvur etmeye kadar götürmüş. Mesela Aztekler her yıl kestikleri kurbanlar olmasa güneşin doğmayacağı ve tüm kâinatın parçalanıp dağılacağı yönünde sağlam bir inanç besliyormuş.

Bunların hepsi tarihi bile isteye hiçe sayan ve ziyadesiyle ırkçılık barındıran asılsız iddialar. İnsanlar dünyaya yayılıp bitki ve hayvanları evcilleştirdiğinde, ilk şehirleri kurduğunda ya da yazı ve parayı icat ettiğinde günümüz din ve milletlerinin hiçbiri yoktu ortada. Ahlak, sanat, maneviyat ve yaratıcılık dediğimiz şeyler genlerimize işlenmiş evrensel insan becerileridir. Doğdukları yer de Taş Devri Afrika’sıdır. Bunları Çin’in Sarı İmparatoru’na, Platon dönemi Yunanistan’ına ya da Hz. Muhammed devri Arabistan’ına atfetmek densizce büyüklenmektir sadece.
Şahsen bu tür bir densizliğe fazlasıyla aşinayım çünkü kendi milletim Yahudiler de kendilerini dünyanın en önemli varlığı yerine koyuyor. İnsanlığın herhangi bir başarısı ya da icadından bahis açın, hemen kendilerine pay çıkarırlar. Ve bu insanları yakinen tanıdığım için bu iddialara içtenlikle inandıklarını da biliyorum. Bir keresinde İsrail’de bir yoga eğitmenine gitmiştim. Kendisi ilk derste büyük bir ciddiyetle, yogayı Hz. İbrahim’in bulduğunu ve tüm temel yoga duruşlarının İbrani alfabesinden türetildiğini açıklamıştı (Trikonasana duruşu İbrani alfabesinin aleph harfine, tuladandasana duruşu daled harfine tekabül ediyor gibi)! Hz. İbrahim bu duruşları cariyelerinden birinin oğluna öğretmiş, o da Hindistan’a gidip yogayı Hintlere öğretmiş. Bunun bir kanıtı var mı diye sorduğumda Tekvin’den alıntı yaptı: “Cariyelerinin oğullarına da armağanlar verdi ve kendisi henüz sağken bu çocukları oğlu İshak’tan uzağa, doğu illerine gönderdi” (Tekvin 25:6). Bu hediyeler ney di dersiniz? Gördüğünüz gibi yoga bile esasen Yahudilerin icadı.
Yoganın mucidinin Hz. İbrahim olduğunu düşünmek uç bir fikir. Fakat anaakım Yahudilik vakur bir şekilde, tüm kâinatın Yahudi hahamlar kutsal metinlerini çalışabilsin diye var olduğu ve Yahudiler bu işin ucunu bırakır sa kâinatın sonu geleceği kanaatinde. Kudüs ve Brooklyn’ deki hahamlar Talmud’u tartışmayı bırakırsa Çin, Hindistan, Avustralya ve hatta uzak galaksilerin hepsi yok olacak. Ortodoks Yahudi inancının temel bir unsuru bu ve bundan şüphe edenler budala cahil sınıfına sokuluyor. Laik Yahudiler bu kibirli iddiaya bir nebze şüpheyle yaklaşıyor ama onlar da Yahudi ırkının tarihin esas kahramanları ve ahlak, maneviyat, ilim ve irfanın nihai kaynağı olduğuna inanıyorlar.

Milletim, nüfus ve nüfuz açığını küstahlıkla kapatıyor. İnsanın yabancıla rı eleştirmektense kendi milletini eleştirmesi nezaket sayıldığı için büyüklük taslayan anlatıların ne denli gülünç olduğunu göstermek adına Yahudilikten örnekler verip, kendi kabilelerinin şişirdiği balonları patlatmayı da dünyanın çeşitli yerlerindeki okurlara bırakacağım.

Freud’un annesi
Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi adlı kitabımı ilk önce İbranice, İsrailli okuyucu kitlesi için kaleme almıştım. İbranice baskı 2011’de yayımlanınca İsrailli okuyucuların en sıkyönelttiği soru, neden insan ırkının tarihini anlatırken Yahudilerden fazla bahsetmediğime dairdi. Neden Hıristiyanlık, İslam ve Budizm’den uzun uzadıya bahsetmiş ama Yahudi dini ve halkı hakkında bir iki kelime etmekle yetinmiştim? İnsanlık tarihine muazzam katkılarını kas ten mi yadsıyordum? Kötü niyetli siyasi bir amacım mı vardı?

Bu sorular, anaokulundan itibaren Yahudiliği insanlık tarihinin yıldızı şeklinde düşünmek üzere eğitilen İsrail Yahudilerine doğal geliyor. İsrailli çocuklar genellikle on iki senelik eğitimlerini dünya tarihi süreçlerine ilişkin net bir kavrayış edinmeden geçiriyor. Çin, Hindistan ya da Afrika hakkında neredeyse hiçbir şey öğrenmiyorlar ve Roma İmparatorluğu, Fransız Devrimi ve II. Dünya Savaşı hakkında dersler alsalar da bu ayrı gayrıyapboz parçaları kapsamlı bir anlatı oluşturmuyor. Onun yerine İsrail eğitim sisteminin sunduğu tek tutarlı tarih bilgisi, Tevrat’la başlayıp 11. Tapınak Dönemi’ne geçiyor, çeşitli Yahudi diasporaları arasında geziniyor ve nihayet Siyonizm, Soykırım ve İsrail devletinin kuruluşuyla sona eriyor. Çoğu öğrenci okuldan, insanlığın tüm hikâyesinin temel olay örgüsü bu olsa gerek, diye düşünerek ayrılıyor. Çünkü Roma İmparatorluğu ya da Fransız Devrimi konu olduğunda bile sınıftaki tartışma Roma İmparatorluğu’nda Yahudilere nasıl davranıldığı ya da Fransız Devrimi esnasında Yahudilerin yasal ve siyasi konumu üzerine yoğunlaşıyor. Böylesi bir tarihle beslenmeye alışmış insanlar, Yahudiliğin dün ya genelinde büyük etkisi bulunmadığı görüşünü sindirmekte zorlanıyorlar.

Fakat işin aslı, Yahudilik türümüzün vakayinamesine mütevazı bir katkı da bulunmuştur. Hıristiyanlık, İslam ve Budizm gibi evrensel dinlerin aksine Yahudilik her daim kabile sınırları içinde kalan bir inançtır. Ufacık bir toprak parçasında yaşayan küçük bir milletin dini ve diğer halk ve ülkelerin kaderini pek de umursadığı yok. Örneğin Japonya’da neler olup bittiği ya da Hindistan yarımadasındaki insanların ne yaptığıylailgilenmiyorlar. Dolayısıyla tarihsel rolünün sınırlı kalmış olması normal.

Yahudiliğin tarihteki en önemli iki dinin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın do ğuşunu etkilediği doğrudur. Ancak Hıristiyanlık ve İslam’ın dünya çapında gösterdiği başarıların ya da işledikleri suçların sorumlusu da Yahudiler değil Hıristiyanlar ve Müslümanlardır. Nasıl ki Haçlıların toplu katliamları nın vebali Yahudilerin boynuna değil (yüzde yüz Hıristiyanların boynuna), Hıristiyanlığa ait olan ve büyük önem taşıyan Tanrı nazarında tüm insanla rın eşit olduğu görüşünü de Yahudiliğe atfetmenin bir alemi yok. (Bu görüş günümüzde bile Yahudileri diğer insanlardan üstün tutan Ortodoks anla yışla birebir ters düşüyor.)
Yahudiliğin insanlık tarihinde oynadığı rol, Freud’un annesinin Batı ta rihinde oynadığı role benziyor biraz. Sigmund Freud’un modern Batı bili mi, kültürü, sanatı ve halk arasındaki inanışlara iyisiyle kötüsüyle muazzam katkısı olmuştur. Ve Freud’un annesi olmasaydı Freud da olmazdı. Freud’un kendisinin de kabul edeceği gibi Freud’un kişiliği, hevesleri ve fikirleri kayda değer ölçüde annesiyle ilişkisi doğrultusunda şekillenmişti. Ama modern Batı tarihi yazılırken kimse Freud’un annesinden bahsedilmesi gerektiğini düşünmüyor. Aynı şekilde Yahudilik olmasa Hıristiyanlık da doğmazdı ama dünya tarihini kaleme alırken Yahudiliğe çok fazla önem verilmesini gerek tiren bir durum değil bu. Mühim olan Hıristiyanlığın Yahudi annesinin mirasıyla neler yaptığı.

Yahudi halkının şaşırtıcı bir tarihe sahip eşsiz bir halk olduğu ortada (ama bu çoğu halk için geçerli). Aynı şekilde Yahudi geleneğinin derin fikirler ve asil değerler barındırdığı da doğru (gerçi birtakım şaibeli fikirler ve ırkçı, kadın ve eşcinsel düşmanı tavırlar da barındırıyor). Hatta Yahudilerin son 2000 yıl içinde nüfuslarına oranla önemli bir tarihsel etkisi olduğu da doğru. Ama türün tarihini bir bütün olarak, 100 bin yıl önce ortaya çıkan Homo sapiens’ten itibaren ele aldığınızda, Yahudiliğin asgari bir etkisi bulunduğu ortada. İnsanlar Yahudilik ortaya çıkmadan binlerce yıl önce tüm gezegene yerleşmiş, tarımla uğraşmaya başlamış, şehirler kurmuş ve yazıyla parayı icat etmişti.

Tarihe Çinlilerin ya da Amerikan yerlisi Kızılderililerin gözünden ba karsak, Yahudiliğin son 2000 yılda bile büyük bir katkısı olmadığını, Hıristiyan ve Müslümanlar aracılığıyla konuya dahil olduklarını görürüz. Şöyle ki, İbranilerin Eski Ahit’i (Tanah) bir aşamada dünya kültürünün mihenk taşı konumuna yükselmiş çünkü Hıristiyanlık tarafından benimsenip Kitabı Mukaddes’e dahil edilmiş. Buna karşın Yahudi kültüründe Eski Ahit’ten çok daha büyük önem taşıyan Talmud, Hıristiyanlık tarafından reddedilmiş ve sonuç olarak Japonlar ve Mayaları geçtim Arapların, Polonyalıların ya da Hollandalıların bile pek bilmediği ezoterik bir metin olarak kalmış (üzün tü verici bir durum çünkü Talmud Eski Ahit’e oranla çok daha derinlikli ve merhametli bir kitaptır).

Eski Ahit’ten esinlenerek yaratılmış bir başyapıt geliyor mu aklınıza? Elbette: Michelangelo’nun Davut heykeli, Verdi’nin Nabucco operası, Cecil B. DeMille’in On Emir filmi. Yeni Ahit’ten esinlenerek yaratılmış bir başya pıt geliyor mu aklınıza? Tabii ki: Leonardo’nun Son Akşam Yemeği tablosu, Bach’ın St Matthew Passion bestesi, Monty Python’un Brian’ın Hayatı filmi. Gelelim asıl soruya: Talmud’dan esinlenerek yaratılmış birkaç başyapıt sa yabilir misiniz?

Talmud’u hatmeden Yahudi toplulukları dünyanın belli başlı yerleri ne dağılmış; ama Çin imparatorluklarının kurulmasında, Avrupa’nın keşif gezilerinde, demokratik sistemin kurulmasında ya da Sanayi Devrimi’nde önemli bir rol oynamamış. Sikke, üniversite, parlamento, pusula, matbaa ve buhar makinesi; bunların hepsini Yahudi olmayanlar icat etmiş.

Tevrat’tan önce etik
İsrailliler “üç büyük din” terimini genellikle Hıristiyanlık (2,3 milyar), İslam (1,8 milyar) ve Yahudilik (15 milyon) için kullanır. 1 milyar üyesi bulunan Hinduizm, 500 milyon takipçisi olan Budizm’in yanı sıra Şintoizm (50 milyon) ve Sihizm (25 milyon) hesaba katılmaz.’ Bu çarpık “üç büyük din” kavramı İsraillilerin zihninde, tüm büyük dinlerin evrensel etik kurallar koyan ilk dinin, yani Yahudiliğin bağrından çıktığı gibi bir izlenim yaratır. Sanki Hz. İbrahim ve Hz. Musa öncesinde insanlar, Hobbes’un elinden çıkma bir doğada hiçbir ahlak anlayışı taşımadan yaşıyordu da tüm çağdaş ahlak anlayışı On Emir sebebiyle gelişti. Dünyanın en önemli etik geleneklerini göz ardı eden, temelsiz ve cüretkâr bir görüş bu.
Hz. İbrahim’den on bin yıl önce, Taş Devri’nde yaşayan avcı toplayı cı insanların da ahlak kuralları vardı. Avrupalı göçmenler, Avustralya’ya 18. yüzyıl sonlarında ilk vardıklarında karşılarında Hz. Musa, Hz. İsa ya da Hz. Muhammed’den haberleri olmadığı halde tam teşekküllü bir etik dünya görüşüne sahip Aborjinleri bulmuşlardı. Yerlilerin malına mülküne vahşice el koyan Hıristiyan sömürgecilerin üstün bir ahlak standardı sergilediklerini iddia etmek pek mümkün görünmüyor.

Günümüzde biliminsanları ahlakın esasen insan türünün ortaya çıkmasından bir milyon yıl kadar öncesine dayanan derin evrimsel kökenleri bulunduğuna işaret ediyor. Kurtlar, yunuslar ve maymunlar gibi sosyal hayvanların grup içi işbirliğini sağlama adına evrim sürecinde edindikleri etik kodları var.’ Örneğin yavru kurtlar birbirleriyle oynarken “adil oyun” esas larına göre hareket eder. Yavrulardan biri çok sert ısırır ya da kendini sırtüstü yere atıp teslim olan bir kurt yavrusunu ısırmaya devam ederse diğer kurt yavruları bir daha kendisiyle oynamaz.

Şempanze gruplarında baskın üyelerden zayıf üyelerin mülkiyet hakları na saygı göstermeleri beklenir. Genç bir dişi şempanze bir muz bulacak olur sa genellikle alfa erkek bile bu muza el koymaya yeltenmez. Kuralı bozarsa statüsünü kaybetmesi mümkün. Maymunlar grubun zayıf üyelerini istismar dan kaçınmakla kalmaz bazen onlara bilfiil yardım bile ederler. Milwaukee County hayvanat bahçesinde yaşayan Kidogo adlı cüce şempanze kendisini zayıflatıp sersemleten ciddi bir kalp rahatsızlığından mustaripmiş. Hayvanat bahçesine getirildiğinde yönünü bulamıyor, insan bakıcıların yönlendirmele rini anlamıyormuş. Diğer şempanzeler durumu anlayınca devreye girmişler. Kidogo’yu elinden tutup nereye gitmesi gerekiyorsa götürmüşler. Kidogo yo lunu kaybedince yüksek sesle yardım çağrısında bulunuyor ve kimi maymun lar hemen yardımına koşuyormuş.
Kidogo’nun asli yardımcılarından, grubun en üst basamağındaki erkek şempanze Lody, Kidogo’ya yol göstermenin yanında onu koruyormuş da. Ne redeyse tüm grup üyeleri ona şefkatle yaklaşsa da içlerinden biri, Murphy adlı bir genç, acımasızca sataşıyormuş Kidigo’ya. Lody böyle bir şeye şahit oldu ğunda ya bu zalimi kovalıyor ya da korumak için Kidogo’ya sarılıyormuş.

Daha da dokunaklı bir vaka Fildişi Sahili’nin ormanlarında yaşanmış. Oscar adı takılan genç bir şempanze annesini kaybettikten sonra kendi başına hayatta kalma mücadelesi veriyormuş. Diğer dişiler kendi çocuklarına bakmak zorunda kaldıklarından Oscar’ı evlat edinmeye ya da ona bakmaya yanaşmıyormuş. Oscar gitgide zayıflamış, sağlığını ve yaşama gücünü yi tirmiş. Ama umut kalmadı derken grubun alfa erkeği Freddy, Oscar’ı “evlat edinmiş.” Alfa erkek Oscar’ın karnını doyuruyor ve hatta sırtında taşıyormuş onu. Genetik testler sonucu, Freddy’nin Oscar’la akrabalığı bulunmadı ğı anlaşılmış. Bu aksi yaşlı lideri bu kimsesiz çocuğa bakmaya neyin ittiğini bilemeyiz ama anlaşılan o ki maymun liderleri, Tevrat eski İsraillilere, “Dul ve öksüz hakkı yemeyeceksiniz,” diye öğütlemeden (Çıkış 22:22) ve peygam ber “yoksullara baskı yapan ve mazlumları ezen” seçkin tabakadan şikâyet etmeden (Amos 4:1) milyonlarca yıl önce, fakir, düşkün ve yetimlere yardım etme eğilimi geliştirmiş.

Antik çağlarda Ortadoğu’da yaşayan Homo sapiens toplulukları arasın da bile semavi din peygamberlerinin benzerleri vardı. “Öldürmeyeceksin” ve “Çalmayacaksın” emirleri Sümer şehir devletlerinde, Mısır’daki firavun dönemlerinde ve Babil İmparatorluğu’nda gayet iyi bilinen kanuni ve ahlaki yasalardı. Düzenli tatil günleri, Yahudiler Şabat âdetini uygulamaya başlamadan çok daha önce de bulunuyordu. Peygamber Amos, İsrailli seçkinleri baskıcı davranışlarından ötürü kınamadan bin yıl önce, Babil kralı Hammurabi ulu tanrıların kendisine, “Bu topraklarda adaletli olmayı, kötülüğü ve şerri yok etmeyi, güçlünün güçsüzü sömürmesini engellemeyi,” salık verdi ğini açıklamıştı.

Bu esnada Mısır’da, Hz. Musa’nın doğumundan yüzyıllar önce, kâtipler “belagat sahibi köylü” hikâyesini kaleme alıyordu. Bu hikâyede fakir bir çift çinin mülküne açgözlü bir toprak sahibi tarafından el konur. Çiftçi, firavunun yoz memurlarının önüne çıkar ve bu adamlardan hayır göremeyince başlar neden adaleti sağlamaları ve özellikle de fakirleri zenginlerden korumaları gerektiğini anlatmaya. Mısır köylüsü parlak bir alegoriye başvurarak fakirlerin üç beş malvarlığını, aldıkları nefese benzetir ve devletin yozlaşma-sıysa burunlarını tıkayarak nefes almalarına engel olur.

Pek çok kutsal yasa, Yehuda ve İsrail krallıkları kurulmadan yüzlerce ve hatta bin yıl önce Mezopotamya, Mısır ve Kenan’ da kabul gören kanunların kopyasıdır. Tevrat’taki Yahudilik bu kanunlara yeni bir şey kattıysa, o da bunları herkes için geçerli evrensel hüküm olmaktan çıkarıp özellikle Yahu di halkına yönelik birer kabile yasasına dönüştürmektir. Yahudi ahlakı en başından itibaren özel, kabileye özgü bir mesele şeklinde biçimlendirilmiştir ve günümüzde de bu özelliğini korur. Eski Ahit, Talmud ve hepsi değilse de çoğu haham, Yahudi bir insanın hayatının diğerlerinden daha önemli oldu ğunu iddia eder. Bu yüzdendir ki Yahudiler, bir Yahudi’nin hayatını kurtar mak sözkonusuysa Şabat kurallarını ihlal edebilir ama hayatı tehlikede olan kişi Yahudi değilse edemezler (Babil Talmud’u, Yoma 84:2).

Kimi Yahudi âlimleri şu meşhur “Komşunu kendin gibi sev” emrinin bile sadece Yahudiler için geçerli sayıldığını, Yahudiolmayanları sevmek gibi bir emrin kati surette bulunmadığını iddia etmiştir. Gerçekten de Levililer’de geçen sözün tamamı şöyledir: “Kendi halkından birinden intikam alma ve onlara karşı kin besleme; komşunu kendin gibi sev” (Levililer 19:18). Burada “komşu”yla kastedilen sadece “kendi halkından” birine tekabül ediyor gibi duruyor. Bu anlam Tevrat’ın Yahudilere Amalekliler ve Kenanlılar gibi bir takım halkları katletmeyi emretmesiyle pekişiyor: “Kimseyi hayatta bırak mayın,” diye buyuruyor kutsal kitap, “hepsini yok edin; Hitit, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını; Tanrınız Rabb’in size buyurduğu gibi” (Tesniye 20:16-17). İnsanlık tarihinde soykırımın mecburi bir dini görev olarak kayda geçirilmesinin ilk örneklerinden biridir bu.

Yahudi ahlak kurallarından bazılarını seçip bunları evrensel emirlere dönüştüren ve dünyaya yayan Hıristiyanlardır. Hakikaten de Hıristiyanlık Yahudilikten bu anlamda ayrılır. Çoğu Yahudi günümüzde dahi “seçilmiş ki şiler” Tanrı’ya daha yakındır inancı taşısa da Hıristiyanlığın kurucularından Tarsuslu Pavlus, Galatyalılara hitaben yazdığı ünlü mektupta, “Ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne kadın var, çünkü hepiniz İsa Mesih’te birsiniz,” diyordu (Galatyalılar 3:28).
Ve tekrar vurgulamak gerek ki Hıristiyanlığın muazzametkisine rağmen, bir insanın evrensel etik anlayışı geliştirmesine ilk örnek bu değildi kesinlik le. Eski Ahit insan ahlakının tek temsilcisi değil elbette (içerdiği ırkçı, kadın ve eşcinsel düşmanı yaklaşımları düşünürsek iyi ki de değil). Konfüçyüs, Lao Tzu, Buda ve Mahavira, Kenan ya da İsrail’in peygamberlerinden hiç haberleri olmadan Pavlus ve İsa’dan çok önceleri evrensel etik kodlar oluşturmuştu. Konfüçyüs, herkesin başkalarını kendini sevdiği gibi sevmesi gerektiği ni, Haham Hillel Ha-Gadol, Tevrat’ın özü budur demeden beş yüz yıl önce düşünmüştü. Ve Yahudilik dini hâlâ hayvan kurban etmeyi ve toplu insan katliamlarını buyururken, Budave Mahavira sadece insanlara değil sinekler de dahil tüm hayvanlara zarar vermekten kaçınmak gerektiğini öğütlüyordu müritlerine. Bu sebeplerden ötürü Yahudiliği ve onu takip eden Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini insan ahlakının yaratıcısı konumuna yerleştirmenin bir anlamı yok.

Bağnazlığın doğuşu
Peki ya tektanrıcılık? Yahudilik en azından dünyanın başka bir yerinde eşi bulunmayan tek tanrı inancının öncülüğünü yaptığı için övgüyü hak etmiyor mu (bu inanç dünyanın dört bir yanına Yahudilerden ziyade Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından yayılmış olsa da)? Bu bile tartışılır. Zira tek tanrıcılığa dair ilk kesin kanıt, Firavun Akhenaten’in MÖ 1350 yılında gerçekleştirdiği dinsel devrime dayanıyor ve Moabite kralı Mesha tarafın dan dikilen Mesha Yazıtı gibi belgeler eski İsrail’in dininin Moab gibi komşu krallıklardan pek de farklı olmadığını ortaya koyuyor. Mesha kendi büyük tanrısı Kemosh’u neredeyse Tevrat’ın Yahveh tasviriyle aynı şekilde tarif ediyor. Ama Yahudiliğin dünyaya tek tanrı inancını getirmesi fikrinin asıl sıkıntısı bunun o kadar da gurur duyulacak bir şey olmaması. Etik açıdan tek tanrı inancı insanlık tarihinin en kötü fikirlerinden biridir.

Tektanrıcılık insanların ahlak standardını yükseltmeye pek yaramamış; sırf Müslümanlar tek tanrıya, Hindular bir sürü tanrıya inanıyor diye Müslümanların Hindulardan daha ahlaklı olduğunu mu düşünüyoruz? Hıristi yan istilacılar Amerika’nın yerli kabilelerinden daha mı ahlaklıydı? Tektanrıcılığın yol açtığı kesin bir şey varsa o da pek çok insanı eskisinden daha hoşgörü yoksunu kılması ve bu yolla din kaynaklı zulüm ve kutsal savaşların yaygınlaşmasına katkı sağlamasıdır. Çoktanrıcılıkta farklı insanların farklı tanrılara tapması ve değişik tören ve âdetler uygulaması gayet kabul edile bilir bir şeydi. İnsanların dini inançları yüzünden saldırmaları ve dini ge rekçelerle uygulanan zulüm ya da infaz pek yaşanmazdı. Oysa tektanrıcılık kendi Tanrı’larının tek olduğu ve herkesin O’na itaat etmesi gerektiği inan cına dayalıdır. Bunun sonucunda Hıristiyanlık ve İslam dünyaya yayılırken beraberinde Haçlı Seferleri, cihatlar, engizisyon mahkemeleri ve dinsel ayrımcılık da yayıldı.”
Mesela MÖ 3. yüzyılda Hindistan imparatoru Büyük Asoka’nın tavrıyla Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerini karşılaştırın. İmparator Asoka pek çok din, tarikat ve gurunun olduğu bir imparatorluğun başındaydı. Kendisine “Tanrıların Sevgili Oğlu” ve “Herkese içtenlikle saygı duyan” unvanlarını yakıştırmıştı. MÖ 250 dolaylarında duyurduğu hoşgörü fermanında şöyle diyordu:

Tanrıların Sevgili Oğlu, herkese içtenlikle saygı duyan kral tüm çilekeşlere ve din erbaplarına saygı duyar (…) ve tüm dinlerin temelinde olması gereken gelişime değer verir. Temeldeki gelişim farklı şekillerde sağlana-bilse de söylemlerinde hepsinin sınırı vardır yani gerekçesiz yere kendi dinini övüp diğerlerini karalayamazlar (…) Her kim ki aşırı dindarlıktan kendi dinini över ve “Kendi dinimi yücelteyim” diye düşünüp başka dinleri karalar, o kişi sadece kendi dinine zarar verir. Bu yüzden dinlerarası iletişim iyidir. İnsan başkalarının benimsediği öğretileri dinleyip bunla ra saygı duymalıdır. Tanrıların Sevgili Oğlu, herkese içtenlikle saygı du yan kral diler ki herkes başka dinlerin güzel öğretilerini iyice bellesin.

Beş yüz yıl sonra Roma İmparatorluğu, Büyük Asoka’nın Hindistan’ı kadar çok çeşitlilik içeriyordu ama Hıristiyanlık hâkim olduktan sonra imparator lar dine karşı bambaşka bir tutum takınmaya başladı. Büyük Konstantin ve oğlu 11. Konstantius’tan itibaren imparatorlar Hıristiyan olmayan tüm tapınakları kapatıp “pagan” ilan edilen ritüellere ölüm cezası getirdiler. Adı “Tanrı vergisi” anlamına gelen İmparator Theodosius döneminde zulümler arttı. 391’de Theodosius Buyrukları devreye girdi ve Hıristiyanlık ve Yahudilik harici tüm dinler bütünüyle yasaklandı. (Yahudilik de çeşitli şekillerde zulme uğruyordu ama yasal kaldı.)” Yeni yasalara göre Jüpiter’e ya da Mitra’ya kendi evinin mahreminde tapınmak bile yasaktı.’4 Hıristiyan imparatorlar, imparatorluklarını kâfir mirasının tümünden arındırma seferberliği dahi linde Olimpiyat Oyunları’nı bile yasakladı. Bin yılı aşkın süredir düzenlenen oyunların sonuncusu 4. yüzyılın sonlarında ya da 5. yüzyılın başında bir tarihte gerçekleşti.
Elbette tüm tektanrıcı yöneticiler Theodosius kadar hoşgörüsüz değildi ve pek çok tektanrıcılığı reddeden lider de Asoka’nın açıkgörüşlü politikala rını benimsemiyordu. Her koşulda, “Bizim Tanrı’mız dışında tanrı yok,” şiarında ısrar eden tektanrıcılık, bağnazlığı teşvik etmeye müsaitti. Yahudiler böylesine tehlikeli bir düşünce şeklini yaymadaki rollerinin üstünü örtüp bu günahı Hıristiyanların ve Müslümanların taşımasına razı gelseler iyi ederler.

Yahudi fiziği, Hıristiyan biyolojisi
Modern bilimde oynadıkları önemli rol sayesinde, Yahudilerin insanlığın geneline sıradışı bir katkıda bulunduğunu sadece 19. ve 20. yüzyıllarda görü yoruz. Einstein ve Freud gibi bilindik isimlerin yanı sıra bilim alanlarındaki Nobel ödüllerinin yüzde 20’sini dünya nüfusunun binde 2’sinden azını oluş turan Yahudiler aldı.’6 Ama bunun Yahudilik dini ya da kültüründen ziyade münferit Yahudilerin marifeti olduğunu vurgulamak gerek. Geçtiğimiz iki yüz yılın önemli Yahudi biliminsanlarının çoğu, Yahudiliğin dini çemberi nin dışında hareket etmişti. Esasen Yahudilerin bilime hatırı sayılır katkıları yeşivalardan çıkıp laboratuvarlara girince baş göstermişti.

1800 öncesi Yahudilerin bilime katkısı sınırlıdır. Doğal olarak Çin, Hindistan ya da Maya medeniyetlerinin bilimsel gelişmelerinde hiçbir rol oynamamışlardır. Avrupa ve Ortadoğu’da Maimonides gibi kimi Yahudi düşünürlerin Yahudi olmayan meslektaşları üzerinde hayli etkileri olmuştur ama genel olarak Yahudilerin etkisi demografik ağırlıklarıyla doğru orantılıdır. 16., 17. ve 18. yüzyıllarda Bilimsel Devrim’in patlak vermesinde pek rol oynamamışlardır. Başarılarından dolayı Yahudi cemaatinden ihraç edilen Spinoza hariç modern fizik, kimya, biyoloji ya da sosyal bilimlerin doğuşunda kilit rol oynamış bir Yahudi bulmakta zorlanırsınız. Einstein’ın ataları, Galileo ve Newton zamanlarında neyle uğraşıyormuş bilmiyoruz ama büyük ihtimalle ışıktan ziyade Talmud’u incelemekle alakadardılar.

Büyük değişim 19. ve 20. yüzyıllarda, laikleşme ve Yahudi Aydınlanması pek çok Yahudi’nin Yahudi olmayan komşularının dünya görüşünü ve ha yat tarzını örnek almaya başlamasına yol açınca cereyan etti. Bunu takiben Yahudiler Almanya, Fransa ve ABD gibi ülkelerdeki üniversite ve araştırma merkezlerine katılmaya başladı. Yahudi akademisyenler gettolardan ve shtet’lerden önemli kültürel miraslar taşıdı. Yahudi kültüründe eğitime fazlasıyla değer verilmesi Yahudi biliminsanlarının sıradışı başarısının asli sebeplerindendir. Eziyet görmüş azınlığın kendini ispatlama arzusu ve yetenekli Yahudilerin ordu ve devlet yönetimi gibi Yahudi karşıtlığı görülebilen kurumlarda yükselmesinin engellenmesi diğer faktörler arasında yer alır.

Ancak Yahudi biliminsanları yeşivaların sıkı disiplini ve bilginin değerine duyulan derin inancı taşımış olsalar da işe yarar somut fikir ve içgörü kazandırmamışlardır. Einstein Yahudi’ydi ama izafiyet teorisi “Yahudi fizi ği” değildi. Tevrat’a inanmanın enerji eşittir kütle çarpı ışık hızının karesi bilgisine vâkıf olmakla ne ilgisi var? Karşılaştırma maksadıyla, Darwin de Hıristiyan’dı ve hatta Cambridge’e Anglikan rahibi olmak amacıyla başlamıştı. Buradan evrim teorisinin Hıristiyan teorisi olduğunu mu çıkaracağız? İzafiyet teorisini Yahudiliğin insanlığa katkısı şeklinde değerlendirmek, evrim teorisini Hıristiyanlığa atfetmek kadar saçma olur.

Aynı şekilde, Fritz Haber’in geliştirdiği amonyağın sentezlenmesi işleminde (Kimya dalında Nobel Ödülü, 1918), Selman Waksman’ın bulduğu antibiyotik streptomisinde (Fizyoloji ya da Tıp dalında Nobel Ödülü, 1952) ya da Dan Shechtman’ın yarı kristalleri keşfinde (Kimya dalında Nobel Ödülü, 2011) Yahudiliğe ilişkin bir şey görmek zor. Freud gibi beşeri bilimler ve sosyal bilimler alanlarında çalışanlar için Yahudi mirası büyük ihtimalle daha belirleyiciydi. Fakat bu tür durumlarda bile bağlardan kopuş, yerinde duran bağlantılardan daha belirleyicidir. Freud’un insan psişesine ilişkin görüşleri, Haham Yosef Karo ya da Haham Yochanan ben Zakkai’nin görüşlerinden çok farklıydı ve Oidipus kompleksini Şulhan Aruh’un (Yahudi hukuku ku ralları) sayfalarını karıştırarak geliştirmedi.

Özetle, muhtemelen Yahudilerin öğrenmeye atfettiği büyük önem Yahu di biliminsanlarının olağanüstü başarısına önemli bir katkı sağlamıştır ama Einstein, Haber ve Freud’un başarılarının temellerini atanlar Yahudi olma yan düşünürlerdi. Bilimsel Devrim Yahudilere ait bir tasarı değildi ve Yahu diler bu tasarıdaki yerlerini ancak yeşivalardan üniversitelere geçince aldılar. Esasen Yahudilerin tüm sorulara eski metinleri okuyarak cevap arama alışkanlığı, Yahudilerin cevapları gözlem ve deney yoluyla bulan modern bilim dünyasına entegre olabilmesinin önünde büyük bir engeldi. Madem Yahudi dininin bünyesinde bilimsel buluşlara yol açmaya kadir bir unsur var, o zaman neden 1905’le 1933 arasında kimya, tıp ve fizik dallarında Nobel Ödülü alan on Yahudi’nin onu da laikti ve neden aynı dönem içinde tek bir aşırı Ortodoks, Bulgarya da Yemen Yahudi’si herhangi bir Nobel Ödülü almadı?
“Yahudi olmaktan nefret eden” ya da “Yahudi aleyhtarı” zannı altında kalmamak için Yahudiliğin özellikle kötü ya da karanlıklara gömülü bir din olduğunu söylemediğimin altını çizmek istiyorum. Sadece insanlık tarihi için aşırı bir önem taşımadığını söylüyorum. Yahudilik yüzyıllar boyunca uzak ülkeleri işgal etmek ve kâfirleri yakarak öldürmek yerine okuyup düşünmeyi tercih eden çilekeş bir azınlığın mütevazı dini olmuştur.

Yahudi düşmanları genellikle Yahudilerin büyük önem taşıdığını düşünür. Dünyayı ya da bankacılık sistemini, o da olmadı medyayı kontrol et tiklerine ve küresel ısınmadan 11 Eylül saldırılarına her şeyin Yahudilerin başının altından çıktığına inanırlar. Bu tür bir Yahudi düşmanı paranoyası Yahudilerin megalomanlığı kadar gülünç. Yahudiler çok ilginç insanlar sa yılabilir ama büyük resme baktığınızda dünyaya son derece sınırlı etkileri olduğunu görürsünüz.

İnsanlar tarih boyunca yüzlerce farklı dinve tarikat yarattı. Bunların arasında Hıristiyan, İslam, Hinduizm, Konfüçyüsçülük ve Budizm gibi çok azı milyarlarca insanı (her zaman iyi şekilde olmasa da) etkiledi. Bon dini, Yoruba dini ve Yahudilik gibi inançların çoğunun etkisi daha az olmuştur. Şahsen ben zalim dünya fatihlerinin değil de başkalarının işine burnunu pek sokma yan kendi halinde insanların soyundan gelme fikrinden hoşlanıyorum. Pek çok din alçakgönüllülüğün kıymetinden dem vurur sonra da kâinatın en mühim şeyi olduklarını kurgular. İnsanları şahsen alçakgönüllü olmaya çağırmakla yaygaracı bir kolektif küstahlığı aynı potada eritirler. Tüm inançların mensubu insanlar alçakgönüllülüğü biraz daha ciddiye alsa ne iyi olur.
Tüm alçakgönüllülük çeşitleri içinde belki de en önemlisi Tanrı karşısın da alçakgönüllü olabilmektir. İnsanlar Tanrı’dan bahsederken çoğunlukla kendilerini küçük görüp tevazu sergiliyor ama sonra da Tanrı’nın adını anarak kendi kardeşlerine üstünlük taslıyorlar.

Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz