Medeniyet: Bayraklar dikdörtgen, milli marşlar neredeyse aynı – Yuval Noah Harari

460

Dünyada sadece tek bir medeniyet var

Mark Zuckerberg insanlığı çevrimiçi ortamda birleştirme hayalleri kurarken, son zamanlarda çevrimdışı diyarda cereyan eden olaylar “medeniyetler çatışması” tezinin ateşini körükledi. Pek çok âlim, siyasetçi ve sıradan vatandaş Suriye iç savaşı, IŞİD’in peydahlanması, Brexit’in yarattığı kargaşa ve Avrupa Birliği’nde yaşanan istikrarsızlık gibi konuların hepsinin “Batı Medeniyeti”yle “İslam Medeniyeti” arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyor. Batı’nın Müslüman milletlere demokrasi ve insan hakları getir-me girişimleri şiddetli bir İslami tepkiye yol açtı ve Müslüman göçü dalgası beraberinde gerçekleşen İslami terör saldırıları sonucu Avrupalı seçmenler çokkültürlülük hayallerini rafa kaldırıp yabancı düşmanı yerel kimliklere meyletmeye başladı.

Sözkonusu teze göre insanlık ezelden beri birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan dünya görüşlerine sahip bireylerin oluşturduğu farklı medeniyetlere ayrılmıştı. Bu birbiriyle bağdaşmayan dünya görüşleri medeniyetlerarası çatışmayı kaçınılmaz kılıyordu. Nasıl ki tabiatta farklı türler doğal seçilimin acımasız yasaları doğrultusunda hayatta kalmaya çalışıyordu, medeniyetler de tarih boyunca defalarca çatışmış ve sadece en güçlü olanlar hayatta kaldığından olan biteni onlar aktarmıştı. Bu amansız hakikati göz ardı edenler, ister liberal siyasetçiler ister akılları beş karış havada mühendisler olsun, hatalarının ceremesini çekeceklerdi.’
“Medeniyetler çatışması” tezinin pek çok siyasi çıkarımı var. Tezin savunucuları “Batı”yla “Müslüman âlemi” birleştirmeye yönelik herhangi bir girişimin başarısızlığa mahkûm olduğunu ileri sürüyor. Müslüman ülkeler asla Batı’nın değerlerini benimsemeyecek, Batılı ülkeler de asla Müslüman azınlıkları özümsemeyi başaramayacak. Buna istinaden ABD, Suriye veya Irak’tan gelen göçmenleri kabul etmemeli ve Avrupa Birliği de çokkültürlü-lük yanılgısından kurtulup göğsünü gere gere Batı kimliğine bürünmelidir. Uzun vadede doğal seçilim sınavından sadece tek bir medeniyet geçecektirve Brüksel’deki bürokratlar Batı’yı İslam tehlikesinden korumayı reddediyorsa o vakit Birleşik Krallık, Danimarka ya da Fransa bu işin altından kendi başına kalkmalıdır.

Oldukça yaygın olsa da hatalı bir tezdir bu. Aşırı İslam ciddi bir tehlike arz ediyor olabilir ama tehdit ettiği “medeniyet”, Batı’ya özgü bir fenomen değil tüm dünya medeniyeti. IŞİD, İran’la ABD’yi ona karşı birlik olmaya boşuna itmedi. Ayrıca ortaçağdan kalma tüm fantezilerine rağmen, aşırı İslamcılar bile sırtlarını 7. yüzyıl Arabistan kültüründen ziyade çağdaş küresel kültüre dayıyor. Ortaçağ çiftçi ve tüccarlarının değil dışlanmış modern gençlerin korku ve umutlarına hitap ediyorlar. Pankaj Mishra ve Christopher de Bellaigue’un güçlü bir şekilde ortaya koyduğu üzere, radikal İslamcılar Hz. Muhammed kadar Marx ve Foucault’dan da etkilenmiş, Emevi ve Abbasi halifeleri kadar 19. yüzyıl Avrupalı anarşistlerinin de mirasını devralmışlardır. Dolayısıyla IŞİD’i dahi gökten inmiş esrarengiz bir ağacın meyvesi gibi değil de hepimizin paylaştığı küresel kültürden türemiş kötü bir tohum şeklinde düşünmek daha doğru olur.

Daha da önemlisi “medeniyetler çatışması” tezine dayanak olarak tarihle biyoloji arasında kurulan alegori yanlış. Küçük kabilelerden devasa medeniyetlere kadar her tür insan topluluğu hayvan türlerinden esas itibarıyla farklıdır ve tarihsel çatışmalar doğal seçilimden büyük farklılıklar gösterir. Hayvan türleri binlerce yıl sağlam kalan nesnel kimliklere sahiptir. Şempanze mi goril mi olduğunuz inançlarınıza göre değil genlerinize göre belirlenir ve farklı genler başka toplumsal davranışlar dayatır. Şempanzeler dişi erkek karışık gruplar halinde yaşar. İktidar için her iki cinsiyetten destekçilerin ittifakını sağlayarak yarışırlar. Buna karşın gorillerde tek bir baskın erkek, dişilerden oluşan bir harem kurar ve lider genellikle konumunu sarsma tehlikesi taşıyan diğer erkekleri kovar. Şempanzeler gorillere özgü toplumsal düzenlemeleri benimseyemez, goriller şempanzeler gibi örgütlenemez ve bildiğimiz kadarıyla şempanze ve gorillerin kendilerine özgü toplumsal sistemleri onyıllardır değil yüz binlerce yıldır süregelmiştir.
İnsanlarda buna benzer bir şey göremeyiz. Evet, insan topluluklarının da kendilerine has toplumsal sistemleri var ama bunları belirleyen genler değil, ayrıca birkaç yüzyılı aşkın süre boyunca sağlam kalan birsistem de pek yok.

Örneğin 20. yüzyılda yaşayan Almanları ele alalım. Yüz yıldan kısa bir süre içinde Almanlar kendilerini altı farklı sistem içerisinde teşkilatlandırdı: Ho-henzollern Hanedanı, Weimar Cumhuriyeti, Üçüncü Reich, Alman Demokratik Cumhuriyeti (namıdiğer komünist Doğu Almanya), Almanya Federal Cumhuriyeti (namıdiğer Batı Almanya) ve son olarak yeniden birleşen demokratik Almanya. Elbette Almanlar Almanca konuşmayı, bira içip bratwurst yemeyi sürdürmüştür. Ama Almanları tüm diğer milletlerden ayıran kendilerine has ve II. Wilhelm’den Angela Merkel’e kadar değişmeden kalmış bir öz var mı? Ve böyle bir şey buldunuz diyelim, o şey bin ya da beş bin yıl önce de var mıydı?

Yürürlüğe girmeyen Avrupa Birliği Anayasası Önsözü, “Avrupa’nın ihlal edilemez ve şahısların elinden alınamaz insan hakları, demokrasi, eşitlik ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerlerin oluşmasına temel sağlayan kültürel, dini ve insani mirasın” esas alındığını ifade ederek başlıyor.’ Bu söylem doğrultusunda Avrupa medeniyetini insan hakları, demokrasi, eşitlik ve özgürlük ilkelerinin belirlediği izlenimini edinebiliriz rahatlıkla. Antik Atina demokrasisiyle günümüz Avrupa Birliği arasında doğrudan bir bağlantı kurarak Avrupa’nın 2500 yıllık özgürlük ve demokrasi geleneğini öven pek çok söylev bulunur.

Durum filin kuyruğunu tutup fil denen hayvanı bir çeşit fırça sanan kör adamın hikâyesinden farksız. Avrupa’nın yüzlerce yıldır demokratik fikirler barındırdığı doğru ama bu fikirler hiçbir zaman bütünlüklü değildi. Atina demokrasisi tüm görkemine ve yarattığı etkiye karşın sadece iki yüz yıl hayatta kalabilmiş ve Balkanlar’ın ufak bir köşesinde isteksizce uygulanmış bir deneyden ibaretti. Avrupa medeniyeti geçtiğimiz 2500 yıl boyunca demokrasi ve insan haklarının beşiği olduysa, Sparta ile Jül Sezar’ı, Haçlılar ile Konkistadorlar’ı, Engizisyon ile köle ticaretini, XIV. Louis ile Napolyon’u, Hitler ile Stalin’i nereye oturtacağız? Bunların hepsi yabancı medeniyetlerden gelen davetsiz misafirler mi?
Esasen Avrupa medeniyetini Avrupalıların ona yüklediği anlam belirliyor; nasıl ki Hıristiyanlığı Hıristiyanların Hıristiyanlığa yüklediği anlam, İslam’ı Müslümanların İslam’a yüklediği anlam, Yahudiliği Yahudilerin Yahudiliğe yüklediği anlam belirliyorsa. Ve bu medeniyete yüzyıllar içinde son derece farklı anlamlar yüklenmiş. İnsan topluluklarını süregiden herhangi bir şeyden ziyade uğradıkları değişimler tanımlar ama insanlar hikâye anlatma becerileri sayesinde kendilerine her koşulda kadim bir kimlik yaratmayı başarırlar. Ne tür devrimler yaşanırsa yaşansın insanlar genellikle eskiyle yeniyi aynı potada eritirler.
Bireyler bile devrim niteliği taşıyan şahsi değişimlerini anlamlı ve güçlü bir hayat hikâyesi oluşturacak şekle sokabilir: “Bir zamanlar sosyalisttim ama sonra kapitalist oldum; Fransa’da doğdum ama şimdi ABD’ de yaşıyorum; evliydim ama boşandım; kansere yakalandım ama iyileştim.” Aynı şekilde Almanlar gibi bir topluluk da kendilerini geçirdikleri deneyimler üzerinden tanımlayabilir: “Bir zamanlar Naziydik ama dersimizi aldık ve artık barış yanlısı demokratlarız.” Önce 11. Wilhelm, sonra Hitler ve son olarak da Merkel dönemlerinde kendini gösteren nevi şahsına münhasır bir Alman niteliği aramaya gerek yok. Alman kimliğini belirleyen, bu kökten dönüşümlerin ta kendisi. 2018′ de Almanlık liberal ve demokrat değerleri savunurken Naziliğin ağır mirasıyla cebelleşmek demek. 2050’de ne anlama gelir kim bilir.

İnsanlar çoğunlukla, özellikle de konu temel siyasal ve dini değerler olunca, bu değişimleri görmezden gelir. Sahip olduğumuz değerlere yedi ceddimizden kalma kıymetli miraslarmış muamelesi yaparız. Ne var ki böyle yapabilmemizin yegâne sebebi ceddimizin ölüp gitmiş ve söz alamayacak olmasıdır. Örneğin Yahudilerin kadınlara karşı tutumunu ele alalım. Günümüzde aşırı Ortodoks Yahudiler kamusal alanda kadın imgesine yer verilmesine izin vermiyor. Aşırı Ortodoks Yahudilere yönelik reklamlarda sadece erkeklere ve erkek çocuklara yer veriliyor; kadınlar ve kız çocukları asla kullanılmıyor.

2011’de aşırı Ortodoks tandanslı Brooklyn gazetesi Di Tzeitung, Usame bin Ladin’in ikamet ettiği komplekse düzenlenen baskını izleyen ABD’li devlet görevlilerinin fotoğrafını, fotoğraftaki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da dahil, kadınları dijital yöntemle silerek yayınlayınca bir skandal patlak vermişti. Gazete daha sonra yaptığı açıklamada, Yahudi “tevazu kaideleri” gereği böyle yapmak zorunda kaldıklarını söylemişti. Benzer bir skandal Ha-Mevaser gazetesi Charlie Hebdo katliamının ardından düzenlenen gösteride çekilmiş bir fotoğraftan Angela Merkel ‘i, olur da Merkel ‘in resmi sadık okurlarının zihnine şehvet tohumları ekerse diye çıkarınca yaşanmıştı. Başka bir aşırı Ortodoks gazetenin yayıncıları da bu davranışı desteklemiş, “Arkamızda binlerce yıllık Yahudi geleneği var,” diye açıklamıştı.

Kadınların görülmesinin en ciddi şekilde yasaklandığı yer de sinagoglar. Ortodoks sinagoglarında kadınlar erkeklerden itinayla ayrı tutuluyor ve dua eden ya da Kutsal Kitap okuyan erkekler ezkaza kadın bedeni görmesin diye bir perdenin arkasında yer alan sınırlı bir alanda duruyorlar. Peki ama tüm bunlar binlerce yıllık Yahudi geleneğine dayanıyorsa, arkeologlar İsrail’deki Mişna ve Talmud dönemlerinden kalma antik sinagogları kazdı-ğında ortaya çıkan gerçekleri, cinsiyet ayrımına dair hiçbir kanıt bulunmamasından öte, kimi yarı çıplak denilebilecek kadınların resmedildiği güzide yer mozaiklerini ve duvar resimlerini ne yapacağız? Mişna ve Talmud’u kaleme alan hahamlar bu sinagoglarda dua edip çalışmış ama günümüz Ortodoks Yahudileri bunları günah, dine hakaret ve eski geleneklere saygısızlık olarak değerlendiriyor.

Eski geleneklerin bu minvalde çarpıtılmasına dair örneklere her dinde rastlanır. IŞİD, İslam’ın özgün ve saf haline dönmekle övünür ama aslında yepyeni bir İslam anlayışları var. Eski kutsal metinlerden alıntı yaptıkları doğru ama hangi metinleri kullanıp hangilerini göz ardı edecekleri ve alıntıladıkları kısımları nasıl yorumlayacakları hususunda ihtiyatlı davranıyorlar. Esasen kutsal metinleri işlerine geldiği gibi yorumlama tavırları da başlı başına çağdaş bir olgu. Bilindiği üzere, tefsir, eğitim görmüş ulema sınıfının, Kahire’deki El-Ezher gibi saygın kurumlarda İslam hukuku ve teolojisi çalışan âlimlerin tekelindeydi. IŞİD liderlerinin pek azı böyle bir eğitime sahip; ulema sınıfının en saygın mensupları, Ebu Bekir el-Bağdadi ve şürekâsını cahil ve azılı mücrimler olarak görüp kınıyorlar.

Bu durum IŞİD’i, kimilerinin iddia ettiği gibi “İslam dışı” ya da “İslam karşıtı” kılmıyor. Barack Obama gibi Hıristiyan liderlerin kalkıp Ebu Bekir el-Bağdadi gibi Müslümanlığı kimlik edinmiş kişilere Müslüman olmanın ne demek olduğunu anlatmaya cüret etmesi de son derece ironik.8 İslam’ın özüne dair hararetli tartışmaların hiçbir anlamı yok. İslam’ın belli bir DNA’sı yoktur. Müslümanlar ona ne anlam atfederse İslam da o anlama gelir.9

Almanlar ve goriller
İnsan gruplarıyla hayvan türlerini birbirinden ayıran çok daha keskin bir fark var. Türler çoğu kez ayrılır ama asla birleşmez. Yedi milyon yıl kadar önce şempanze ve gorillerin ortak bir atası vardı. Bu tek ata türü zamanla kendi farklı evrimsel yollarını tutan iki popülasyona ayrıldı. Böyle bir sürecin bir kez gerçekleştikten sonra geri dönüşü yoktur. Farklı türlere ait canlılar çiftleştiğinde kendi aralarında üreyebilen yavrular doğuramadığından, türlerin kaynaşması mümkün değildir. Goriller şempanzelerle, zürafalar fillerle, köpekler kedilerle birleşemez.

Bunun aksine insan kabileleri zaman içinde gittikçe daha büyük gruplar meydana getirecek şekilde kaynaşma eğilimindedir. Çağdaş Almanlar kısa bir süre öncesine kadar birbirinden pek haz etmeyen Saksonlar, Prusyalılar, Svabyalılar ve Bavyeralıların birleşmesiyle oluşmuştur. Denildiğine göre,
Otto von Bismarck (Darwin’in Türlerin Kökeni eserini okuduktan sonra) Avusturyalılarla insan arasındaki kayıp halkanın Bavyeralılar olduğunu ifade etmiştir.’0 Fransız halkı Franklar, Normanlar, Bretonlar, Gaskonlar ve Provanslıların bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Kanalın diğer tarafında da İngiliz, İskoç, Galli ve İrlandalıların (isteseler de istemeseler de) kay-naştırılmasıyla Britanyalılar meydana gelmiştir. Çok geçmeden Almanlar, Fransızlar ve Britanyalılar da kaynaşıp Avrupalıları oluşturabilir.

Londra, Edinburgh ve Brüksel’de yaşayan insanların bugünlerde güçlü bir biçimde fark ettiği üzere birleşmeler her daim ebedi olmuyor. Brexit hem Birleşik Krallık hem de Avrupa Birliği’nin eşzamanlı olarak çözülmesini pekâlâ tetikleyebilir. Ancak uzun vadede tarihin ne yönde seyredeceği belli. On bin yıl önce insanlık sayısız münferit kabileye bölünmüş durumdaydı. Geçen her bin yıl bu parçalar daha büyük yığınlar meydana getirecek şekilde iç içe geçti ve birbiriyle bağlantısı bulunmayan medeniyetler giderek azaldı. Kalan birkaç medeniyet de tek bir dünya medeniyetine dönüşecek şekilde kaynaşıyor. Siyasi, etnik, kültürel ve ekonomik ayrımlar hâlâ var ama bunlar asli birliği bozmuyor. Hatta kimi ayrımları mümkün kılan da bu geniş ve kapsamlı ortak yapı. Mesela ekonomide, herkes aynı piyasaya iştirak etmezse işbölümü başarıyla sağlanamaz. Bir ülkenin otomobil veya petrol üretiminde uzmanlaşması ancak buğdayve pirinç üreten başka bir ülkeden gıda ürünü temin edebiliyorsa mümkündür.

İnsanların birleşme sürecinin iki belirgin biçimi var: farklı zümreler arasında bağlantı kurmak ve zümreler arasındaki faaliyetleri homojenleştirmek. Oldukça farklı davranmaya devam eden zümreler arasında bile bağlantılar kurulabilir. Hatta can düşmanı zümreler arasında bile bağlantı kurulabilir. İnsanlar arasındaki en kuvvetli kimi bağlar bizzat savaşla kurulur. Tarihçiler, küreselleşmenin 1913’te zirveye ulaştığını, ardından dünya savaşları ve Soğuk Savaş sırasında uzunca bir süre düşüşe geçip ancak 1989’dan sonra yeniden yükselmeye başladığını iddia ederler çoğunlukla. ” Bu tespit ekonomik küreselleşme açısından doğru kabul edilebilir ama fark içermekle beraber aynı derecede önem taşıyan askeri küreselleşmeyi göz ardı eder. Fikirlerin, teknolojilerin ve insanların dört bir yana yayılma hızı ticaretten çok savaşla artar. 1918’de ABD’nin Avrupa’yla bağı 1913’e nazaran daha güçlüydü ve iki dünya savaşı arasındaki dönemde uzaklaşan tarafların kaderi 11. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’la ayrılmaz bir şekilde iç içe geçti.

Ayrıca savaş insanların birbirine ilgisini körükler. ABD’nin Rusya’ya duyduğu ilgi Soğuk Savaş döneminde doruğa ulaşmış, Moskova koridorlarında biri öksürse Washington merdivenlerinde bir koşuşturma başlar olmuştu. İnsanların düşmanlarına duyduğu alaka ticaret ortaklarına duyduklarını katbekat aşar. Vietnam hakkında çekilmiş filmlerin sayısı, Tayvan hakkındaki filmlerin sayısını en az elliye katlar.

Ortaçağ olimpiyatları
21. yüzyılın başında dünya farklı zümreler arasında bağlar kurulmasının çok ötesine geçti. Dünyanın farklı yerlerindeki insanlar birbiriyle iletişim kurmakla kalmayıp giderek daha çok benzer inanç ve davranış biçimlerini benimsemeye başladılar. Bin yıl önce gezegenimiz düzinelerce farklı siyasi modele elverişli topraklara sahipti. Avrupa’da bağımsız şehir devletleri ve ufak çaplı teokrasilerle çekişen feodal beyliklerle karşılaşabilirdiniz. İslam dünyasında evrensel hâkimiyet iddiası taşıyan bir halife bulunsa da krallıklar, sultanlıklar ve emirlikler de mevcuttu. Çin imparatorları kendilerini tek meşru siyasi merci olarak görüyor, kabilelerin oluşturduğu birlikler Çin’in kuzeyiyle batısında birbiriyle çatışıp duruyordu. Hindistan ve Güneydoğu Asya’da rejim çeşitliliği hüküm sürerken Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki adalar boyunca hem küçük avcı toplayıcı gruplar hem de genişleyen imparatorluklar yer alıyordu. Bırakın uluslararası yasaları, komşu insan gruplarının bile ortak diplomatik prosedürler üzerinde anlaşamamasına şaşırmamak gerek. Her toplumun kendi siyasi paradigması bulunuyordu ve yabancı siyasi kavramları anlayıp bunlara saygı göstermeleri zordu.

Aksine günümüzde her yerde kabul edilen tek bir siyasi paradigma var. Gezegenimiz iki yüz bağımsız devlete bölünmüş durumda ve bu devletler aynı diplomatik protokoller ve ortak uluslararası hukuk konusunda genellikle uzlaşıyor. İsveç, Nijerya, Tayland, Brezilya; hepsi atlaslarımızda aynı tip renkli şekiller halinde gösteriliyor; hepsi Birleşmiş Milletler üyesi; pek çok farklılık barındırsalar da hepsi aynı hak ve ayrıcalıklara sahip egemen devletler olarak tanınıyor. Aslında hepsi temsil organları, siyasi partiler, genel oy hakkı ve insan haklarına en azından simgesel bir inancı da içine alan pek çok ortak siyasi anlayış ve uygulamaya sahipler. Londra’da ve Paris’te bulunduğu gibi Tahran’da, Moskova’da, Cape Town’da ve Yeni Delhi’de de bir meclis bulunuyor. İsraillilerle Filistinliler, Ruslarla Ukraynalılar, Türklerle Kürtler küresel kamuoyunun kendi taraflarını tutması için yarışırken hep aynı söylemi; insan hakları, bağımsız devlet ve uluslararası hukuktan dem vuran söylemi kullanıyorlar.
Dünya belki “başarısız devletler” silsilesinden payını almıştıramabildiği tek bir başarılı devlet paradigması vardır. Dolayısıyla küresel siyaset Anna Karenina prensibine göre işliyor: başarılı devletlerin hepsi aynı ama tüm başarısız devletler baskın siyasi formülün şu veya bu içeriğini eksik bıraktıkları için kendilerine has bir biçimde başarısız oluyor. Kısa bir süre önce IŞİD bu formülü toptan reddedip tamamıyla bambaşka, evrensel halifeliği esas alan bir siyasi varlık göstermek istemesiyle dikkat çekti. Fakat tam da bu sebeple başarısız oldu. Pek çok gerilla hareketi ve terör örgütü yeni ülkeler kurmayı ya da var olanları ele geçirmeyi başardı. Ama bunu yapabilmelerinin sebebi küresel siyasi düzenin temel ilkelerini kabul etmeleriydi. Taliban bile uluslararası arenada bağımsız Afganistan’ın meşru hükümeti olarak tanınmanın peşine düştü. Şimdiye kadar küresel siyasetin ilkelerini reddeden hiçbir grubun kayda değer bir bölgede kalıcı kontrol sağlayabildiği görülmedi.

Belki de küresel siyasi paradigmanın gücünü ortaya koymanın en iyi yolu savaş ve diplomasi gibi ağır siyasi sorulardan bahsetmektense, 2016 Rio Olimpiyatları gibi bir konuya değinmek. Olimpiyatların nasıl organize edildiğini düşünün. 11 bin sporcu din, sınıf ya da dil gözetilmeden, milliyetleri esas alınarak delegasyonlara ayrılıyor. Budist delegasyonu, proletarya delegasyonu ya da İngilizce konuşanlar delegasyonu diye bir şey yok. Birkaç örnek dışında (özellikle de Tayvan ve Filistin), sporcuların milliyetini belir-lemek gayet basit.
5 Ağustos 2016’da düzenlenen açılış töreninde sporcular gruplar halinde geçerek milli bayraklarını salladı. Michael Phelps ne zaman yeni bir altın madalya kazansa Amerikan milli marşı eşliğinde Amerikan bayrağı çekildi göndere. Emilie Andeol judo dalında altın madalya kazanınca “Marseillaise” çalınıp Fransa’nın üç renkli bayrağı dalgalandırıldı.

Duruma uygun şekilde dünyadaki her ülkenin aynı evrensel model çerçevesinde bir milli marşı var. Neredeyse tüm milli marşlar orkestra eşliğinde söylenebilecek birkaç dakikalık kompozisyonlar, yani yalnızca dini göreve veraset yoluyla gelmiş belli bir zümrenin okuyabildiği yirmi dakikalık ilahiler sözkonusu değil. Suudi Arabistan, Pakistan ve Kongo gibi ülkeler bile milli marşları için Batılı müzik standartlarını benimsemiş. Çoğu marş Beethoven’ın kılını kıpırdatmadan besteleyebileceği nitelikte. (Arkadaşlarınızla bir araya geldiğinizde tüm geceyi YouTube’dan çeşitli milli marşlar çalıp hangisinin hangi ülkenin marşı olduğunu tahmin etmeye çalışarak geçirebilirsiniz.) Marşların sözleri bile dünya genelinde neredeyse aynı; aynı ortak siyasi görüşleri ve topluluğa bağlılık anlayışını yansıtıyorlar. Örneğin sizce aşağıdaki milli marş hangi ülkeye ait olabilir? (Yalnız ülkenin adını genel bir ifade olsun diye “ülkem” şeklinde değiştirdim):

Ülkem, vatanım,
Toprağına kanımı akıttığım,
Başında bekliyorum,
Bekçisiyim vatanımın.
Ülkem, milletim,
Halkım ve vatanım,
Birlikte haykıralım
“Birlik ol vatanım!”
Yaşasın toprağım, devletim,
Milletim, vatanım, hep bir bütün kalsın.
Ruhu dirilsin, canlansın bedeni,
Büyük ülkem için bunların hepsi!
Büyük ülkem, bağımsız ve özgür,
Sevdiğim evim ve ülkem.
Büyük ülkem, bağımsız ve özgür,
Sen çok yaşa büyük ülkem!

Cevap Endonezya. Peki Polonya, Nijerya ya da Brezilya desem şaşırır mıydınız?
Milli bayraklara da aynı sıkıcı temayüller hâkim. Tek bir istisna var. Tüm bayraklar bir dikdörtgen kumaş üzerine işlenmiş son derece sınırlı sayıda renk ve geometrik şekilden ibaret. Bir tek Nepal farklı. Nepal bayrağı iki üçgen şeklinde (ama Olimpiyatlarda hiç madalya almadılar). Endonezya bayrağı beyaz üstünde kırmızı şerit. Polonya bayrağı kırmızı üstünde beyaz şerit. Monako bayrağı Endonezya bayrağıyla aynı. Renk körü birinin Belçika, Çad, Fildişi Sahili, Fransa, Gine, İrlanda, İtalya, Mali ve Romanya bayraklarını birbirinden ayırması mümkün değil; hepsinde değişik renklerde yan yana üç şerit var.

Bu ülkelerin bazıları birbirleriyle kıyasıya savaşmış ama 20. yüzyılın çalkantıları esnasında Olimpiyat Oyunları savaş yüzünden sadece üç defa iptal edilmiş (1916, 1940 ve 1944’te). 1980’de ABD bazı yandaşlarıyla beraber Moskova Olimpiyatları’nı boykot etmiş. 1984’te Sovyet bloğu Los Angeles’ta düzenlenen olimpiyatları boykot etmiş. Ve çeşitli seneler Olimpiyat Oyunları siyasi çalkantıların göbeğinde cereyan etmiş (bunların en önemlileri Nazi döneminde Berlin’de düzenlenen 1936 Olimpiyatları ve 1972 Münih Olimpiyatları’nda Filistinli teröristlerin İsrail takımını katletmesi). Fakat genele bakarsak siyasi anlaşmazlıklar Olimpiyat projesini yoldan çıkaramamış.

Şimdi bin sene öncesine gidelim. Diyelim 1016 yılında ortaçağ olimpiyatlarını Rio’da düzenlemek istiyorsunuz. O vakitler Rio’nun Tupi halkının yaşadığı küçük bir köy olduğunu12 ve Asya, Afrika ve Avrupa yerlilerinin Amerika Kıtası’ndan haberi bile olmadığını bir anlığına unutun. Dünyanın en iyi sporcularını uçak yokken nasıl Rio’ya getireceğinize dair lojistik sorunları kafanızdan çıkarın. Dünya çapında herkesin yaptığı pek az ortak spor dalı bulunduğunu ve herkes koşsa bile koşu yarışı kaideleri konusunda herkesin anlaşamayacağını da unutun. Sadece yarışacak delegasyonları neye göre gruplayacağınızı düşünün. Günümüzün Olimpiyat Komitesi Tayvan ve Filistin sorunu üzerine saatlerce kafa patlatıyor. Ortaçağ olimpiyatlarının siyasi sorunları üzerine kaç saat harcamanız gerekeceğini bulmak için bu süreyi on binle çarpın.

Öncelikle 1016’da Çin’deki Song İmparatorluğu dünyadaki başka hiçbir siyasi oluşumu kendi dengi görmüyordu. Dolayısıyla kendi Olimpiyat dele-gasyonuyla Kore’nin Koryo Krallığı ya da Vietnam’daki Dai Viet Krallığı, hele hele deniz aşırı yerlerdeki ilkel barbarların delegasyonlarıyla aynı kefeye konulmasını akla hayale sığmayacak bir aşağılanma olarak algılardı.

Bağdat’taki halife kendini evrensel hegemonyaya sahip görüyor ve çoğu Sünni Müslüman tarafından dini lider statüsünde tutuluyordu. Ancak pratikte halifenin Bağdat yönetiminde pek bir sözü yoktu. O halde tüm Sünni sporcular tek bir halife delegasyonu altında mı toplanacak yoksa Sünni dünyasına hükmeden sayısız emirlik ve sultanlıklara göre mi ayrılacaklar? Ama iş neden emirlikler ve sultanlıklarla sınırlı kalsın? Arabistan çöllerinde Allah’tan başka hükümdar tanımayan bir dolu özgür bedevi kabile yaşıyor. Bunların her birinin okçuluk ya da deve yarışı dallarında müsabaka edecek bağımsız takımlar göndermesine izin verilecek mi? Avrupa da aynı ölçüde baş ağrısına sebep verecek nitelikte. Norman kasabası Ivry’den çıkan bir sporcu Ivry Kontu’nun mu yoksagüçsüz Fransa Kralı’nın mı sancağı altında yarışacak?

Bu siyasi oluşumların pek çoğu yıllar içinde belirip kaybolmuş. Siz 1016 Olimpiyatları’na hazırlık yaparken hangi delegasyonların zuhur edeceğini önceden bilmeniz mümkün değil çünkü kimse bir sonraki sene hangi siyasi oluşumların varlık göstermeyi sürdüreceğini bilmiyor. İngiltere Krallığı 1016 Olimpiyatları’na katılmış olsa sporcular madalyalarını alıp eve dönünce Londra’nın Danimarkalılar tarafından işgal edildiğini ve İngiltere’nin Danimarka, Norveç ve İsveç’le birlikte Kral Büyük Knud’un Kuzey Denizi İmparatorluğu’na dahil edildiğini görürlerdi. Yirmi yıl sonra bu imparatorluk dağıldı ama ondan otuz sene sonra İngiltere yeniden, bu defa Normandi-ya Dükü tarafından işgal edildi.

Bu gelipgeçici siyasi oluşumların pek çoğunun ne çalacak bir milli marşı ne de göndere çekecek bir bayrağı bulunmadığını söylemeye gerek bile yok. Tabii ki siyasi semboller önemliydi ama Avrupa siyasetinin sembolik diliyle Endonezya, Çin ya da Tupi siyasetlerinin sembolik dilleri birbirinden son derece farklıydı. Zafer göstergesi teşkil edecek ortak bir protokol üzerinde anlaşmak neredeyse imkânsız olurdu.

O yüzden 2020 Tokyo Olimpiyatları’nı izlerken milletler arasındaki bu sözde çekişmenin aslında muazzam bir küresel uzlaşmayı temsil ettiğini unutmayın. Kendi ülkelerinin temsilcileri altın madalya kazanıp bayrakları göndere çekilince herkesi milli gurur duygusu kaplıyor ama esasen insanlığın böyle bir etkinlik düzenleyebilmesi çok daha büyük bir gurur kaynağı.

Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz