İnsanları gelecekteki şeylerin peşinden ağzı açık gitmekle kınayanlar ve bize şimdiki iyi koşullardan yararlanmayı öğretenler, gelecek olanda hiçbir ganimet olmadığına, hatta geçmişte elde ettiklerimizden çok daha azı olduğuna dair bize güvence verenler, başka birçokları gibi, bilimimizden daha fazla eylemimizi kıskanan bu yanlış tasavvuru bize dayatarak, eserinin devamlılığına hizmet için doğanın bizzat bizi yola çıkardığı şeye yanılgı adını koyma yürekliliğini gösteriyorlarsa, insani yanılgıların en sıradanına varırlar. Hiçbir zaman kendi yuvamızda değiliz, her zaman ötedeyiz. Kaygı, arzu, umut bizi geleceğe doğru atıyor; bizi olacak olanla, hatta bizim artık varolmayacağımız zamanla oyalayarak, şimdi varolana dair duygu ve düşüncelerden bizi yoksun bırakıyor.
“Gelecekten kaygılı bir ruh mutsuzdur.” (Seneca, Epistulae ad Lucilium, XCVIII)
Şu önemli öğüt Platon’da sıkça görülür: İşini yap ve kendini bil. Bu öğelerden her biri genellikle tüm görevimizi içine alır ve benzer biçimde eşliğinde getirdiklerini de kapsar. Kim işini yapmak zorunda kalacaksa, ilk dersini görecektir; kim olduğunu ve neyin kendisine özgü olduğunu öğrenmektir bu. Ve kim ki kendini tanır, işi artık kendi için yabancı saymaz; her şeyden önce kendini sever ve kendini eğitir; gereksiz uğraşları, yararsız düşünceleri ve tasarımları reddeder.
“Çılgınlık gibi, arzuladığı ihsan edildiği zaman o memnun olmayacaktır; bilgelik de mevcut olanla yetinir, kendinden hiçbir zaman rahatsız olmaz.” (Cicero, Tusculanes, V, XVIII)
Epikuros bilgesini geleceğin kaygısından ve öngörüsünden bağışık tutar.
Ölüleri ilgilendiren yasalar arasında bana en sağlam görüneni hükümdarların yaptıkları işleri ölümlerinden sonra incelemeyi zorunlu kılan yasadır. Hükümdarlar yasaların efendisi değillerse yasalarla eşit konumdadırlar Adalet tepelerine dikilmiş değilse de onların ününün ve mirasçılarının malları üzerindedir: ki bunlar genellikle yaşamdan üstün tutulan şeylerdir. Bu, gözetildiği yerde milletlere eşsiz rahatlıklar getiren ve kötülerin anısının kendilerininki gibi karşılanmasından yakınan tüm iyi hükümdarlarca arzulanan bir uygulamadır. Krallara sevgi ve saygıyı değerlerine göre göstermeliyiz…
Kişisel bir zorunluluktan ötürü, övgüye değer olmayan bir hükümdarın anısına bağlananlar, kamu adaletini şahsi adaletlerinden geride tutanlardır. Titus Livius, kraliyet çatısı altında yetişmiş insanların dilinin her zaman çılgınca gösterişlerle ve boş laflarla dolu olduğunu söylerken doğru söyler; bunların her biri kralını değer ve yücelik çizgisinin en üst düzeyine ayırım gözetmeksizin yükseltir.
Neron’un yüzüne karşı yanıt veren şu iki askerin soyluluğu eleştirilebilir. Biri onun tarafından neden kendisine kötülük yapmak istediği konusunda sorguya çekildi: saygıdeğer olduğun zaman seni seviyordum, ama selefinin katili, kundakçı, sirk maskarası ve araba yarışçısı olduğundan beri layık olduğun gibi senden nefret ediyorum. Öteki de neden onu öldürmek istediği konusunda sorgulandı: Çünkü senin sürekli kötülüklerine karşı başka bir çare bulamıyorum. Ama onun aşağılık ve zorba davranışlarına ilişkin açık ve evrensel tanıklıkları (–ki bunlar ölümden sonra yapıldı ve sonsuza kadar kalacaktır–) hangi aklı başında insan yadsıyabilir?
Lacademoniya’daki kadar kutsal bir yönetim biçiminde bu derece yalancı bir tören yapılması hoşuma gitmedi. Kralları öldüğünde tüm ülke halkı, tüm adalılar, erkekler, kadınlar karmakarışık, mateme kanıt olsun diye alınlarını parçalıyorlar ve bağırmalarla yakınmaları arasında krallarının en iyi kral olduğunu dile getiriyorlardı: Böylece, en yüksek değerde olanları, en değerli olanları en geri sıraya yerleştiriyorlardı. Her konuyu araştıran Aristoteles, Solon’un “kimsenin ölümünden önce mutlu hayat sürdüğü söylenemez” sözünü sorgular. Bir kimse düzenli bir şekilde yaşamış ve ölmüşse ona mutlu insan denebilir mi acaba? Yoksa böyle sayılması için adının sonradan kötüye çıkmaması ve çocuklarının mutsuz olmaması mı gerekir? Yaşadığımız süre boyunca, meşguliyetlerimizin icabı olarak hoşlandığımız yere gideriz, ama yok olduğumuzda varolanla hiçbir iletişimimiz kalmaz. Solon’a insanın hiçbir zaman mutlu olmadığını, böylece, sonrasında da mutlu olmayacağını söylemek en iyisi olacaktır.
Quisquam
“Köklerinden sökülüp, yaşamın dışına atılmak zordur: Bilinçsiz biçimde kendinde bir şeyin varlığını sürdürdüğü hayal edilir. Ölümün yere serdiği bedeninden kopulmaz ve bütünüyle azat olunmaz.” (Lucretius, III. 890)
Bertrand du Glesquin (Du Guesclin), Rancon şatosu kuşatması sırasında Puy en Auvergne civarında (Puy’den daha çok Mende’e yakındır) öldü. Kuşatmadakiler teslim olduktan sonra o yerin anahtarlarını ölmüş kişinin cesedinin üstünde taşımak zorunda kaldılar.
Venedik ordusunun generali Barthelemy d’Alviane, onların Bresse’deki savaşında ölünce, bedeni düşman toprağından Veronalılar tarafından Venedik’e getirilmek durumunda kaldı; ordudan çoğu kişinin düşüncesine göre Verona’dan insanların geçişi için izin istenmeliydi. Ama Theodore Trivolce buna karşı çıkıp, çarpışmanın akışında ölüyü zorla geçirmeyi yeğledi: Yaşamında hiçbir zaman düşmanlarından korkmamış birinin, öldüğünde onlardan korkuyormuş görüntüsü vermesi uygun değil diyordu.
Gerçekten de, Grek yasalarına göre, buna yakın bir olayda, gömmek için düşmandan izin alarak bir cesedi isteyen kişi zaferden vazgeçiyor, artık ona zaferden ganimet alma olanağı kalmıyordu. Ganimet zafer kazanmanın göstergesiydi. Nicias, Korentliler’e belirgin biçimde sağladığı üstünlüğü bu şekilde kaybetti. Bunun aksine, Agesilaos, Bætienler’e karşı oldukça şüpheli biçimde elde etmiş olduğu üstünlüğü güvenceye aldı.
Yalnız bizim bu hayatın ötesi için taşıdığımız bir kaygı değil, aynı zamanda ve çoğu kez göksel lütufların mezara kadar bize rekafakatı ve çocuklarımız kadar uzandığı kabul edilmiş, benimsenmiş olmasaydı bu olgular oldukça garip kaçardı. Bu konuda çok örnek var, bizimkileri bir yana bırakalım. Ayrıntılara girmeme gerek yok. İngiltere Kralı Birinci Edouard, İskoçya Kralı Robert ile arasındaki uzun savaşlarda, kendi mevcudiyetinin işlerine ne kadar yarar sağladığını, kişisel girişimin zaferin sağlamasına ne kadar faydalı olduğunu deneyimlemiş olarak öldüğü sırada oğlunu tumturaklı bir ant içmeye zorladı. Bu yemine göre oğlu, etlerini kemiklerinden ayırmak için ölünün bedenini suda kaynatıp, etlerini gömdürecek, kemiklerini ise İskoçyalılar’a karşı savaşa girdikleri her seferde yanında ve ordusuyla birlikte götürmek üzere muhafaza edecekti; kader onun kol ve bacaklarının zaferine kaçınılmaz bir biçimde bağlanmış gibiydi.
Wiclef’in hatalarını savunmak için Bohemya’yı alt üst eden Jean Vischa (Jean Zischa) ölümünden sonra derisinin yüzülmesini ve savaşta düşmanlarına karşı kullanılmak üzere derisinden bir davul yapılmasını istedi: Bunun savaşlarda düşmana karşı sağladığı üstünlüğün devam etmesine yardımcı olacağını umuyordu. Bazı Kızılderililer, sağlığındaki iyi talihine güvenerek İspanyollar’a karşı savaşlara komutanlarından birinin kemiklerini götürüyorlardı. Aynı dünyanın başka halkları da, kendilerine iyi talih ve cesaret getirmesi için savaşta ölmüş olan yiğit adamların cesetlerini yanlarında getiriyorlardı.
İlk örnekler onların geçmiş eylemlerinden edinilmiş ünü mezarda muhafaza eder sadece; Oysa, sonuncular daha sonra da etkili olmak istiyorlar. Komutan Bayard bu duruma en iyi bir örnektir. O, bedenine aldığı arkebüz kurşunuyla ölümcül bir şekilde yaralandığını hissedince, geri çekilmesini önerenlere, hiçbir şekilde düşmana sırtını dönmeyeceği yanıtını verdi. Son gücüne kadar savaştıktan sonra, gücünün tükendiğini duyumsayıp attan düşünce, seyisine kendisini bir ağacın dibine yatırmasını buyurdu; ama ölürken yüzü düşmana doğru çevrili biçimde olmalıydı. Öyle de oldu.
Bu davranış tarzına öncekilerden daha önemli bir başka örneği eklemem gerekiyor. Halen hüküm süren Kral Philippes’in büyükbabası İmparator Maximilian tüm yüce niteliklere, bunların arasında eşsiz bir beden güzelliğine sahip olan bir hükümdardı. Ama bu mizacın içinde, en önemli işlerini lazımlık iskemlesinde taht kurarak gören hükümdarların aksine, tuvalet odasında oda hizmetçilerinin onu görmesine izin vermezdi. Su dökmek (işemek) için soyunduğunda bir bakire kızdan bile öylesine gizleniyordu, saklı tutulması âdet olan yerlerini ne bir doktor, ne de bir başkası görüyordu. Oldukça serbest tabiatlı (yırtık) biri olan ben, yine de bu utangaçlıktan etkilendim. Zorunluluğun ya da cinsel zevkin büyük bir kışkırtması olmazsa, geleneğimizin kapalı olmasını buyurduğu uzuvları ve eylemleri kimsenin gözü önünde pek açığa vurmam. Burada bir insana, özellikle de benim mesleğimden bir insana duyduğum yerleşik saygının baskısından daha fazla güçlük çekerim. Ama o, bu konuda öyle batıl inanca ulaştı ki, vasiyetinin açık ifadeleriyle öldüğü zaman iç donlarının kendisine düğümlenmesini buyurdu bunları ona giydirecek kişilerin gözlerinin bağlı olmasını ilave etme gereğini duydu. Kyros’un çocuklarına verdiği kesin buyruk, ruhu bedeninden ayrıldıktan sonra ne onların, ne de bir başkasının bedenine bakıp dokunmalarıdır; bunu biraz kendisinin sofuluğuna bağlıyorum. Çünkü tarihçisi ve kendisi yüce niteliklerinin arasında tüm yaşamları süresince dine eşsiz bir özen ve saygı gösterdiler.
Bu öykü bana barışta ve savaşta oldukça tanınmış bir kişiyi, hısımım olan bir yüce kişiyi anımsattı. Bu kişi iyice yaşlanmış olarak sonsuz acılar içinde sarayında ölürken, son saatlerinde, toprağa verilişine şeref ve debdebe getirmenin kaygısına düştü ve kendisini ziyaret eden tüm soyluları cenaze alayına katılma sözü vermeye zorladı. Kendini bu son belirtiler içinde gören aynı hükümdar, kendi türünden bir kişiye yakışan şeyin bu olduğunu kanıtlamak için birçok örnek ve sebep ileri sürerek ailesinin de orada bulunmaya mecbur tutulmasını ısrarla istedi. Bu vaadi elde ederek mutlu gibi görünüp, cenaze kafilesinin düzenini keyfine göre kararlaştırdı. Gösteriş için böylesine ısrar etmeyi hiç görmedim.
Yakınlarım arasında da örneklerinin eksik olmadığı, bana buna benzer gibi görünen bir başka tersine örnek, son anda cenaze alayında sadece bir fener ve onu taşıyan bir görevlinin bulunması şeklinde yadırgatıcı ve alışılmamış bir düzenleme olmasıydı. Marcus Emilius Lepidus tarafından vârislerine verilmiş olan talimatta aynı tutumun övüldüğünü görüyorum; o, vârislerini kendisi için bu koşullarda alışılmış törenler düzenlemekten men ediyordu. Bu yine, adeti ve bilgisi tarafımızdan algılanabilir olmayan, masraftan ve zevkten kaçınma, ılımlılık ve sadelik midir? İşte kolay ve az masraflı bir değişiklik. Bu konu üzerinde kurallar konulması gerekseydi, hayatın tüm işlerinde olduğu gibi, bu koşullarda da herkesin kendi olanağına orantılı bir davranış kuralı benimsemesinden yana olurdum. Bu şekilde filozof Lycon da, dostlarından bedenini nereye daha uygun buluyorlarsa oraya koymalarını ister ve cenaze töreni için ne gösterişe, ne de küçük hesaplara kaçmalarını bilge bir biçimde salık verir.
Bu tören düzenleme âdetini bırakacağım ve benimle ilgilenme sorumluluğunu ilkin kimler üstlenmişse kendimi onların isteğine bırakacağım.
“Kendisi için tamamıyla küçümsenmesi ve yakınları için ihmal edilmemesi gereken bir özendir bu.” (Cicero, Tusculanes, I, XLV.)
Ve bir ermişe kutsal biçimde söylenen:
“Cenaze töreninin özeni, mezar yerinin seçimi, cenaze alayının görkemi, ölülerin yararından ziyade, yaşayanların avunmasını ilgilendirir.” (Ermiş Agustin, Tanrı’nın Kenti, I, xıı)
Bu bağlamda Sokrates, öldüğünüzde nasıl gömülmek istersiniz diye soran Criton’a, nasıl isterseniz, yanıtını verir. Eğer ileride böyle şeylerle uğraşmak zorunda olsaydım, canlı ve soluğu yerindeyken defin gününün düzeni ve onuruyla meşgul olanları ve mermerde ölü hallerini görmekten zevk alanları taklit etmek isterdim. Duyarlılıklarını duyarsızlıkla eğlendirebilen ve okşayabilenlere ve böylece kendi ölümlerinde yaşayabilenlere ne mutlu!
Bu sebepten dolayı, Arginuses adaları yakınında Lacedomenyalılar’a karşı Grekler’in denizde verdiği en tartışmalı, en çetin savaşı kazanmalarıyla, zaferin ardından ölülerini toplayıp gömdükten hemen sonra, savaş yasasının kendilerine sunduğu fırsatları izleyip onların yiğit komutanlarını acımadan ve savunmalarını dinlemeden öldürten Atina halkının şu insanlık dışı haksızlığını bana hatırlattığı zaman, bana en doğal ve en hakkaniyetli gibi gelse de, halk hakimiyetine (demokrasiye) karşı nefrete kapılıyorum. Diomedon olayı bu infazı daha da iğrenç hale getirir. Büyük erdemli insan, asker ve siyasetçi olan bu kişi mahkûmlardan biridir: O, mahkûmiyet kararını dinledikten sonra konuşmaktan kaçındı, oturum sakinleşince zamanı varken bunu kendi yararına kullanıp, böyle acımasız bir karardaki açık haksızlığı ortaya koyacağı yerde, tanrılara bu kararı kendilerinin hayrına çevirmelerini yakararak, kendinin ve arkadaşlarının onlara bahşedilmiş olan pek parlak bir talihe şükretmekteki kusurdan dolayı tanrıların öfkesini üzerlerine çekmemeyi dileyerek, bunun tanrıların dileği olduğunu hatırlattı ve yargıçlara sadece esenlik diledi. Başka bir şey söylemeksizin ve pazarlık etmeksizin idam sehpasına doğru ilerledi. Kader birkaç yıl sonra Atinalıları da aynı şekilde cezalandırdı. Zira, Atinalılar’ın deniz kuvvetleri genel komutanı Chabrias, Naxe adasında Sparta Amirali Pollis’e karşı savaşta üstünlük elde ederken, bu örnekteki felaket başına gelmesin diye, bu çok önemli zaferde kazandığı her şeyi kaybetti, dostlarının denizde yüzen cesetlerini kaybetmemek için, sağ kalan düşmanların yüzüp canlarını kurtarmasına izin verdi; onlar da bu boş inancı kendisine pahalıya ödettiler.
“Ölümden sonra nerede olacağını bilmek ister misin?
Doğacak olanların yerinde?” (Seneca, Truvalılar, II, 30)
Bir diğeri, ruhsuz bir bedene dinginlik duygusunu yeniden verir:
“Onu kabul eden mezarı,
insan yaşamı ağırlığının boşaltıldığı limanı bulunmayanın bedeni
kötülüklerden masun dinlenir.” (Ennius. Cicero’nun Tusculanes’inde, I, XLIV)
Birçok ölü şeyin yaşamla gizli bağları olduğunu doğa bize böylece gösterir. Şarap, bağındaki mevsim değişimlerinin hiçbirine bakmadan, mahzenlerde değişime uğrar. Av eti ise, canlı etin yasalarına göre tuzlama yerlerinde hal ve tat değiştirir denir.
Denemeler
Michel de Montaigne (I. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar, Say Yayınları