İnanç Endüstrisi: Kadınlar neden sevgililerinin elmas yüzükle gelmesini ister sanıyorsunuz?

688

Hokus pokus ve inanç endüstrisi

Bize anlam ve kimlik sunan tüm anlatılar kurmaca olsa da insanların bunlara inanmaya ihtiyacı var. O halde, bir anlatıya nasıl gerçeklik hissi verilir? İnsanların anlatıya niye inanmak istedikleri ortada ama gerçekten nasıl inanıyorlar? Binlerce yıl önce rahipler ve şamanlar cevabı bulmuş bile: ayinler. Ayin soyutu somut, kurmacayı gerçek yapan bir sihir gösterisidir. Ayinin özü “Hokus pokus; X, Y’dir!” sihirli sözleridir.

İsa’yı inananların gözünde nasıl gerçek kılarsınız? Komünyon ayininde rahip bir parça ekmekve bir bardak şarap alır ve ekmeği İsa’nın bedeni, şarabı İsa’nın kanı ilan eder. Bunları yiyip içen inançlılar İsa’yla birlik olurlar. İsa’yı bizzat ağzınızda tatmaktan daha gerçek ne olabilir? Eskiden rahipler bu cesur duyuruyu din, hukuk ve hayatın sırlarının eski dilini konuşarak, Latince yaparlardı. Rahip toplaşmış çiftçilerin büyülenmiş bakışları önünde bir parça ekmeği havaya kaldırır ve “Hoc est corpus!” (Bu [İsa’ya ait] bedendir!) diye haykırırdı ve ekmeğin İsa’nın bedenine dönüştüğü varsayılırdı. Okuma yazma ve Latince bilmeyen çiftçilerin zihninde “Hoc est corpus!” tabiri, “Hokus pokus!” şeklini almışve böylece kurbağaları prense, balkabağını at arabasına dönüştüren sihirli kelimeler doğmuş.

Hıristiyanlığın doğuşundan bin yıl önce eski Hindular da aynı hileye başvuruyordu. Brihadaranyaka Upanişad bir atın kurban edilmesini, kozmosun tüm anlatısının hayata geçirilmesi şeklinde yorumlar. Metin, “Hokus pokus; X, Y’dir!” yapısını takip eder ve şöyle der: “Kurbanlık atın kafası şafak, gözü güneş, yaşamsal gücü hava, açık ağzı Vaisvanara denilen ateş ve bedeni de bir yıldır (… ) uzuvları mevsimler, eklemleri tam ve yarım aylar, ayakları günler ve geceler, kemikleri yıldızlar ve eti bulutlardır (…) esnemesi şimşek, titremesi gök gürlemesi, işemesi yağmur ve kişnemesi sestir.”7 Böylece zavallı at kozmosa dönüşür.

Mum yakmak, çan çalmak ya da tespih çekmek gibi sıradan eylemlere derin dinsel anlamlar katılarak, neredeyse her şey bir ayine dönüştürülebilir. Aynı şey başı öne eğmek, secdeye varmak ya da iki avucu birleştirmek gibi fiziksel hareketler için de geçerlidir. Sih türbanından Müslüman türbanına çeşitli başörtülerine o kadar çok anlam yüklenmiştir ki yüzyıllar boyunca bunlar adına tutkulu mücadeleler verilmiştir.

Yemeğe de besin değerini katbekat aşan manevi değerler yüklenebilir. Örneğin Paskalya yumurtaları yeni hayatı ve İsa’nın dirilişini temsil eder; Yahudilerin Hamursuz bayramında yemesi gereken acı otlar ve mayasız ekmek, Mısır’daki köleliklerini ve mucizevi kaçışlarını hatırlamalarına hizmet eder. Dünyada bir şeyi sembolize ettiği düşünülmeyen yemek yok gibidir. Mesela Yahudiler, o seneyi tatlı geçirmek için yılbaşında bal yerler; balıklar gibi verimli olmak ve geriye değil de ileriye gidebilmek için balık kafası yerler; iyilikleri nar taneleri gibi çoğalsın diye nar yerler.

Benzer ayinler siyasi amaçlar için de kullanılmış. Binlerce yıl boyunca taçlar, tahtlar ve asalar krallıkları ve imparatorlukları temsil etmiş ve “tahtı” ya da “tacı” ele geçirmek için savaşırken milyonlarca insan ölmüştür. Saraylarda en çetrefilli dini ayinleri aratmayacak, ayrıntılı protokoller geliştirilmiştir. Orduda disiplin ve ayin birbirinden ayrılamaz bir ikilidir ve askerler eski Roma’dan günümüze kadar günlerinin çoğunu uygun adım yürüyerek, üstlerini selamlayarak ve postallarını parlatarak geçiriyorlar. Napolyon’un meşhur gözlemine göre askerleri renkli bir kurdele için bile hayatlarını feda etmeye ikna edebilirdi.

Ayinlerin siyasi önemini Konfüçyüs’ten daha iyi anlayan yoktur herhalde. Konfüçyüs törenlere katı bir şekilde riayet edilmesinin toplumsal uyum ve siyasi istikrarın anahtarı şeklinde değerlendiriyordu. The Book of Rites [Liji – Törenler Kitabı], The Rites of Zhou [Zhou Törenleri] ve The Book of Etiquette and Rites [Görgü Kuralları ve Törenler Kitabı] gibi Konfüçyüsçü klasikler, hangi devlet etkinliğinde hangi törenin yapılacağını en ufak ayrıntısına; seremonide kullanılacaktören kaplarının sayısı, çalınacak müzik enstrümanları ve giyilecek cüppelerin rengine kadarkayıt altına almıştır. Çin ne zaman bir krizle sallansa, Konfüçyüsçü âlimler suçu hemen törenlerin ihmal edilmesine atmıştır; tıpkı askeri yenilgiden ayakkabılarını cilalamayan savsak askerleri sorumlu tutan bir başçavuş misali.
Çağdaş Batı’da Konfüçyüsvari ritüel takıntısı genellikle sığlık ve geri kafalılık olarak yorumlanır. Aslında muhtemelen Konfüçyüs’ün insan doğasını derin ve geniş ölçekli bir biçimde anlamış olduğunu kanıtlayan bir şey bu.

Başta Çin ve bunun yanı sıra Çin’in komşusu Kore, Vietnam ve Japonya gibi Konfüçyüsçü kültürlerin fazlasıyla uzun soluklu toplumsal ve siyasi yapılar üretmesi bir tesadüfolmasa gerek. Hayatın mutlak hakikatini öğrenmek istiyorsanız, tören ve ayinler büyük engellerdir. Ama Konfüçyüs gibi toplumsal istikrarın ve uyumun peşindeyseniz, hakikat genellikle yükünüz haline gelir ama tören ve ayinler en iyi müttefikleriniz arasında yer alır.
Bu durum eski Çin’de olduğu kadar 21. yüzyılda da geçerlidir. Hokus pokusun gücü çağdaş endüstriyel dünyamızda sapasağlam duruyor. 2018’de çoğu insan için birbirine çakılmış iki tahta çubuk Tanrı, duvarda asılı renkli bir poster Devrim ve rüzgârda dalgalanan bir kumaş parçası da Millet demek. Fransa’yı göremez, duyamazsınız çünkü Fransa sadece hayal dünyanız-dadır ama hiç şüphesiz üç renkli bayrağı görüp, “La Marseillaise” marşını duymak mümkün. Dolayısıyla renkli bir bayrağı sallayıp bir marş söylemek milleti soyut bir anlatıdan elle tutulur bir gerçeğe dönüştürür.

Binlerce yıl önce dindar Hindular pek kıymetli atları kurban ediyormuş; şimdi de pahalı bayraklar imal etmeye yatırım yapıyorlar. Hindistan’ın milli bayrağı Tirangâ (üç renk) şeklinde anılıyor, çünkü safran, beyaz ve yeşil renklerinde üç çizgiden oluşuyor. 2002 tarihli Hindistan Bayrağı Kanunu’na göre bayrak, “Hindistan halkının umutlarını ve amaçlarını temsil eder. Milli onurumuzun simgesidir. Son elli yıldır, ordu mensupları da dahil pek çok insan üç renkli bayrak tüm şanıyla dalgalanmaya devam etsin diye seve seve canını vermiştir.” Bayrak kanunu bunun ardından Hindistan’ın ikinci başkanı Sarvepalli Radhakrishnan’dan alıntı yapar:
Safran rengi feragat ve çıkar gözetmemeyi simgeler. Liderlerimiz maddi çıkar gözetmemeli ve kendilerini görevlerine adamalıdır. Ortadaki beyaz yönetimimize rehberlik edecek ışık ve hakikat yoludur. Yeşil toprakla ilişkimizi, bu topraklarda yaşayan tüm diğer canlıların yaşamının bağlı olduğu bitkilerle ilişkimizi gösterir. Beyaz kısmın ortasındaki Asoka çarkı, dharma kanunun çarkıdır. Bu bayrak altında çalışan herkesin prensipleri hakikat ya da Satya, dharma ya da erdem olmalıdır.’

2017’de Hindistan’ın milliyetçi hükümeti, Hindistan’la Pakistan sınırındaki Attari’de dünyanın en büyük bayraklarından birini göndere çekti. Bu hesaplı hareketin amacı ne feragat ne de çıkar gözetmekti; amaç Pakistanlıları kıskandırmaktı. Sözkonusu Tiranga 36 metre uzunluğunda, 24 metre genişliğindeydi ve 110 metrelik bir direğe çekilmişti (Freud bu konuda ne derdi acaba?). Bayrak Pakistan’ın büyük şehirlerinden olan Lahor’dan bile görülebiliyordu. Maalesefgüçlü rüzgârlar bayrağı yırtıp durdu ve Hint vergi mükelleflerine külfet yaratacak şekilde milli gururun tekrar tekrar dikilmesi gerekti.” Hindistan hükümeti neden kısıtlı kaynakları devasa bayraklar dokumaya harcıyor da Delhi’nin varoşlarına kanalizasyon sistemi kurmaya harcamıyor? Çünkü kanalizasyon sistemlerinin aksine bayrak Hindistan’ı gerçek kılıyor.

Hatta bayrağın ederi ayini daha etkin bir hale getiriyor. Tüm ayinler içinde en tesirlisi kurban kesmektir çünkü acı dünyadaki en gerçek şeydir. Acıya aldırmamak ya da şüpheyle yaklaşmak imkânsızdır. İnsanların bir kurmacaya gerçekten inanmasını istiyorsanız, onları bu yolda kurban kesmeye ikna edin. Bir anlatı için acı çekmek, anlatının gerçekliğine ikna olmanıza yeter genellikle. Tanrı öyle emrettidiye oruç tutarsanız, çektiğiniz fiziki açlık Tanrı’yı herhangi bir heykel ya da ikonadan daha etkili bir biçimde hissetmenizi sağlar. Vatan uğruna verilen bir savaşta bacaklarınızı kaybederseniz, kol değnekleriniz ve tekerlekli arabanız milleti herhangi bir şiir ya da marştan daha etkili bir biçimde gerçek kılar. Bu kadar gayriciddi bir düzeyde düşünürsek, yüksek kalite İtalyan makarnası almak yerine daha kötü olsa da yerel üretim makarna almak gibi küçük bir ödün vererek süpermarkette bile millete gerçek duygusu katabilirsiniz.

Bu elbette mantıkdışı bir şey. Tanrı ya da millet inancı yüzünden acı çekmeniz inandığınız şeyin doğru olduğunu ispatlamaz. Sadece kolay kandırılabilir olmanın bedelini ödüyor olamaz mısınız? Ancak çoğu insan enayiliklerini kabullenmek istemez. Bunun sonucunda bir inanç uğruna ne kadar fedakârlıkta bulunurlarsa inançları da o kadar güçlenir. Kurban vermenin esrarengiz simyası budur. Kurban törenini yöneten rahibin bize bir şey vermesi gerekmez; ne yağmur ne para ne de savaşta zafer. Aksine bizden bir şey alması gerekir. Bizi acı verici bir fedakârlıkta bulunmaya ikna ettiği an tuzağa düşmüşüzdür.

Ticari dünyada da aynı mantık işler. Mesela 10 bin liraya ikinci el bir Fiat araba alsanız, arabaya kusur bulma olasılığınız yüksektir. Ama bir milyon liraya yepyeni bir Ferrari alırsanız, arabaya durmadan methiyeler düzersiniz; çok iyi olduğundan değil, bu arabaya bu kadar para verdiğinize göre onun dünyanın en muhteşem şeyi olduğuna inanmanız gerektiği için. Aşkta bile Romeo ya da Werther olmaya özenen herkes uğruna fedakârlıkta bulunulmayan aşkın gerçek aşk olmadığını bilir. Fedakârlığınız sadece sevdiğinize niyetinizin ciddi olduğunu göstermenin bir yolu olmakla kalmaz, gerçekten aşık olduğunuza kendinizi inandırmanıza da yarar. Kadınlar neden sevgililerinin elmas yüzükle gelmesini ister sanıyorsunuz? Aşık böyle büyük bir maddi fedakârlıkta bulunduktan sonra, kendini yaptığına değdiğine ikna etmesi gerekir.

Özveri sadece şehitler için değil, şahitler için de inanılmaz derecede inandırıcıdır. Şehitler olmadan ayakta kalabilen pek az tanrı, millet ya da devrim bulunur. İlahi bir kurmacayı, milliyetçi bir miti ya da devrimci bir efsaneyi sorgulamayakalktığınız an zılgıtı yersiniz: “Ama bu uğurda aziz şehitler verdik! Boş yere mi öldüler yani? Bu kahramanlara enayi mi diyorsun?”

Şii Müslümanlara göre kozmik kurmaca doruk noktasına, Aşure Günü olarak anılan Hicret’ten 61 yıl sonra Muharrem ayının onuncu günü (Miladi takvime göre ıo Ekim 680) erişti. O gün Irak’taki Kerbela’da gaspçı Yezid’in askerleri, Hz. Muhammed’in torununu, Ali’nin oğlu Hüseyin’i ve beraberindekileri katletti. Şiiler için Hüseyin’in şehit düşmesi iyinin kötülüğe, ezilenlerin haksızlığa karşı ebedi savaşını sembolize eder. İsa’nın çarmıha gerilmesini canlandırıp İsa’nın çilesini taklit eden Hıristiyanlar gibi Şiiler de Aşure gününde yaşanan trajediyi canlandırıp Hüseyin’in çilesini taklit ederler. Milyonlarca Şii her sene Kerbela’da Hüseyin’in şehit olduğu yere inşa edilmiş mabede akın ediyor ve dünyanın başka yerlerindeki Şiiler de Aşure gününde ağıt törenleri düzenleyip kimi zaman kendilerini zincirlerle kamçılıyorlar.

Fakat Aşure’nin önemi tek biryerve günle sınırlı değil. Ruhullah Humey-ni ve diğer Şii liderlerinin müritlerine sıkça söylediği şeylerden biri şudur: “Her gün Aşure ve her yer Kerbela.”‘ Dolayısıyla Hüseyin’ in Kerbela’da şehit düşmesi her olaya, her yere, her ana anlam katıyor ve en sıradan kararların bile iyiyle kötü arasındaki kozmik mücadeleye bir etkisi bulunduğunun düşünülmesi gerekiyor. Bu anlatıyı sorgulayacak olursanız, size hemen Kerbela olayı hatırlatılır; Hüseyin’in şehitliğine gölge düşürmek ya da bunu hafife almaktan daha büyük bir hakaret yoktur.

Bunun dışında, ortada şehit yoksa ve insanlar kendilerini feda etmeye gönüllü değilse, insanları kurbana teşvik eden rahip bu insanların başka birini kurban etmesini sağlayabilir. İntikamcı tanrı Ba’al’a insan kurban edebilir, İsa Mesih’in büyük şanı adına kâfirleri kazığa bağlayıp yakabilir, Allah’ın emri diye zina yapan kadınları infaz edebilir ya da siyasi suçluları çalışma kampına yollayabilirsiniz. Bu koşulda, biraz daha farklı bir kurban simyasının etkisi altına girersiniz. Bir anlatı uğruna kendinize acı çektirdiğinizde ortada iki seçenek vardır: “Ya bu anlatı doğru ya da ben enayinin tekiyim.”
Başkalarına acı çektirdiğinizde de iki seçenek vardır: “Ya bu anlatı doğru ya da ben acımasız bir kötü karakterim.” Ve enayi olduğumuzu itiraf etmek istemediğimiz gibi kötü karakter olduğumuzu da itiraf etmek istemeyiz. Bu yüzden de anlatının doğruluğuna inanmayı tercih ederiz.

Mart 1839’da, İran’ın Meşhed şehrinde yörenin üfürükçülerinden biri, bir çeşit deri hastalığından mustarip Yahudi bir kadına bir köpek öldürüp ellerini onun kanıyla yıkarsa iyileşeceğini söylemiş. Meşhed kutsal bir Şii şehri ve kadının da bu dehşet verici tedaviyi kutsal Aşure gününde uygulayacağı tutmuş. Şiiler kadının bu yaptığını görmüş ve köpeği Kerbela’daki şehitlerle alay etmek için öldürdüğüne inanmışlar ya da buna inandıklarını iddia etmişler. Bu akla sığmaz saygısızlığın söylentisi çarçabuk Meşhed sokaklarına yayılmış. Bölge imamının gazına gelen öfkeli kalabalık Yahudi mahallesine dalmış ve sinagogu ateşe verip otuz altı Yahudi’yi oracıkta öldürmüşler. Hayatta kalan Yahudilere bir tercih yapmaları şart koşulmuş: ya hemen Müslüman olun ya da sizi de öldüreceğiz. Bu melun olay, “İran’ın manevi başkenti” Meşhed’in şanına leke sürmemiş.”

İnsan kurban etmek deyince aklımıza Kenan ya da Aztek tapınaklarında uygulanan ürkütücü ayinlergeliyorve tektanrıcılığın bu korkunç uygulamayı yürürlükten kaldırdığına dair yaygın bir kanı var. Aslında tektanrıcı topluluklar çoktanrılı inanca sahip çoğu topluluğa kıyasla oldukça fazla sayıda insan kurban etmiştir. Hıristiyanlığın ve İslamiyet’in Tanrı adına öldürdüğü insan sayısı Ba’al ya da Huitzilopochtli müritlerinin öldürdüğü insan sayısından çok daha fazladır. İspanyol istilacıların Aztek ve İnka tanrılarına insan kurban edilmesine son verdiği dönemde, anavatanları İspanya’da Engizisyon yığınlarca kâfiriyakıyordu.
Bir inanç uğruna bir şey feda etmek çok farklı şekillere bürünebilir. İşin içinde her daim eli bıçaklı bir rahip ya da kanlı katliamlar yoktur. Mesela Yahudilik, Şabat günü çalışmayı ya da seyahat etmeyi yasaklar (“şabat” ya da “sebt”, “durmak” ya da “dinlenmek” anlamına gelir). Şabat, Cuma akşamı gün batımıyla başlar ve Cumartesi günbatımına kadar devam eder. Bu süre zarfında Ortodoks Yahudiler hemen her tür işten uzak durur; bu işlerin arasına klozette otururken tuvalet kâğıdı koparmak da dahildir. (En bilgili hahamlar bu konuyu tartışıp tuvalet kâğıdı koparmanın Şabat’ı bozacağına kanaat getirmiş; buna istinaden Şabat günü popolarını silmek isteyen Yahudiler tuvalet kâğıtlarını önceden koparıp hazırlıyor.’)

İsrail’deki dindar Yahudiler sık sık laik Yahudileri hatta ateistleri bu tabulara biat etmeye zorlamaya çalışır. Ortodoks partiler İsrail siyasetinde baskın geldiğinden, yıllar içinde pek çok kanunu yürürlüğe koymayı başarıp Şabat günlerinde bir sürü etkinliğin yapılmasını yasakladılar. Şabat günü özel araç kullanımını yasaklamayı becerememiş olsalar da, toplu taşımayı yasaklamayı başardılar. Yurt çapında gösterilen bu fedakârlık en çok toplumun en yoksul kesimlerini vuruyor çünkü Cumartesi günü işçi sınıfının seyahat edip uzaklarda oturan akrabalarını, arkadaşlarını ve turistik mekânları ziyaret edebileceği tek gün. Zengin bir büyükanne yepyeni arabasına atlayıp başka şehirde yaşayan torunlarını görmeye rahatça gidebiliyor ama fakir büyükanne böyle bir şey yapamıyor çünkü otobüslerve trenler çalışmıyor.

Dindar partiler yüzlerce vatandaşa böyle zorluklar çektirerek Yahudiliğe olan sarsılmaz inançlarını kanıtlayıp sağlamlaştırıyor. Tek damla kan dökülmese bile pek çok insanın refahı kurban ediliyor. Yahudilik sadece kurmaca bir anlatıysa, bir büyükannenin torunlarını görmesini ya da parasız bir öğrencinin sahil kenarında eğlenmeye gitmesini engellemek zalimlik ve taş kalpliliktir. Buna rağmen böyle davranan dindar partiler, Yahudi anlatısına gerçekten inandıklarını hem dünyaya hem de kendilerine kanıtlıyorlar. Yok-sa geçerli hiçbir sebep olmadığı halde insanlara zarar vermenin hoşlarına gittiğini mi sanıyordunuz?

Kurban, anlatıya inancınızı kuvvetlendirmekle kalmaz, ona karşı diğer yükümlülüklerinizi de ikame eder. İnsanlığın harika anlatılarının çoğu, insanların genellikle yerine getiremeyeceği idealler belirlemiştir. Kaç Hıristiyan On Emir’e harfiyen itibar edip asla yalan söylemiyor ya da tamah etmiyor? Şimdiye kadar kaç Budist bencillikten tamamen sıyrılabilmiş? Kaç sosyalist canını dişine takıp çalışarak gerçekten ihtiyacı olandan fazla parayı reddetmiş?
Bu idealleri tutturamayan insanlar çözümü kurbanda bulur. Vergi kaçıran, arada sırada fuhuş yapan ve yaşlı ebeveynlerine kötü davranan bir Hindu, Ayodhya’ daki Babri Camisi’nin yıkımını destekledi ve hatta onun yerine inşa edilen Hindu tapınağına bağış yaptı diye kendini dini bütün sayabilir. Tıpkı eski zamanlardaki gibi, 21. yüzyılda da insanların anlam arayışı bir dizi fedakârlıkla sonuçlanıyor çoğunlukla.

Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz