21. yüzyılda ölümsüzlük konusunda muhtemelen ciddi adımlar atılacak. Yaşlanmaya ve ölüme karşı mücadele; kıtlık ve hastalıklara karşı gelenekselleşmiş savaşın devamı niteliğinde sürerken, günümüzün üstün değerini, insan yaşamının değerini ortaya koyacak. Etrafımızdaki her şey bize insan yaşamının evrendeki en kıymetli şey olduğunu hatırlatıyor. Okullarda öğretmenler, meclislerde siyasetçiler mahkemelerde avukatlar sahnelerde oyuncular sürekli aynı şeyi tekrarlıyor. II. Dünya Savaşandan sonra Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ve muhtemelen evrensel bir anayasaya en yakın metin kabul edilebilecek İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, koşulsuz “yaşama hakkı”nın insanlığın en temel değeri olduğunu belirtiyor. Bu hakkı düpedüz ihlal eden ve bir insanlık suçu olan ölüme karşı topyekün savaşmamız gerekiyor.
Tarih boyunca dinler ve ideolojiler yaşamın kendisine değer atfetmediler. Onun yerine varoluştan üstün ve onun ötesinde olduğunu iddia ettikleri şeyleri yücelttiler. Hatta bazıları alenen ölüm meleklerine düşkündü. Hıristiyanlık, İslamiyet ve Hinduizm varoluşumuzun anlamının ahiret hayatındaki yazgımıza dayandığı görüşünde ısrar ederek, ölümü yaşamın olumlu ve hayati bir parçası olarak gördüler. İnsanlar tanrı istediği için ölürdü ve ölüm de anlamlarla dolu, doğaüstü, kutsal bir deneyim olarak kabul edilirdi. Kişi son nefesini vermek üzereyken rahipler, hahamlar ya da şamanlar çağırılmalı, yaşamın terazisi dengelenmeli, kişinin evrendeki gerçek rolü benimsenmeliydi, ölümün olmadığı bir dünyada Hıristiyanlık, İslamiyet ya da Hinduizm’i bir düşünün; cennet, cehennem ve reenkarnasyonun da olmadığı bir dünyada…
Modern bilim ve kültürse ölümü bambaşka açılardan değerlendirir. ölüm doğaüstü bir gizem olarak düşünülmediği gibi hayatın anlamının kaynağı olarak da görülmez. Modern insan ölüme daha ziyade çözülebilecek ve çözmemiz gereken teknik bir sorun olarak bakar.
Peki insanlar tam olarak nasıl ölürler? Ortaçağ masalları ölüm’ü elinde kocaman tırpanı, kukuletalı, kara cübbeli bir figür olarak betimler. Ona buna endişelenerek, oraya buraya koşuşturarak hayatını geçiren birinin karşısında aniden beliren Azrail, kemikli eliyle omzuna dokunarak, “Gel,” der. “Lütfen! Bir yıl, bir ay, bir gün daha bekle, ne olur?” diye yalvarsanız da kukuletasının altından fısıldayan ölüm, “Hayır! ŞİMDİ geleceksin!” der ve ölürüz.
Gerçek hayattaysa insanlar kara bir figür omuzlarına dokunduğu, tanrı istediği ya da ölümlülük büyük kozmik planın bir parçası olduğu için ölmezler, her zaman teknik bir aksaklık yüzünden ölürler. Kalpleri kan pompalamayı bırakır. Ana damarları yağ tabakalarıyla tıkanır. Kanserli hücreler karaciğerlerine yayılır. Akciğerlerinde mikroplar çoğalır. Peki ya bu teknik aksaklıkların sorumlusu ne? Başka teknik aksaklıklar. Kalp, kalp kaslarına yeterli oksijen gitmediği için kan pompalayamaz. Kanserli hücreler, rasgele genetik bir mutasyon talimatlarını yeniden yazdığı için yayılır. Mikroplar biri metroda hapşırdığı için akciğerlere yerleşir. Hiçbiri doğaüstü olaylar değil, hepsi teknik aksaklıklardır.
Her teknik sorunun yine teknik bir çözümü vardır, ölümün üstesinden gelebilmek için İsa’nın yeniden dirilmesini beklemek durumunda değiliz. Birkaç çalışkan biliminsanı başarabilir bunu, ölüm geleneksel olarak rahiplerin ve teologların uzmanlık alanıydı ama artık onların yerini mühendisler aldı. Kanserli hücreleri kemoterapi ve nanorobotlarla yok edebiliyoruz. Antibiyotiklerle akciğerlerdeki mikropların kökünü kazıyabiliyoruz. Kalp kan pompalamayı bıraktığında ilaçlar ve elektroşokla yeniden çalıştırılabiliyor, o da olmadı yeni bir kalp nakledebiliyoruz. Karşılaştığımız her teknik aksaklık için elimizde halihazırda bir çözüm yok, doğru. Ne ki tam da bu yüzden kanser ve hastalık araştırmalarıyla genetik ve nanoteknoloji çalışmalarına bu kadar çok zaman ve kaynak ayırarak yatırım yapıyoruz.
Bilimsel araştırmalarla ilgisi olmayan insanlar bile ölümün teknik bir aksaklık olduğunu düşünmeye başladı. Doktoruna giden bir kadın, “Neyim var doktor?” diye sorduğunda, “Grip olmuşsunuz,” ya da “Veremsiniz,” veya “Kansersiniz,” gibi cevaplar bekliyor. Doktor hiçbir zaman, “ölümünüz gelmiş,” gibi bir cevap vermiyor. Artık hepimiz grip, verem ya da kanserin bir gün çözülebilecek teknik aksaklıklar olduğunun bilincindeyiz.
İnsanların fırtına, kaza ya da savaşlarda hayatlarını kaybetmeleri durumunu bile engellenebilecek bir teknik hata olarak görme eğilimindeyiz. Hükümet daha iyi bir siyaset izleseydi, belediye işini daha iyi yapsaydı, komutan daha iyi kararlar alsaydı ölüm engellenebilirdi diye düşünüyoruz, ölüm dava ve soruşturmaların kendiliğinden bir nedeni hâline geldi neredeyse: “Nasıl ölmüş olabilirler? Birileri mutlaka bir yerlerde hata yapmış olmalı.”
Biliminsanları, doktor ve düşünürlerin büyük bir kısmı hâlâ uçuk ölümsüzlük rüyalarına mesafeli durduklarını ve bazı belirli sorunları çözmeye çalıştıklarını söylüyorlar. Ancak yaşlılık ve ölüm belirli sorunların sonucu olduğuna göre, biliminsanları ve doktorların araştırmalarını bırakıp, “Tamam, bu kadarı yeterli,” diyebileceği bir nokta da olamaz: “Buraya kadar geldik, artık yeter. Verem ve kanseri yendik ama Alzheimer için çalışmayacağız. İnsanlar bu nedenle ölebilir.” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, “Doksan yaşına kadar yaşama hakkı vardır,” demiyor. “Her insanın yaşama hakkı vardır,” diyor. Bu kadar. Bu hakkın son kullanma tarihi yoktur.
Biliminsanları ve düşünürler arasında sayıları giderek artan bir grupsa bu günlerde artık daha açık konuşarak, modern bilimin öncü gelişmelerinin ölümü yeneceğinden ve insanlara sonsuz gençlik bahşedeceğinden bahsediyor, önemli örnekler arasında geriatrist Aubrey de Grey ve farklı alanlarda uzmanlaşmış bir mucit olan Ray Kurzweil (1999 ABD Ulusal Teknoloji ve İnovasyon Nişanı sahibi) de bulunuyor. 2012’de Kurzweil, Google’da mühendislik yönetimine atandı ve Google bir yıl sonra “ölümü çözmeyi” hedefleyen Calico isimli küçük bir şirket kurdu.27 Google yakın zamanda bir başka ölümsüzlük savunucusu Bili Maris’i de Google Ventures yatırım fonlarını yönetmek üzere görevlendirdi. Ocak 2015 tarihli röportajda, “Bana 500 yaşına kadar yaşamak mümkün müdür diye sorarsanız, cevabım evettir,” diyen Maris, bu cesur sözlerini elbette çok miktarda nakitle de destekliyor. Google Ventures 2 milyarlık portföyünün yüzde 36’sını, aralarında hayat uzatma projelerinin de olduğu araştırmalar yürüten şirketlerine aktarıyor, ölüme karşı mücadeleyi Amerikan futboluna benzeterek, “Birkaç sayı almaya değil, maçı kazanmaya çalışıyoruz,” diye açıklayan Morris, neden diye sorulduğundaysa, “Çünkü yaşamak ölmekten çok daha güzel,” cevabını veriyor.28
Silikon Vadisi’nin etkili diğer girişimcileri de benzer hayalleri paylaşıyor. PayPal’in kurucularından Peter Thiel, yakın zamanda sonsuza kadar yaşamayı planladığını itiraf etti. “Bence ölümle yüzleşmenin üç yolu vardır,” diye açıklayan Thiel, “Kabullenebilirsiniz, inkar edebilirsiniz ya da savaşabilirsiniz. Toplumumuzun ağırlıklı olarak kabullenen ya da inkar edenlerden oluştuğunu düşünüyorum, ben savaşmayı tercih ediyorum.” Çoğu insan gençlik hayalleri diyerek bu tip beyanları görmezden gelebilir. Ne var ki kişisel serveti 2,2 milyar dolara yaklaşan Thiel, Silikon Vadisindeki en başarılı ve etkin girişimciler arasındadır.29 Duvarlara coşkuyla kazınan yazılar artık değişiyor: Eşitlik mazide kaldı, bugünün modası ölümsüzlük.
Genetik mühendisliği, rejeneratif (onarıcı) ilaçlar ve nanoteknoloji gibi alanlarda büyük bir hızla ilerleyen gelişmeler daha da iyimser kehanetler doğuruyor. Kimi uzmanlar 2200, kimileriyse 2100 yılında insanların ölümü yeneceğine inanıyor. Kurzweil ve Aubrey de Grey’se çok daha hevesli görünüyorlar. 2050’de sağlıklı bir bedene ve sağlam bir banka hesabına sahip herkesin, her on yılda bir kefeni yırtarak ölümsüzlük şansını yakalayabileceğini düşünüyorlar. Kurzweil ve Aubrey de Grey’e göre, her on yılda bir sadece hastalıklarımızı tedavi etmek için değil, aynı zamanda ölen dokularımızı yenileyip el, göz ve beyinlerimizi biraz daha iyileştirerek bizi baştan yaratacak tedaviler için gidebileceğimiz klinikler olacak. Bir sonraki tedavinizin vakti gelmeden doktorlar fazlasıyla yeni ilaç, sürüm ve aygıt geliştirmiş olacak. Kurzweil ve Aubrey de Grey haklıysa, çoktan aramızda yaşamaya başlamış bir ölümsüze sokakta yürürken bile rastlamanız olası; en azından New York’ta Wall Street ya da 5. Cadde’de yürüyüşe çıktıysanız.
Daha doğru ifade etmek gerekirse, ölümsüz olmayacağız ama ecelimizle de ölmeyeceğiz. Tanrının aksine, gelecekteki süperinsanlar savaş ya da kazalarda yine hayatlarını kaybedebilecekler ve onları ölüler diyarından geri getirmenin bir yolu da olmayacak. Ne var ki bizim gibi ölümlülerin aksine, onların yaşamlarının vadesi dolmayacak. Bir bombayla parçalanmadıkları ya da bir kamyonun altında kalmadıkları sürece sonsuza dek yaşayabilecekler. Bu durum muhtemelen onları tarihin en gergin insanları hâline getirecektir. Biz ölümlüler, hayatlarımızın bir gün sona ereceğini bilerek alıyoruz günlük riskleri. Himalayalar’a tırmanıyor denize giriyor bir caddeyi geçmek ya da dışarıda yemek yemek gibi bir sürü tehlikeli faaliyette bulunuyoruz. Halbuki ebediyete dek yaşayabileceğinize inandığınızda, böyle bir sonsuzluğu riske atmak için deli olmanız gerekir.
Belki de ortalama yaşam süresini iki katına çıkarmak gibi daha mütevazı hedeflerle başlamalıyız. 20. yüzyılda ortalama yaşam süresini neredeyse ikiye katlayarak kırktan yetmişe yükselttik; demek ki 21. yüzyılda bir kez daha katlayarak yüz elliye çıkarabiliriz, ölümsüzlüğe şimdilik erişemesek de insan toplumu için devrimsel nitelikte bir değişim olacaktır bu. Başlangıçta aile yapısı, evlilikler çocuk ve ebeveyn ilişkileri değişecektir. Bugün insanlar hâlâ “ölüm ayırana dek” evli kalmayı umarak ve çocuk yapıp yetiştirmek üzerine kuruyorlar yaşamlarını. Yüz elli yıllık ömrü olan birini hayal edin. Kırklı yaşlarında evlense bile yaşayacak yüz on yılı daha olacak. Bir evliliğin yüz on yıl sürmesini beklemek sizce de gerçekçi mi? Katı Katolikler bile duraksayacaktır bu konuda. Günümüzde giderek yükselen, birden çok evlillik gerçekleştirme eğilimi daha da hız kazanacak gibi görünüyor. Kırklarında iki çocuk sahibi olmuş bir kadın, yüz yirmi yaşında çocuklarını nasıl büyüttüğünü sadece hayal meyal anımsayabilecek. Bu şartlar altında nasıl bir çocuk ebeveyn ilişkisi geliştirilebileceğini öngörmek gerçekten çok zor.
Bir de profesyonel kariyerleri ele alalım. Bugün yirmilerimizde öğrendiğimiz bir meslek dalında hayatımız boyunca çalışacağımızı varsayarız. İlerleyen yaşlarda da öğrenmeye devam ederiz ama genel olarak yaşamı, eğitim dönemini takip eden çalışma dönemleriyle ayırırız. Yüz elli yaşına merdiven dayayabileceğiniz, hem de her gün yeni teknolojilerle sarsılan bir dünyada bu ayrım anlamsız olacaktır. İnsanlar çok daha uzun kariyerlere sahip olurken, doksanlarında bile kendilerini yenilemek ve geliştirmek zorunda kalacaklar.
Öte yandan altmış beş yaşında emekli olamayacaklarına göre, yeni fikirleri ve heyecanları olan yeni nesillere de yer açılamayacak. Fizikçi Max Planck’in meşhur sözündeki gibi, bilim cenazeden cenazeye ilerler. Değişen her nesille beraber yeni teorilerin eskilerin kökünü kazıyabileceğini ifade eden bu söz, sadece bilim için geçerli değil. İşyerinizi düşünün; akademisyen, gazeteci, aşçı ya da futbolcu olmanız fark etmez. Fikirleri fi tarihinden kalmış yüz yirmi yaşındaki patronunuz hakkında, hele de epey bir süre daha koltuğunu koruyacağını bildiğinizde, neler düşünürdünüz?
Siyasi alandaysa daha netameli sonuçları olacaktır bu durumun. Putin’in olduğu yere doksan yıl daha kazık çakacak olmasına ne buyurulur? Yeniden değerlendirince, insanlar yüz ellili yaşlarına değin yaşasalardı eğer Stalin bugün yüz otuz sekiz yaşında hâlâ sapasağlam Moskova’yı yönetiyor olurdu. Mao yüz yirmi üç yaşında orta yaşlı bir adamken, Prenses Elizabeth tahtı yüz yirmi bir yaşındaki VI. George’tan devralabilmek için eli kolu bağlı bekliyor olurdu. Oğlu Charles’sa sırasını 2076 yılına kadar bekleyecekti.
Gerçek dünyaya dönelim. Kurzweil ve Aubrey de Grey’in kehanetlerinin 2050 ya da 2100’de gerçekleşebileceği iddiası hâlâ oldukça şüphe götürür. Bana soracak olursanız, sonsuz gençlik umudu için 21. yüzyıl hâlâ çok erken ve bunu önemseyen herkesin ciddi bir hayal kırıklığına uğrayacağını düşünüyorum, öleceğini bilerek yaşamak başlı başına zorken, ölümsüzlüğe inanıp ölümle başa çıkmak çok daha zorlu olacak.
Geçtiğimiz yüzyılda ortalama yaşam süresi ikiye katlansa da, gelecek yüzyılda da bunu ikiye katlayabileceğimiz fikri esasen pek de sağlam bir temele dayanmıyor. 1900’de ortalama yaşam süresi kırk yıldan fazla değildi; çünkü pek çok insan yetersiz beslenme, enfeksiyonlar ve savaşlar nedeniyle ölüyordu. Ne var ki kıtlık, salgın ve savaşlardan sağ kurtulanlar, Homo sapiens’in doğal ömrünü yaşayarak rahatlıkla yetmiş ya da seksenlerine kadar sürdürüyorlardı yaşamlarını. Genel kanının aksine, yetmişlerini görenler geçtiğimiz yüzyıllarda da nadir rastlanan ucubeler gibi karşılanmıyordu. Galileo Galilei yetmiş, Isaac Nevvton’sa seksen dört yaşına kadar yaşadı; Michelangelo’ysa antibiyotik, aşı ya da organ nakillerinin yardımı olmadan seksen sekizine kadar sapasağlam ayaktaydı. Hatta ormandaki şempanzeler bile bazen altmışlarına kadar yaşayabilirler.30
Aslına bakılırsa, modern tıp doğal ömrümüzü bir yıl bile uzatmadı. Onun başarısı bizi erken ölümden kurtarıp kalan yıllarımızı da doya doya yaşamamızı sağlamaktı. Eğer kanseri, diyabeti ya da belli başlı diğer hastalıkları yenebilirsek, bu sadece herkesin doksanlarına kadar yaşayabileceği anlamına gelecek ama bırakın beş yüzü, yüz elli yaşına ulaşmamızı bile sağlamayacaktır. Bunun için tıbbın vücuttaki en temel yapıları ve süreçleri yeniden tasarlaması ve dokularla organları nasıl yenileyebileceğini keşfetmesi gerekiyor. 2100 yılına kadar bunları başarmamızın olanağıysa yok gibi görünüyor.
Ne var ki ölümü yenmeye çalışırken yaşadığımız başarısızlıklar, yine de bizi hedefe bir adım daha yaklaştıracak ve daha büyük umutlar doğurarak insanları daha çok çabalamaya teşvik edecektir. Google’ın Calico’su, Google’ın kurucu ortakları Sergey Brin ve Larry Page’i ölümsüz yapmak için zamanında yetişemeyecek olsa da hücre biyolojisi, genetik ilaçlar ve insan sağlığında muhtemelen önemli keşifler gerçekleşecek. Böylece Googlecılar’ın bir sonraki nesli daha iyi bir konumdan daha güçlü saldırabilecekler ölüme, ölümsüzlük çanları çalan biliminsanları, kurt var diye bağıran yalancı çoban gibi görünseler de kurt er ya da geç gelecektir.
Sonuçta ölümsüzlüğe yetişemesek de ölümle savaş önümüzdeki yüzyılın öncü projesi olacak gibi duruyor. İnsan yaşamının kutsallığına duyduğumuz inancı ve bilimsel düzenin dinamiklerini göz önüne alıp kapitalist ekonominin ihtiyaçlarını da eklediğimizde, ölüme karşı amansız bir savaşın önüne geçmemiz pek mümkün görünmüyor. İnsan yaşamının kutsallığına olan ortak inancımız, ölümü kabullenmemize asla izin vermeyecek. İnsanlar bir şeyler yüzünden öldüğü sürece, ölümü yenmeye dönük çalışmalar son bulmayacak.
Bilimsel kurumlar ve kapitalist ekonomi bu mücadeleyi sürdürmekten ziyadesiyle memnun olacak. Birçok biliminsanı ve bankacı, kendilerine yeni keşifler yapma ve daha büyük ikramiyeler alma imkanı sunulduğu sürece ne konuda çalıştıklarını bile umursamaz, ölümü alt edebilmekten daha büyük bir bilimsel hedef ya da sonsuz gençlik vaadinden daha dikkat çekici bir pazar düşünebiliyor musunuz? Kırkınızı geçtiyseniz, kapatın bir anlığına gözlerinizi ve yirmi beş yaşındaki bedeninizi düşünün. Sadece nasıl göründüğünüzü değil, bunun ötesinde bedeninizin nasıl hissettirdiğini düşünün. O hâlinize yeniden sahip olabilmek için ne kadar öderdiniz? Şüphesiz bu fırsattan istifade etmek istemeyecek insanlar da vardır ama ne gerekiyorsa verecek yeteri kadar müşterinin bulunacağı sonsuz bir pazar da mutlaka oluşacaktır.
Bütün bunların yanında, pek çok insanın içine işlemiş olan ölüm korkusu, ölümle mücadeleye karşı konulamaz bir hız kazandırıyor. İnsanlar ölümün kaçınılmaz olduğunu varsaydıklarından, doğal olarak genç yaştan itibaren içlerindeki sonsuza kadar yaşama isteğini bastırmayı ya da yerine başka hedefler koyarak bunu dizginlemeyi öğrenirler. Sonsuza kadar yaşama arzusuyla “ölümsüz” bir senfoni besteleyerek, ya “ebedi zaferler” peşinde koşar ya da ruhları “cennette ebedi mutluluğun keyfini çıkarabilsin” diye yaşamlarını bile bile feda ederler. Sanatsal yaratıcılığımız, politik bağlılıklarımız ya da dindarlığımızın büyük bir kısmı esasen ölüm korkusuyla beslenir.
Ölüm korkusu üzerinden müthiş bir kariyer çizen Woody Ailen, beyaz perdede sonsuza kadar yaşamayı diliyor musunuz sorusuna, “Evimde yaşayabilmeyi tercih ederim,” diyerek cevap verir ve ekler, “Çalışmalarımla değil, ölmeyerek ölümsüz olmak istiyorum.” Ebedi zaferler, milliyetçi anma törenleri ya da cennet hayalleri, Ailen gibi aslında ölmek istemeyen insanlar için oldukça zayıf alternatiflerdir. İnsanlar bir kere gerçekten ölümden kaçabileceklerine inanırlarsa (iyi ya da kötü sebeplerle) onların yaşama arzuları sanat, ideoloji ve dinlerin yükünden kurtularak ve karşısına çıkanı önüne katarak bir çığ gibi büyüyecektir.
Yakıcı bakışları ve upuzun sakallarıyla köktenci dindarların insanlıktan uzak olduklarını düşünüyorsanız, bir de ölümsüzlük iksirine ulaşabilecek ihtiyarlamış kodamanları ve yaşlanan Holywood yıldızlarını düşünün. Eğer bilim ölüme karşı mücadelesinde kayda değer adımlar atabilirse gerçek savaş laboratuvarlardan parlamentolara, mahkemelere ve sokaklara kayacaktır. Bilimsel çabalar başarıyla taçlandığında, daha büyük siyasi kargaşalara neden olacaktır. Tarih sahnesindeki tüm çatışma ve savaşlar, bizi bekleyen gerçek mücadelenin sadece habercisi olabilirler: Sonsuza kadar genç kalma mücadelesinin…
Yuval Noah Harari
Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi