SARTRE: ÖYLE GÖRÜNÜYOR Kİ SEVMEK, ÖZÜNDE KENDİNİ SEVDİRME İSTEĞİDİR!

VARLIK VE HİÇLİK: HİÇLİĞİN DİYALEKTİK KAVRANIŞI

Sorgulamanın bizi getirip birdenbire karşı karşıya bıraktığı bu hiçliğin anlamını [sens] ortaya koyma iddiasında bulunabilmemiz için henüz çok erken. Ama daha şimdiden kesinleştirebileceğimiz bazı şeyler var. Özellikle, varlığın, ona musallat olan varlık-olmayanla münasebetlerini saptamak fena olmaz. Nitekim, varlığın karşısındaki insan davranışları ile insanın Hiçlik karşısındaki davranışları arasında, gerçekten de belli bir paralellik saptadık; ve hemen ardından, varlık ile varlık-olmayanı, ışık ve gölgenin oldukları tarzda, gerçeğin iki tamamlayıcı bileşeni gibi düşünmenin çekimine kapıldık: bu durumda, kesinlikle eşzamanlı olan iki nosyon söz konusu olacaktır ve bunlar varolanların üretilmesinde o şekilde birleşeceklerdir ki ayrı ayrı ele alınmaları beyhude olacaktır. Salt varlık ile salt varlık-olmayan iki soyutlama olacaktır ve ancak sentezleri somut gerçekliklerinde temellenecektir.
Hegel’in bakış açısı besbelli ki budur.

Nitekim Hegel, Varlık ile Varlık-Olmayan arasındaki münasebetleri Mantık’ta inceler ve bu mantığa “düşüncenin salt belirlemelerinin sistemi” adını verir. Tanımını da şöyle açıklar: “Düşünceler, onları genellikle kafamızda canlandırdığımız biçimiyle salt düşünce değildir, çünkü düşünülen varlık dendiği zaman, içeriği ampirik bir içerik olan bir varlık anlaşılır. Mantıkta, düşünceler o şekilde kavranırlar ki içerikleri salt düşüncenin içerikleridir ve salt düşünme tarafından üretilmiş içeriklerdir.” Elbette bu belirlemeler, “şeylerde en içsel olan’lardır, ama aynı zamanda da “kendilerinde ve kendileri için” düşünüldüğünde, düşünmenin kendisinden çıkarsanırlar ve doğrulukları da kendilerinde keşfedilir. Bununla birlikte, Hegel’in mantığının tüm çabası, “sırayla ele aldığı nosyonların eksik olduğunu ve bunları anlamak için onları kendisinde bütünleştirerek aşan daha eksiksiz bir nosyona yükselmenin zorunlu olduğunu kanıtlamak’’ olacaktır.

Le Senne’in, Hamelin’in felsefesi için söylediği şeyi Hegel’e uyarlamak mümkündür: “Alt terimlerden her biri üst terime bağımlıdır, tıpkı soyutun, kendisini gerçekleştirmek için kendisine gereken somuta bağımlı olması gibi.” Hegel’e göre, asıl somut, özü ile birlikte, Varolandır, bütün soyut uğrakların sentetik olarak bütünleşmeleriyle üretilen ve bu uğrakların tamamlayıcılarını gerektirerek kendilerini orada aştıkları Bütünlüktür. Bu bağlamda, Varlık, eğer onu kendi kendisinde ele alırsak, yani onu, Öze doğru kendi kendisinin ötesine geçmesinden kopararak ele alırsak, en soyut ve en yoksul soyutlama olacaktır. Gerçekten de: “Dolaysızın dolaylıyla bağ kurması gibi Varlık da Öz’le bağ kurar. Şeyler, genel olarak ‘vardırlar’, ama varlıkları, özlerini ifşa etmekten [manifester] ibarettir. Varlık, Öz’e geçer; bunu şu biçimde ifade etmek mümkündür: ‘Varlık Özü önvarsayar [presupposer].’ Öz, Varlığa kıyasla her ne kadar dolaylanmış görünse de, öz yine de asıl kökendir. Varlık kendi temeline döner; Varlık Özde kendi kendinin ötesine geçer”.

Varlık böylece temeli olan Özden koparılınca “sade ve boş dolaysızlık” (la simple immediatete vide] haline gelir. Nitekim Tinin Fenomenolojisi de Varlığı böyle tanımlar, salt Varlığı “hakikatin bakış açısından” dolaysızlık olarak sunar. Eğer mantığın başlangıcı dolaysızlık olmak zorundaysa, demek ki başlangıcı da, “her türlü belirlenmişlikten önce gelen belirlenmemişlik, mutlak hareket noktası olarak belirlenmemişlik” olan Varlık’ta bulacağız.

Ama Varlık böylece belirlendiği anda kendi karşıtına “geçer”. Hegel, Petite Logique’de, “Bu kendi varlık”, der, “salt soyutlama ve dolayısıyla da mutlak olum-suzlamadır ki bu da, yine kendi dolaysız uğrağı içinde ele alındığında varlık-olmayandır.” Gerçekten de, hiçlik, kendi kendisiyle yalın özdeşlik, eksiksiz boşluk, belirlenimsizlik ve içeriksizlik değil midir? Şu halde salt varlık ve salt hiçlik aynı şeydir. Aslında, bunların birbirlerinden farklılaştıklarını söylemek doğrudur. Fakat “burada bu ikisi arasındaki fark henüz belirlenmemiş olduğundan -zira, varlık ile varlık-olmayan dolaysız uğrağı [le moment immediat] kurarlar-bu fark onlarda olduğu haliyle adlandırılamaz, saf bir kamdan [opinion] ibarettir. Bu da, somut olarak, “gökyüzünde ve yeryüzünde, varlık ve hiçliği kendinde içermeyen hiçbir şey yoktur” anlamına gelir.

Hegel’in kavrayışını kendi kendisinde tartışmak için henüz çok erken: onun karşısında tavır almamıza imkân verecek olan şey, araştırmamızın sonuçlarının bütünüdür. Ancak, Hegel’in, varlığı varolanın bir imlemine [signification] indirgemiş olduğuna işaret etmek uygun olur. Varlık, kendisinin temeli ve kökeni olan öz tarafından kapsanmıştır. Hegel’in bütün teorisi, mantığın başlangıcında, dolaysızı dolaylanmış olandan, soyutu da kendisini kuran somuttan hareketle bulabilmek için felsefi bir girişimin gerekli olduğu fikrine dayanır. Ama, varlığın, fenomene kıyasla, soyutun somuta kıyasla olduğu gibi olmadığına daha önce işaret etmiştik. Varlık “herhangi bir yapı” değildir, nesnenin belli bir uğrağı değildir, bütün yapıların ve bütün uğrakların bizatihi koşuludur, fenomenin tüm özellikleri bu varlık temeli üzerinde ortaya çıkar. Ve, aynı biçimde, şeylerin varlığının “onların özlerini ifşa etmekten ibaret olduğu” da kabul edilebilir değildir. Çünkü, o zaman, bu varlığın da bir varlığı olması gerekir. Esasen, eğer şeylerin varlığı, ifşa etmekten ‘ibaret olsaydı”, içinde bu ilk yapının izine bile rastlayamayacağımız bir yerde, Varlığın salt bir uğrağını Hegel’in nasıl saptayabileceği pek anlaşılmazdı. Salt varlığın, bizatihi belirlenimleri tarafından yalıtılmış ve donmuş bir halde, anlama yetisi [entendement] tarafından saptandığı doğrudur. Ama bu durumda, eğer öze doğru öteye geçme [depassement] varlığın önde gelen özelliğini oluşturuyorsa ve eğer anlama yetisi “belirlemekle [determiner] ve belirlenimlerde [determination] diretmekle” yetiniyorsa, nasıl oluyor da varlığı tam da “ifşa etmekten ibaret” olarak belirlemiyor, anlayamıyoruz. Hegel’e göre her belirlemenin olumsuzlama olduğu söylenecektir. Ama anlama yetisi, bu bağlamda, nesnesinin olduğundan başka türlü olmasını yadsımakla yetinecektir. Bu hiç şüphesiz her türlü diyalektik girişimi engellemeye yeler, ama öteye geçme hareketinin köklerine varıncaya kadar onu ortadan kaldırmaya herhalde yetmez.

Varlık, başka şey halinde kendi kendisinin ötesine geçtiği ölçüde, anlama yetisinin belirlemeleri tarafından kapsanmaz. Varlık kendi kendinin ötesine geçtiği ölçüde, yani kendinin en derininde kendi kendisinin ötesine geçmenin kökeni olduğu ölçüde, tam tersine, onu kendi öz belirlenimleri içinde donduran anlama yetisine olduğu gibi görünmek zorundadır. Varlığın ne ise o olduğunu olumlamak, en azından kendi kendinin ötesine geçmesi olarak varlığı el değmemiş bir halde bırakmak olurdu. Hegel’deki öteye geçme [depassement] nosyonunun belirsizliği işte buradadır: öteye geçme Hegel’de kâh ele alınan varlığın en derininden gelen bir fışkırma gibi görünür, kâh bu varlığın sürüklendiği bir dışsal devinim gibi görünür. Anlama yetisinin, varlıkta, bu varlık olmaktan başka bir şey bulmadığını olumlamak yetmez; bununla birlikte ne ise o olan varlığın nasıl bundan başka türlü olmadığını da açıklamak gerekir.

Ama burada incelenmesi uygun düşen şey, en başta, Hegel’in şu önermesidir: varlık ve hiçlik iki karşıt öğedir ve aralarındaki fark da, söz konusu soyutlama düzeyindeki basit bir “kanı”dan [opinion] ibarettir.

Hegelci anlama yetisinin yaptığı tarzda, varlık ile hiçliği tez ve antitez gibi birbirine karşı çıkarmak, bunlar arasında mantıksal bir eşzamanlılık varsaymak olur. Böylece iki karşıt öğe, bir mantıksal dizinin iki uç-terimi olarak aynı zamanda ortaya çıkarlar. Ama burada şunu gözden kaçırmamak gerekir: ancak karşıt öğeler eşzamanlı olabilir, çünkü ikisi de aynı biçimde olumludur (ya da aynı şekilde olumsuzdur). Ne var ki, varlık-olmayan varlığın karşıtı [contraire] değil, çelişiğidir [contradictone]. Bu da, hiçliğin mantıksal olarak varlıktan sonra gelmesini gerektirir, çünkü hiçlik önce ortaya konmuş, sonra yadsınmış olan varlıktır. Dolayısıyla varlık ve varlık-olmayanın aynı içeriğe sahip kavramlar olması mümkün değildir, çünkü, tam tersine, varlık-olmayan tinin indirgenemez bir seyrini varsayar: varlığın ilksel farklılaşmamışlığı ne olursa olsun, varlık-olmayan aynı farklılaşmamışlığın yadsınışıdır. Hegel’e, varlığı hiçliğe “geçirme” imkânını veren şey, yaptığı varlık tanımının içine örtük bir şekilde olumsuzlamayı buyur etmiş olmasıdır. Burada kendiliğinden şu sonuç çıkar; her tanım bir olumsuzluk içerir, çünkü Hegel, Spinoza’nın bir formülünü alarak bize omnis determinatio est negatio demiştir. Ve Hegel şöyle de yazmaz mı: “Varlığı başka şeyden ayıracak, onda bir içerik ortaya koyacak herhangi bir belirleme ya da içerik, onu kendi saklığı içinde tutmaya imkân vermeyecektir. Varlık salt belirlenmemişlik ve boşluktur, Onda hiçbir şey kavranamaz…”? Nitekim, o olumsuzlamayı dışardan getirip varlığa buyur eden, sonra da onu varlık-olmayanın içine geçirirken yeniden bulacak olan Hegel’in kendisidir.

Ancak burada, olumsuzlama nosyonu üzerinde bile bir kelime oyunu vardır. Çünkü varlıktaki her türlü belirlemeyi ve her türlü içeriği yadsırsam, bunu ancak ve en azından, varlığın olduğunu olumlayarak yapabilirim. Gerçekten de, varlığa ilişkin olarak neyi yadsırsak yadsıyalım, onun şu ya da bu olmasını olumsuzlamamızdan ötürü, onu olmamış kılamazdık. Olumsuzlama, varlığın mutlak doluluk ve baştan sona olumluluk olan varlık çekirdeğine erişemez. Buna karşılık, varlık-olmayan, bu eksiksiz doluluk çekirdeğinin kendisini hedef alan bir olumsuzlamadır. Varlık-olmayan kendini kendi bağrında yadsır. Hegel, “(Varlık ve hiçlik) içi boş soyutlamalardır ve bunlar aynı ölçüde boşturlar” diye yazdığında, boşluğun, bir şeyin boşluğu olduğunu unutmaktadır. Şimdi, varlık, kendi kendisiyle özdeşlik dışındaki her türlü belirlemeden boşalmıştır [yoksun kalmıştır]; ama varlık-olmayan, varlıktan boşalmıştır. Kısacası, burada Hegel’e karşı akılda tutulması gereken şey, varlığın olduğu ve de hiçliğin olmadığıdır.

Böylece, varlık, farklılaşmış [differenciee] hiçbir niteliğin taşıyıcısı olmasa bile, hiçlik, mantıksal olarak ondan sonra gelir, çünkü hiçlik varlığı yadsımak üzere varsayar, çünkü olmayanın [non] indirgenemezliği onu ele vermek üzere bu farklılaşmamış varlık kitlesine fazladan eklenir. Bu, yalnızca varlık ve varlık-olmayan’ı aynı düzlem üzerine yerleştirmeyi reddetmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez, ayrıca, hiçliği de içinden varlığın çıkacağı bir kökensel boşluk gibi ortaya koymamaya her zaman dikkat etmemiz gerektiği anlamına gelir. Hiçlik nosyonunu bilinen formu altında kullanmakta oluşumuz, varlığın önceden belirlenmiş olan özgüllüğünü [specification] her zaman varsayar. Bu bakımdan, dilin, bize şeylere ilişkin bir hiçlik (“hiçbir şey”) ile insan varlıklarına ilişkin bir hiçlik (“hiç kimse”) sunması çarpıcıdır. Ama özgülleştirme pek çok durumda daha da ileriye götürülür: bir tikel nesneler toplamı göstererek şöyle deriz: “Hiçbir şeye dokunma”, yani, çok kesin bir ifadeyle söylersek, bu toplamdaki hiçbir şeye dokunma. Aynı biçimde, özel ya da kamusal yaşamın çok belirli olayları hakkında sorgulanan kişi şu yanıtı verir: “Hiçbir şey bilmiyorum”; ve bu “hiçbir şey”, onun sorgulandığı olguların bütününü içerir. Sokrates bile, ünlü “Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” tümcesindeki o hiçbir şey ile, kesin bir şekilde Hakikat olarak düşünülen varlığın tümüne işaret etmektedir. Eğer bir an için, naif kozmogonilerin bakış açısını benimseyerek bu dünya varolmadan önce neyin “var” olduğunu kendimize sormayı denesek ve de “hiçbir şey” yanıtını versek, bu “önce”nin de, tıpkı bu “hiçbir şey” gibi geçmişe dönük etki taşıdığını ister istemez kabul etmek zorunda kalırız. Varlığın içine yerleşmiş olan bizlerin, bugün yadsıdığımız şey, bu varlıktan önce varlığın olmuş olduğudur. Olumsuzlama, burada, yüzünü kökenlere doğru çeviren bir bilinçten yayılmaktadır. Eğer bu kökensel boşluğun, bu dünyadan ve dünya formunu almış her bütünden boşalmış olma özelliğini kaldırsaydık, bunun yanı sıra, bir sonra’yı önvarsayan ve bu sonraya göre oluşturduğum önce olma özelliğini de kaldırsaydık, olumsuzlamanın kendisi de ortadan kaybolurdu ve yerini, kavranması hiçlik sıfatıyla bile ve özellikle de bu sıfatla imkânsız olan, eksiksiz bir belirlenmemişliğe bırakırdı. Böylece, Spinoza’nın formülünü tersine çevirerek, her olumsuzlamanın belirleme olduğunu söyleyebiliriz. Bu demektir ki varlık hiçlikten öncedir ve hiçliği kurar. Bundan anlaşılması gereken de, yalnızca, varlığın hiçlik üzerinde mantıksal bir önceliğe sahip olduğu değil, ama ayrıca, hiçliğin de etkililiğini somut bir biçimde varlıktan devşirdiğidir. Hiçlik varlığa musallat olur diyerek dile getirdiğimiz şey de budur. Bu, varlığın kendini kavramak için hiçbir şekilde hiçliğe gereksinmediği, ve varlık nosyonunun, içinde hiçlikten en küçük bir iz bile bulmaksızın baştan sona araştırılabileceği anlamına gelir. Ama bunun tersine, olmayan hiçlik [le néant qui n’est pas], [olmadığı için] ancak ödünç alınmış bir varoluşa sahip olabilir: hiçlik, varlığını varlıktan alır; onun sahip olduğu varlık hiçliği ile ancak varlığın sınırları içinde karşılaşılır; ve varlığın tümden yok oluşu varlık-olmayanın saltanatının başlangıcı değil, tersine, hiçliğin de aynı anda silinip gidişi olur: varlık-olmayan ancak varlığın yüzeyinde vardır.

Jean-Paul Sartre
Varlık ve Hiçlik
Fenomenolojik Ontoloji Denemesi
Çevirenler: Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen | İthaki Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz