İnsanlık tarihinde, Sokrates’ten sonra ve günümüze değin, Jean-Paul Sartre kadar popüler olmuş başka bir filozof yoktur.
Popülerliğin, doğallıkla kitleleri, yani felsefe jargonunda “sokaktaki adam” diye anılan sıradan insan yığınını ve de politikayı çağrıştırdığı düşünüldükçe, “popüler” sıfatı olumsuz bir nitelendirme sayılabilir, bir filozof için… Sartre’ın kendisi de, bu popülerliğe, felsefesinin tam ve dosdoğru kavranmasından çok, yanlış, eksik ve yalapşap yorumlanmasıyla beslenen bir yaşama anlayışının, dünya üzerinde ve dünyaya karşı bir konumlanış etiketinin (“budalaca” diye nitelediği varoluşçu etiketi) yol açtığını gördüğü oranda, bundan rahatsız oldu. Ancak, onu çağımızın en popüler figürlerinden biri haline getiren asıl şeyin, başkaları tastamam kavramasa da, tastamam felsefesinin izdüşümü olan politik tavır alışları, yaşadığı dönemde insanoğlunun, olumlu olumsuz, bütün edimleri karşısında gösterdiği olağanüstü duyarlılık ve somut tepkileri olduğunu da, hiç şüphesiz herkesten iyi biliyordu.
Sözcükler’de söylediği gibi, “Elde avuçta da, cepte de bir şey olmaksızın, çalışma ve inançla” çıktığı yolda yarattığı yapıtının, onun hem bilinçle hem de çocukluk özlemlerine uygun olarak seçtiği çift yönlü -felsefe ve edebiyat olarak- gelişimi, filozofu değil ama filozofun felsefesinin -ileride daha da iyi anlaşılacağına inandığım- felsefece önemini maskeleyegelmiştir: romanlarının, öykülerinin, tiyatro yapıtlarının, bir ölçüde de politik ve eleştirel denemelerinin alışılmadık tonunu, çarpıcılığını, yarattıkları skandal duygusunu; özgürlüğü insanın ontolojik yapısına eklemlediği ve böyle-ce insana, Marx’ın öngöremediği bir boyutta dönüştürmeci olanaklar ve açmazlar yaratan (yani varoluşunu olanca somutluğu ve gerçekliği içinde sırtına yükleyen) felsefece yapıtının çetinliğine yeğlemek, çoğunlukla, insanların daha kolayına gelmiştir.
Bu tümceleri yazan ben, kendim de bu kolaycılığı yeğleyenlerden biriyim bir bakıma. İki temel yapıtı, Varlık ve Hiçlik (?) ile Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni, 1963’den beri bitirmeyi başaramamam, bunun kanıtıdır. Yine de bu açığı kapatabilecek iki şansa sahip oldum: Sartre’ın felsefesini, fragmanlar halinde de olsa, temel metinlerinin belli bölümleriyle yetinerek de olsa onun dilinden, Fransızcadan öğrenebilmek; ve -asıl-, felsefeyi, “la morale existentialiste est la plus dure de toutes les morales” (“varoluşçu ahlak, ahlakların en katisıdır”) diyebilen bir katolik papazının olağanüstü eğiticiliğiyle tanıyıp, sevmek…
Bizim kuşağın “varoluşçulukla” tanışıp allak bullak olduğu dönem, ülkemizde, “sol”un da hızla yükselişe geçtiği, marksist literatürün, eksik-artık, kitapçı vitrinlerini lebalep doldurduğu zaman kesitiyle içiçedir. Türkiye’nin bilinen koşullarında, insanlar, en başta da gençlik, Sartre’ı okumaksızın Marx’ı seçti (tıpkı Hegel’i, Nietzsche’yi, Kant’ı okumadan, okuyamadan Marx’ı seçtiği gibi). Belki eğitildiğim lisede zihinlerimize kazman kartezyen düşünce alışkanlıklarının etkisiyle, Sartre’dan hiç kopamadım ben… 1964 veya 1965 yıllarında, bir yaz günü; lise arkadaşım, dostum, şimdi hukuk felsefesi profesörü olan Niyazi Öktem’le, Cağaloğlu’ndaki “de” yayınlarının kapısını çalıp, Memet Fuat’ın karşısına, “Biz, L’Etre et le Neant’ı çevireceğiz, basar mısınız?” diye dikilekoduğumuzu anımsıyorum. Memet Fuat, o dingin ciddiyetiyle bize bir tek şey sormuştu; kitabın adını nasıl türkçeleştireceğimiziL Bu yüzden yukarıda Varlık ve Hiçlik’i anarken, yanıbaşına bir soru işareti ekledim: Varolmak’tan (exister) söz eden bir felsefe yapıtında, hem “olmak” fiilini hem de o fiildeki eylemi taşıyan şeyi ifade eden “etre” sözcüğünü, “varlık” sözcüğüyle çevirmek ne ölçüde doğrudur?
Bununla beraber Sartre’ın temel felsefe metinlerinin çevrilebileceğine inanmayı sürdürüyorum. Daha geçenlerde, Kant’ın, hiç de daha az çetin olmayan, Kritik der reinen Vertıunft’u “İdea” yayınlarından çıkmadı mı? Biz, “Yapı Kredi Yayınları” olarak Hobbes’un Leviathan’mı yayımlamadık mı, vb? Sonuçta felsefece kavramlar, dilimizde karşılıkları yokmuş gibi görünseler de, onlarla iş gördüğümüz ölçüde bizim dilimizde de olacaklar, bütün güçlüğüne karşın onları eğip bükebildiğimiz, kullanabildiğimiz ölçüde bizim dilimizde de türeyip, üreyebileceklerdir.
(*) 1932 yılından ölümüne kadar Türkiye’de yaşayan, 1940’ların başından itibaren Galatasaray Lisesi’nde 30 yıl süreyle Latince, Fransızca ve felsefe öğretmenliği yapan, Pierre Dubois. Yaşamının son on beş yılında Vatikan’ın Türkiye’deki dini temsildliğini (Viker Apostolik) yapmıştır.
Elinizdeki metin, bir Sartre metni değil. Filozofun, 70 yaşında, güvendiği bir yazarla yaptığı upuzun bir söyleşi çerçevesinde giriştiği bir hayat muhasebesi. Kanımca önemi de buradan geliyor. Muhasebe, yalnızca çağımızın bu en önemli figürünü zaafları ve güçlülükleriyle, insan yönüyle ortaya koymakla kalmıyor, ama felsefece düşüncesinin ipuçlarıyla birlikte, politik angajmanlarının, temelde hep tutarlı kalmış olan evrimini de, o felsefece düşünceye koşut olarak gözler önüne seriyor.
Turhan İlgaz
Sartre Sartre’ı Anlatıyor [Önsöz]
Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi
Jean Paul Sartre
Yapı Kredi Yayınları