SARTRE SARTRE’I ANLATIYOR: “İNSAN GEREKSİZ BİR TUTKUDUR!”

MICHEL CONTAT: Bir yıldan beri, sağlık durumunuz hakkında olumlu olumsuz söylentiler dolaşıp duruyor. Bu ay yetmiş yaşına basıyorsunuz. Şimdi Sartre, söyler misiniz, nasılsınız?

JEAN-PAUL SARTRE: İyiyim demek zor, ama kötüye gittiğimi de söyleyemem. İki yıldır bir dizi sağlık sorunuyla uğraşıyorum. Özellikle bacaklarım, bir kilometreden çok yürüdüğümde ağrımaya başlıyor ve genellikle bu mesafeyle yetinmek zorunda kalıyorum. Öte yandan, oldukça önemli tansiyon düzensizliklerim vardı ama bunlar, şu son zamanlarda birden bire kayboldu: ciddi olarak yüksek tansiyondan şikâyetçiydim, şimdiyse, ilaç tedavisi sonucu, neredeyse düşük tansiyonlu sayılabilecek bir durumdayım.

Nihayet, ve özellikle, sol gözümün arkasında -ki bu da sağ gözümü üç yaşımdayken kaybettiğimden gören tek gözüm- kanamalar oldu, halihazırda, hâlâ şekilleri seçebiliyorum, belli belirsiz, ışığı, renkleri fark edebiliyorum, ama artık nesneleri de yüzleri de açık seçik göremiyorum. Ve dolayısıyla artık ne okuyabiliyor ne de yazabiliyorum. Daha doğrusu, yazabiliyorum, yani elimle sözcükleri çizebiliyor, ve halen hemen hemen düzgün bir şekilde yapabiliyorum bunu, ama ne yazdığımı göremiyorum. Ve okumak benim için tümden olanaksızlaştı: satırları, sözcüklerin arasındaki boşlukları görüyorum, ama sözcüklerin kendilerini çıkartamıyorum. Okuma ve yazma yeteneklerimden yoksun olunca da, yazar olarak faaliyet göstermem hiçbir şekilde mümkün değil: yazarlık mesleğim tümüyle bitmiş durumda.

Bununla beraber halen konuşabiliyorum. Bu nedenle de bundan sonraki çalışmam, eğer televizyon parasal kaynak yaratmayı başarırsa, bu yüzyılın yetmiş yılından söz edeceğim bir dizi TV programı olacak. Bu çalışmayı Simone de Beauvoir, Pierre Victor ve Philippe Gavi ile birlikte yürütüyorum, onların da dile getirecekleri bazı düşünceleri var ve fazladan, benim yapacak durumda olmadığım yazım işini de onlar üstleniyorlar: örneğin ben konuşuyorum onlar not alıyorlar, ya da birlikte tartışıyoruz ve onlar, daha sonra, üzerinde beraberce uzlaştığımız projeyi kaleme alıyorlar. Bazı bazı, ben de yazıyorum, yani bu yayınlarda yer alması gereken bir konuşmanın içeriğini not ediyorum. Ancak bunu yalnızca onlar okuyup bana aktarabiliyorlar.

İşte şimdiki durumum bu. Bunun dışında kendimi gayet iyi hissediyorum. Uykularım mükemmel. Sözünü ettiğim çalışmayı, arkadaşlarımla birlikte etkinlikle yerine getiriyorum. Zihnim muhtemelen on yıl önceki -daha fazla değil ama daha az da değil- kadar açık ve duyarlığımı da aynen korudum. Belleğim, çoğu zaman oldukça iyi, yalnızca adları anımsamakta bayağı zorlanıyor, bazen de hiç anımsamıyorum. Nerede durduklarını bildiğim nesneleri kullanabiliyorum. Sokakta kendi başıma ve fazlaca zorlanmadan yönümü bulabiliyorum.

M.C.: Artık yazamamak, her şeye rağmen büyük bir darbe olmalı. Oysa siz bundan büyük bir sükûnetle söz ediyorsunuz…

J-P.S.: Bir bakıma bu bütün varlık nedenimi ortadan kaldırdı: var’dım ve artık yokum gibi bir şey, anlayacağınız. Ancak, bu durumda fazlasıyla yıkılmış olmam gerekirken, bilemediğim bir nedenle, kendimi oldukça iyi hissediyorum: kaybettiğim şeyi düşündüğümde asla bir acı duymadım, melankoliye kapıldığım anlar da olmadı.

M.C.: Ya isyan duygusu?

J-P.S.: Kime karşı, neye karşı isyan etmemi bekliyorsunuz ki? Burada sakın stoacı bir tavır görmeyin -her ne kadar stoacılara karşı, bildiğiniz gibi, her zaman sempati beslemişsem de… Hayır, yalnızca, işler böyle oldu ve yapabileceğim bir şey yok, şu halde üzülmek için de bir nedenim yok. İki yıl kadar önce, belli bir dönem, bu şey daha da ciddileştiğinde, zorlu anlar geçirdim. Bir tür ufak çıldırmalar yaşadım. Simone de Beauvoir’la birlikte gittiğimiz Avignon’da, belli bir yerde, bir park sırasının üzerinde bana randevu vermiş bir genç kızı arayarak dolaştığımı anımsıyorum. Elbette ortada randevu falan yoktu…

Şimdi, bütün yapabildiğim, olduğum şeye uyum sağlamak, bu şeyin etrafında dolaşmak, olanakları hesaplamak ve bu olanaklardan olabildiğince yararlanmak. Elbette beni asıl rahatsız eden görememek, ve bu konuda, danıştığım hekimlerin söylediklerine göre, yapabilecek hiçbir şey yok. Bu da can sıkıcı, çünkü çevremdeki şeyleri yazma arzusu duyacak kadar, her dakika değilse de ara sıra duyacak kadar hissediyorum yeterince.

M.C.: Kendinizi işsiz güçsüz kalmış gibi görüyor musunuz?

J-P.S.: Evet. Biraz dolaşıyorum, bana gazeteleri okuyorlar, radyo dinliyorum, bazen televizyonda verilenleri hayal meyal izliyorum ve, gerçekten de, bütün bunlar işsiz güçsüz kalmanın getirdiği faaliyetler. Hayatımın tek amacı yazmaktı. Daha önce düşünmüş olduğum şeyler üzerinde yazıyordum, ancak başat an, yazma anıydı. Bugün de düşünüyorum ama, yazı benim için olanaksızlaştığından, düşüncenin gerçek faaliyeti, bir şekilde, ortadan kalkmış oldu.

Bundan böyle bana yasaklanmış olan bu şey, günümüz gençlerinden bir çoğunun hor gördükleri bir şey: biçem, yani bir fikri ya da bir gerçekliği yazınsal tarzda serimlemek. Bu iş zorunlu olarak düzeltmeler gerektirir -bazı bazı beş, altı kez yinelenen düzeltmeler… Yazdıklarımı artık bir kez bile düzeltemiyorum, zira yazdığım şeyi okuyamıyorum. Dolayısıyla, yazdığım ya da söylediğim şey zorunlu olarak ilk halinde kalıyor. Elbette birileri yazdığım veya söylediğim şeyi bana okuyabilir ve ben, gerektiğinde, ayrıntıya ilişkin birtakım düzeltmeler yapabilirim, ama bunun kendi kalemimden çıkma bir yeniden yazım çalışmasıyla uzaktan yakından bir ilişkisi olamaz.

M.C.: Düşüncelerinizi dikte edeceğiniz, sonra söylediklerinizi dinleyip yaptığınız düzeltmeleri kaydedeceğiniz bir ses alma cihazı kullanamaz mısınız?

J-P.S.: Söz ile yazı arasında çok büyük bir fark olduğu düşüncesindeyim. İnsan yazdığı şeyi bir daha okur. Ama bunu ağır ağır veya hızlı bir şekilde yapar; başka türlüden dikte bir tümce üzerinde duracağınız süre hakkında karar veremezsiniz, çünkü o tümcede oturmamış olan, iyi durmayan şey ilk bakışta size kendisini göstermeyebilir: bu belki onda olan bir şeydir, belki onun kendisinden önce gelen veya onu izleyen tümceyle ya da paragrafın veya bölümün bütünüyle arasındaki bağın biçimsizliğindendir…

Bütün bunlar metninize sanki bir büyü kitabıymışçasına bakmanızı, peşpeşe şurada burada birtakım sözcükleri değiştirmenizi, ve sonra bu değişikliğin üzerinden bir daha geçmenizi ve daha başka bir düzeltme yapmanızı, ardından çok daha ileride bulunan bir öğeyi değiştirmenizi, ve bunun böylece sürüp gitmesini gerektirir. Bir ses alma cihazını dinlediğimde, dinleme süresi benim kendi gereksinimlerimle değil, kayıt şeridinin dönüş hızıyla belirlenmiştir. Demek ki her zaman aygıtın bana verdiği sürenin berisinde ye ya ötesinde kalacağım.

M.CPeki denediniz mi?

J-P.S.: Deneyeceğim, dürüstçe deneyeceğim, ama bunun beni tatmin etmeyeceğine eminim. Geçmişimle, formasyonum itibariyle, bugüne kadarki faaliyetimin özüyle, ben her şeyden önce yazı adamıyım ve artık değişmem için de çok geç. Görme yeteneğimi kırk yaşında kaybetmiş olsaydım, her şey başka türlü olabilirdi. O zaman belki, ses alma cihazı gibi, bazı yazarların kullandıklarını bildiğim daha başka ifade tekniklerini öğrenmiş olurdum. Ama, ses alma cihazının, benim için, yazının bana sağlaya geldiği olanakları verebileceğini sanmıyorum.

Entelektüel faaliyet, benim için ne idiyse o olarak kalmaya devam ediyor, yani düşünümün denetlenmesi. Demek ki, düşünüm-sel düzlemde, düşündüğüm şeye oranla, bir düzeltici faaliyette bulunabilirim, ama bu faaliyet kesinkes öznel olarak kalır. Bir kez daha söyleyeyim, benim anladığım biçem çalışması zorunlulukla yazıyı öngörüyor.

Bugün birçok genç, hiçbir biçem kaygısı taşımıyor ve söylenecek şeyin sadece söylenmesi gerektiğini, bütün işin bu olduğunu düşünüyor. Bana göre biçem -ki, sadeliği dışlamaz, tam tersine öngörür- her şeyden önce, üç veya dört şeyi tek bir şeyde söyleme tarzıdır. İlk anlamıyla basit tümce vardır, ve sonra da, altta, eşzamanlı olarak, derinlemesine bir şekilde düzenlenen farklı anlamlar gelir. Eğer insan dile bu anlam çokluğunu duyurtmayı beceremiyorsa, yazmaya değmez.

Edebiyatı, örneğin, bilimsel iletişimden ayrıştıran şey, tek anlamlı olmayışıdır; dil sanatçısı sözcükleri o şekilde yerleştiren kişidir ki, onlar üzerinde uyguladığı ışık oyunlarına, onlara verdiği ağırlığa göre, sözcükler bir şeyi, ve başka bir şeyi, derken daha başka bir şeyi, her kezinde farklı düzeylerde anlatırlar.

M.C.: Felsefe kitaplarınızın el yazmaları çalakalem, neredeyse tek bir sözcük bile çizilmeksizin yazılmışlardır; edebi el yazmalarınızsa, tersine, üzerlerinde alabildiğine çalışılmış, arındırılmış durumdalar. Neden bu fark?

J-P.S.: Bu nesnelerin farkı: felsefede, her tümcenin yalnızca bir tek anlamı olmak zorundadır. Örneğin benim Sözcükler üzerinde, her tümceye çeşitli ve üst üste konmuş anlamlar vererek yaptığım çalışma, felsefede kötü bir çalışma olurdu. Eğer, sözgelimi, kendi-için (pour-soi) ve kendinde’nin (en-son) ne olduğunu anlatmak zorundaysam, bu belki zor olabilir, farklı benzetmelere başvurabilir, sonuca ulaşabilmek için farklı kanıtlamalar kullanabilirim, ama kendi içlerinde kapanabilmek zorunda olan fikirlerde kalmak gerekir: anlamın eksiksiz olarak bulunduğu düzey burası değildir -bu anlam, yapıtın bütünü düzeyinde çoğul olabilir ve çoğul olmak zorundadır-, bununla beraber, felsefenin, bilimsel iletişim gibi, tek-anlamlı olduğunu söylemek istemiyorum.

Belli bir şekilde, her zaman için yaşanmış’la işgören edebiyattaysa, söylediğim şeylerden hiçbiri, söylediğim şeyle bütünüyle ifade edilmiş değildir. Aynı gerçeklik hemen hemen sonsuz sayıdaki biçimlerde ifade edilebilir. Ve her satırın kazandığı okuma tipini, ve bu okumanın, insan ister yüksek sesle okusun isterse içinden, kazanacağı ses tonuna varıncaya kadar gösteren de, bütün kitaptır.

Stendhal’de sık sık karşılaşıldığı gibi, baştan aşağı nesnel tipten bir tümce, ister istemez bir dolu şeyi dışarda bırakır, ama bu tümce bütün ötekileri kapsamakta ve şu halde, hepsinin devreye girebilmesi için yazarın sürekli olarak aklında tutmak zorunda olduğu bir anlamlar bütününü içermektedir. Dolayısıyla, biçem çalışması bir tümceyi makaslamaktan çok, sahnenin, bölümün, ve, bunun da ötesinde, tüm kitabın bütünlüğünü sürekli olarak aklında tutmaktan ibarettir. Bu bütünlük sizde varsa, iyi tümceyi yazarsınız. Yoksa, tümceniz detone olacak ya da beyhudeymiş gibi görünecektir.

Bu çalışma, yazarına göre, az ya da çok sürer, az ya da çok uğraş gerektirir. Ancak, genellikle, sözgelimi dört tümceyi bir tümce halinde yazmak, felsefede bir tümceyi tek bir tümcede yazmaktan her zaman daha zordur. “Düşünüyorum, öyleyse varım” gibi bir tümcenin her yönde ilerleyen sonsuz sayıda sonuçları olabilir, ama, tümce: olarak o, Descartes’m ona verdiği anlamı taşır. Oysa ki, “…Verriferes’in çan kulesini görebildiği sürece, Julien sık sık dönüp arkaya baktı” diye yazdığında, Stendhal bize kahramanının yaptığı şeyi basitçe söylerken, Julien’in ne hissettiğini, ve aynı zamanda Mme de Renal’in ne hissettiğini, vb. verir.

Demek ki, besbelli bir şekilde, birçok tümcenin yerini tutacak bir tümce bulmak, “Düşünüyorum, öyleyse varım” gibi bir tümce bulmaktan çok daha zordur. Sanırım Descartes bu tümceyi bir anda, daha onu düşündüğü anda bulmuştu.

M.C.: Esasen bizzat siz de, Varlık ve Hiçlikle, abartılı ölçüde pate-tik olan “insan gereksiz bir tutkudur” gibi, fazlasıyla edebi formüller kullanmış olmakla eleştirilmiştiniz.

J-P.S.: Doğru, dilinin saltlıkla teknik olması gereken, yani sözcüklerinin tek-anlamlı olması gereken bir metin için, yanlışlıkla -ve esasen filozofların çoğunun yaptığı gibi- edebi türden tümceler kullanıyordum. Sözünü ettiğiniz formülde anlamı şaşırtan ve yanlış anlamalara yol açan, doğallıkla “tutku” sözcüğü ile “gereksiz” sözcüğündeki çift-anlamlılık oldu. Felsefenin, kullanılması gereken -ve yeni kavramlar yaratılıyorsa, ihtiyaca göre yenilenen-bir teknik dili vardır ve o teknik tümceler yığını, aslında birçok katmanlı bir anlam olan bütün anlamı yaratmayı başarır. Oysa ki romanda, bütünlüğü verecek olan şey, her tümcedeki anlamların, en önceki, en açık anlamdan kalkıp, en derin, en karmaşık anlama giden, üstüste-gelmişliğidir. Biçem çalışmasıyla gerçekleştirilen bu anlam çalışması, yazdıklarımı artık düzeltemediğim için, benim bundan böyle yapamayacağım bir şey.

M.C.: Ya artık okuyamamak, bu sizin için çok ağır bir açmaz oluşturmuyor mu?

J-P.S.: Şimdilik oluşturmadığım söyleyebilirim. Şimdilerde yayınlanan ve beni ilgilendirebilecek olan kitapların hiçbirinden kendi kendime haberdar olamıyorum. Ama insanlar bana bunlardan söz açıyor veya bunları bana okuyorlar, ve yeni yayınlar konusunda hemen hemen tam bir bilgim oluyor. Simone de Beauvoir, bana, baştan sona bitirdiğimiz birçok kitap, her türden birçok eser okudu.

Yine de, bana gönderilen kitapları ya da dergileri gözden geçirmek gibi bir alışkanlığım vardı, bunu yapamamak düpedüz bir yoksunluk. Ancak sözünü ettiğim tarihsel TV programları üzerindeki güncel çalışmam için, eğer bir kitaba, diyelim ki bir sosyoloji ya da tarih kitabına başvurmam gerekirse, onu ha Simone de Beauvoir okumuş ha ben kendi gözlerimle okumuşum, arada bir fark yok. Buna karşılık, eğer yalnızca birtakım bilgileri özümsemekle yetinmek yerine, onları eleştirmem, tutarlı olup olmadıklarını, kitabın kendi ilkeleri uyarınca çatılmış olup olmadığını incelemem gerekmiş olsaydı, o durumda, başkasının okuması yetersiz kalırdı. O zaman Simone de Beauvoir’dan kitabı bana birçok kez okumasını ve de her satırda olmasa bile, en azından her paragrafta durmasını istemek zorunda kalırdım.

Simone de Beauvoir son derece hızlı okur ve konuşur. Alıştığı hızda gitmesine engel olmuyorum, ve ben onun okuma ritmine kendimi uydurmaya çalışıyorum. Bu, doğallıkla belli bir gayret istiyor. Ardından, bölüm sonlarında fikir alışverişinde bulunuyoruz. Sorun şu ki, bir kitabı kendi gözleriyle okurken her zaman varolan o düşünümsel eleştiri öğesi, yüksek sesle yapılan bir okumada asla fazla açık seçik değil. Burada egemen olan şey, sadece ve basitçe, anlamak için sarfedilen çaba. Eleştiri öğesi geri planda kalıyor, ve ancak Simone de Beauvoir ve ben, görüşlerimizi bir araya getirdiğimiz zaman, okuma sürecinde saklı kalanı zihnimden çekip çıkardığımı hissediyorum.

M.C.: Bu şekilde başkalarına bağımlı bir duruma düşmüş olmak sizin için acı, değil mi?

J-P.S.: Elbette. Yine de acı sözcüğü biraz fazla, zira, bir kez daha yineleyeyim, şu anda acı olan hiçbir şey yok benim için. Her şeye rağmen, bu bağımlılık benim pek de hoşuma gitmiyor. Tek başıma yazmaya, tek başıma okumaya alışkındım, ve gerçek entelektüel çalışmanın yalnızlık gerektirdiğine bugün de hâlâ inanıyorum. Kimi entelektüel çalışmaların -hatta kitap yazmanın- birçok kişi tarafından beraberce yapılamayacağını söylemiyorum. Ancak gerçek çalışmanın, aynı zamanda hem yazılı bir esere, hem de felsefece düşüncelere ulaştıran çalışmanın, iki kişiyle, üç kişiyle yapılabileceğini düşünemiyorum. Bugünkü aşamada, mevcut düşünme yöntemlerimizle, bir düşüncenin bir nesne karşısındaki açılımı yalnızlığı öngörmektedir.

M.C.: Bunun size özgü bir şey olduğunu düşünmüyor musunuz?

J-P.S.: Benim de kolektif çalışma yaptığım oldu, örneğin Ecole Normale’deyken, ya da daha sonra Havre’da, başka hocalarla, üniversite öğretiminde reforma ilişkin bir proje üzerinde ortaklaşa çalıştık. Burada ne dediğimizi şimdi unuttum ve herhalde fazla da önemli olmasa gerekti. Ancak bütün kitaplarımı, bir zamanlar David Rousset ve Görard Rosenthal ile birlikte hazırladığım Başkaldırmakta Haklıyız (On a raison de se revolter) ve Siyaset Üzerine Konuşmalar (Entretiens sur la politique) bir yana bırakılacak olursa, tümüyle yalnız yazdım ben.

M.C.: Size sizinle ilgili sorular yöneltmem canınızı sıkıyor mu?

J-P.S.: Hayır, niye sıksın? Herkesin, bir mülakatçı karşısında, kendinin en derinliklerinde neler bulunduğunu söyleyebilmesi gerektiği inancındayım. Bana göre, insanlar arasındaki ilişkileri yozlaştıran şey, her insanın ötekine göre gizli saklı bir şeyleri, ille de herkes için gizli ve saklı olması gerekmeyen, ama belli bir anda konuştuğu kişi için gizli ve saklı olan bir şeyleri korumasıdır.

Saydamlığın her zaman gizliliğin yerini almak zorunda olduğunu düşünüyor, ve iki insanın birbirlerinden gizleyecek sırlarının olmayacağı, çünkü artık kimseden gizleyecekleri bir şeylerin almayacağı, çünkü öznel hayatın da nesnel hayatın da tümüyle açılacağı, sunulmuş olacağı günü pekâlâ düşleyebiliyorum. Bedenimizi hep verdiğimiz gibi verirken düşüncelerimizi gizliyor olmamızı kabul etmek olanaksız, çünkü, bana göre, beden ve bilinç arasında doğal bir fark yok.

M.C.: Sadece ve sadece bedenimizi gerçekten verdiğimiz kişilere düşüncelerimizi bütünüyle veririz, öyle değil mi?

J-P.S.: Bedenimizi, hatta her türlü cinsel ilişkinin de dışında, herkese veririz: bakışımızla, dokunmalarla. Siz bana kendi bedeninizi veriyorsunuz, ben size benimkini: her birimiz birbirimiz için beden olarak var oluruz. Ancak, bilinç olarak, fikirler bedenin değişimleri olmakla beraber, fikir olarak, aynı biçimde var olmayız.

Eğer gerçekten başkası için varolmak isteseydik, beden olarak, dolayısıyla da -bu asla yapılmasa bile-sürekli biçimde soyundurulabilen beden olarak varolmak isteseydik, fikirlerin ötekine bedenden geliyorlarmış gibi görünmeleri gerekirdi. Sözler bir ağzın içindeki bir dil tarafından belirlenmişlerdir. Bütün fikirlerin de bunun gibi görünmeleri gerekirdi, en muğlak, en kaypak, en az yakalanabilir olanlarının bile. Başka türlü dendikte, bazı yüzyıllarda erkeğin ve kadının onuru olduğuna inanılan ve bana bir ahmaklık gibi gelen o sırrın, o gizliliğin olmaması gerekirdi.

M.C.: Size göre bu saydamlığın karşısındaki en büyük engel ne?

J-P.S.: Öncelikle Kötülük. Bundan şunu anlıyorum: eylemler farklı ilkeler tarafından esinlendirilmiştir ve onaylamadığım sonuçlara varabilirler. Bu Kötülük bütün düşüncelerin iletişimini zorlaştırır, çünkü ötekinin kendi düşüncelerini oluşturmak için ne ölçüde benimle aynı ilkelerden yola çıktığını bilemem. Bu ilkeler, belli ölçüde elbette aydınlatılmış, tartışılmış, yerleştirilmiş olabilirler; ancak önüme gelenle aklıma gelen konuda tartışabileceğim doğru değildir. Bunu sizinle yapabilirim, ama bunu komşumla ya da sokaktan geçen biriyle yapamam: en uç noktada, benimle sonuna kadar tartışmaktansa dövüşmeyi yeğleyecektir.

Demek ki, aslında, çekinmekten, bilmemekten, korkudan doğan, her saniye benim öteki ile güvensizlik içinde olmama, ya da pek az güven içinde olmama yol açan bir bana-gelince var. Esasen kişisel olarak, rastlaştığım insanlara bütün noktalarda kendimi ifade etmem, ancak olabildiğince şeffaf olmaya çalışırım, çünkü benim görüşüme göre bizim kendimizde taşıdığımız bütün o karanlık bölgeyi, aynı zamanda hem bizim için karanlık hem başkaları için karanlık olan bölgeyi, ancak başkaları için açık olmayı denersek kendimiz için de aydınlatabiliriz.

Jean Paul Sartre
Sartre Sartre’ı Anlatıyor

Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi
Çeviren: Turhan Ilgaz, YKY


Michel Contat’nın bu söyleşisi, Kortumlandırmalar X’dan (Situations X) alınmıştır. Söyleşinin belli bölümleri Le Nouvel Observateur dergisinin 23 Haziran, 30 Haziran ve 7 Temmuz 1975 tarihli sayılarında yayımlanmıştır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz