FRANZ KAFKA: SİZİ NE MUTLU EDİYORSA ONA İNANIN. GERÇEKTEN SİZİ NE MUTLU EDİYOR?

Ateşçi

Bir hizmetçi kız, onu baştan çıkardığı ve ondan çocuk sahibi olduğu için fakir anne babası tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Roßmann, artık yavaşlamakta olan gemide New York Limanı’na girerken çoktandır gözlediği Özgürlük Heykeli’ni birdenbire sanki güçlenen güneş ışığında gördü. Kılıç taşıyan kolu sanki yeniden yükseliyor ve gövdesinin etrafında özgür rüzgârlar esiyordu.

“Ne kadar yüksek!” dedi kendi kendine ve gemiden ayrılmak aklının ucundan bile geçmezken gittikçe kabararak yanından akan hamal seline kapılıp yavaş yavaş güvertenin parmaklığına kadar sürüklendi.

Yolculuk sırasında ayaküstü tanıştığı genç bir adam yanından geçerken, “Ee, inmeye niyetiniz yok mu?” dedi. “Ben hazırım ya,” dedi Karl ona bakıp gülerek ve taşkınlıkla, güçlü de bir delikanlı olduğundan, bavulunu omzuna kaldırdı. Ama bastonunu hafifçe sallayarak diğerleriyle beraber uzaklaşmakta olan tanıdığına doğru baktığı sırada, kendi şemsiyesini aşağıda geminin içinde unutmuş olduğunu telaşla fark etti. Halinden pek memnun görünmeyen tanıdıktan, azıcık bavulunun başında bekleme inceliğini göstermesini bir çırpıda rica etti, geri dönerken yolu bulabilmek için etrafa şöyle bir göz gezdirdi ve aceleyle gitti. Aşağıda yolunu çok kısaltacak bir koridoru yazık ki ilk kez kapalı buldu, herhalde bütün yolcuların gemiden indirilmesiyle bağlantılıydı bu durum. Uç uca eklenen merdivenlerden, sürekli kıvrılıp duran koridorlardan, terk edilmiş bir yazı masasının bulunduğu boş bir odadan geçerek zorlu bir arayışa girişti; en sonunda gerçekten, buradan yalnızca bir-iki kere ve hep daha kalabalıkken geçmiş olduğu için, hepten yolunu kaybetti. Çaresizlik içinde, hiç kimseye rastlamadığından ve yalnızca ha bire binlerce insan ayağının sürtünmesi kulağına çarptığından ve uzaktan uzağa, hafif bir esinti gibi, artık durdurulan makinelerin son çalışmasını fark ettiğinden, etrafta dolandığı sırada karşısına çıkan ve önünde durup kaldığı rastgele bir küçük kapıya hiç düşünmeden vurmaya başladı.

“Kapı açık,” diye seslendi birisi içeriden ve Karl tam anlamıyla derin bir soluk alarak kapıyı açtı. “Niye öyle deli gibi vuruyorsunuz kapıya?” diye sordu iriyarı bir adam, Karl’a doğru düzgün bakmadan. Tepede bir yerdeki lombar deliğinden donuk, geminin yukarısında çoktan tüketilmiş bir ışık, içinde bir yatağın, bir dolabın, bir sandalyenin ve adamın dip dibe, yığılmış gibi durduğu acınacak haldeki kamaraya vuruyordu. “Yolumu kaybettim,” dedi Karl, “yolculuk sırasında hiç fark etmemiştim; ama acayip büyük bir gemiymiş.” “Evet, işte bunda haklısınız,” dedi adam hafif bir gururla ve küçük bir bavulun kilidini kurcalamaya devam etti; dilin deliğe girişini duymak için iki eliyle kilide bastırıp duruyordu. “İçeri gelsenize,” dedi adam, “dışarıda dikilmeyeceksiniz ya!” “Rahatsız etmeyeyim?” diye sordu Karl. “Ah, nasıl rahatsız edeceksiniz ki!” “Alman mısınız?” diye sorarak emin olmaya çalıştı Karl, özellikle İrlandalıların Amerika’ya yeni gelenler için tehlike oluşturduğunu çok duymuştu. “Öyleyim, öyleyim,” dedi adam. Karl hâlâ duraksıyordu. O sırada adam beklenmedik bir hareketle kapı kolunu tuttu ve hızla kapattığı kapıyla birlikte Karl’ı içeriye doğru çekti. “Koridordan bana bakılmasından hoşlanmıyorum,” diyerek yeniden bavulunun başına döndü adam, “her önüne gelen buradan geçerken içeri bakarsa işimiz var!” “Ama koridor bomboş,” dedi rahatsız biçimde karyola ayağına yapışmış duran Karl. “Evet, şimdi,” dedi adam. “Ben de şimdiyi kastediyorum zaten,” diye düşündü Karl, “bu adamla konuşmak zor.” “Yatağa uzanın, orada daha çok yer var,” dedi adam. Karl elinden geldiğince yatağa tırmandı ve bu sırada sıçramak için yaptığı ilk başarısız denemeye yüksek sesle güldü. Tam yatağa çıkmıştı ki, bağırdı: “Aman Tanrım, bavulumu tamamen unuttum!” “Nerede ki?” “Yukarıda güvertede, bir tanıdık göz kulak oluyor. Adı neydi bakayım?” Annesinin yolculuk için ceketinin astarına diktiği gizli cepten bir kartvizit çıkardı. “Butterbaum, Franz Butterbaum.” “Bavul size çok mu gerekli?” “Elbette.” “Peki, öyleyse neden yabancı birine verdiniz?” “Şemsiyemi aşağıda unuttum ve almak için koşturdum; ama bavulu yanımda sürüklemek istemedim. Sonra da burada yolumu kaybettim.” “Yalnız mısınız? Size eşlik eden kimse yok mu?” “Evet, yalnızım.” “Belki de bu adamın yanından ayrılmamalıyım,” diye geçti Karl’ın aklından, “daha iyi bir dostu nerede bulurum.” “Şimdi bavulu da kaybettiniz. Şemsiyenin lafını bile etmiyorum.” Adam sandalyeye oturdu, Karl’ın durumu biraz olsun ilgisini çekmiş gibiydi. “Ama bavulun henüz kaybolmadığına inanıyorum.” “İnanmak mutluluk verir,” dedi adam ve koyu renkli, kısa, gür saçlı başını sertçe kaşıdı, “gemideyken limanlarla birlikte âdetler de değişir. Hamburg’da sizin Butterbaum bavula belki göz kulak olurdu, buradaysa büyük olasılıkla ikisi de sırra kadem basmıştır.” “Ama o zaman hemen yukarıya bakmam gerek,” dedi Karl ve dışarı nasıl çıkabileceğini görmek için etrafına bakındı. “Kalın,” dedi adam ve bir eliyle onu göğsünden, düpedüz kaba bir hareketle, tekrar yatağa itti. “Nedenmiş o?” diye sordu Karl sinirli bir tavırla. “Çünkü anlamı yok,” dedi adam, “birazdan ben de gideceğim, beraber çıkarız. Bavul ya çalınmıştır, ki o zaman yapacak bir şey olmaz ya da adam onu bırakmıştır, o zaman da gemi tamamen boşalınca onu daha kolay buluruz. Şemsiyenizi de öyle.” “Geminin her yerini biliyor musunuz?” diye sordu Karl kuşkuyla, boş gemide eşyaların daha kolay bulunacağı düşüncesi normalde inandırıcı gelse de, ona üstü kapalı bir tuzak gibi göründü. “Ben geminin ateşçisiyim,” dedi adam. “Geminin ateşçisi ha!” diye bağırdı Karl sevinçle, bütün beklentilerinin üzerindeydi sanki bu. Dirseğine yaslanıp adamı daha yakından inceledi. “O Slovak’la birlikte kaldığım odanın tam önünde bir lombar deliği bulunuyordu, içinden makine dairesi görülebiliyordu.” “Evet, orada çalıştım ben,” dedi Ateşçi. “Teknik konulara her zaman ilgi duymuşumdur,” dedi belirli bir düşünce akışında kalan Karl, “ve Amerika’ya gelmek zorunda kalmasaydım, ileride mutlaka mühendis olurdum.” “Neden gelmek zorunda kaldınız ki?” “Boş verin!” dedi Karl bütün hikâyeyi elinin tersiyle bir kenara itermiş gibi yaparak. Bu sırada gülümseyerek Ateşçi’ye baktı, itiraf etmediği için kendisine anlayış göstermesini rica ediyordu sanki. “Bir nedeni vardır,” dedi Ateşçi, bu nedenin anlatılmasını mı istiyor, yoksa buna karşı mı çıkıyor, belli değildi. “Şimdi ben de ateşçi olabilirim,” dedi Karl, “ne olacağım annemle babamın umurunda bile değil.” “Benim yerim boşalacak,” dedi Ateşçi, kendinden emin bir tavırla ellerini pantolon ceplerine soktu ve kırışmış, köseleye dönmüş, demir grisi pantolonunun içindeki bacaklarını germek için yatağa uzattı. Karl biraz daha duvara yanaşmak zorunda kaldı. “Gemiden ayrılıyor musunuz?” “Evet, bugün çekip gidiyorum.” “Neden ki? Hoşunuza gitmedi mi?” “Evet, koşullar bu, insanın hoşuna gidip gitmemesi fark etmiyor. Ayrıca haklısınız, hoşuma da gitmiyor. Herhalde ateşçi olmayı ciddi ciddi düşünmüyorsunuz; ama tam da o zaman kolayca ateşçi olunur. Yani size kesinlikle önermiyorum. Madem Avrupa’dayken okumak istiyordunuz, burada neden istemiyorsunuz ki? Amerikan üniversiteleri, Avrupa’dakilerden daha iyi, kıyas kabul etmez.” “Olabilir,” dedi Karl, “ama okuyacak param yok. Gerçi bir yerlerde gözüme çarpmıştı, gündüzleri bir dükkânda çalışıp geceleri okuyan biri doktor ve sanırım belediye başkanı olmuş; ama bu da büyük azim ister, değil mi? Korkarım, o bende yok. Ayrıca pek de iyi bir öğrenci sayılmazdım, okula veda etmek bana gerçekten zor gelmemişti. Hem buradaki okullar belki daha sıkıdır. İngilizcem hemen hemen hiç yok. Üstelik burada yabancılara karşı önyargılılar sanırım.” “Bunu da mı anladınız? Eh, iyi öyleyse. O zaman benim adamımsınız. Bakın, bir Alman gemisindeyiz, Hamburg-Amerika hattında çalışıyor, neden burada hepimiz Alman değiliz? Neden başmakinist Rumen? Adı Schubal. İnanılır gibi değil. Ve bu rezil herif bir Alman gemisinde biz Almanların canını çıkarıyor! Sanmayın ki…” –nefesi kesildi, elini salladı– “yakınmış olmak için yakınıyorum. Biliyorum, sizin elinizden bir şey gelmez, kendiniz de zavallı bir çocuksunuz. Ama bu kadarı da fazla!” Masaya birkaç kez yumruğunu indirdi, indirirken de yumruğundan gözünü ayırmadı. “Bir sürü gemide görev yaptım…” –arka arkaya yirmi gemi adını tek bir sözcükmüş gibi sıraladı, Karl’ın kafası karmakarışık oldu– “kendimi gösterdim, övgüler aldım, kaptanlarımın beğendiği bir işçiydim, hatta aynı ticaret gemisinde birkaç yıl kaldığım da oldu…” –bu, yaşamının dönüm noktasıymışçasına ayağa kalktı– “ve her şeyin inceden inceye hesaplanmış olduğu, şaka bile yapılmayan bu kutuda hiçbir işe yaramıyorum, hep Schubal’ın yoluna çıkıyorum, tembelin tekiyim, kovulmayı hak ediyorum, yevmiyemi, lütufmuş gibi veriyorlar. Bunu anlıyor musunuz? Ben anlamıyorum.” “Size bunu yapmalarına izin veremezsiniz,” dedi Karl heyecanla. Bir geminin sallantılı zemininde, yabancı bir kıtanın sahilinde durduğunu neredeyse hissetmiyordu artık, burada Ateşçi’nin yatağında o derece evinde gibiydi. “Kaptana çıktınız mı? Onun karşısında hakkınızı aradınız mı?” “Ah gidin, gidin artık. Sizi burada istemiyorum. Söylediğimi dinlemiyorsunuz ve bana nasihat veriyorsunuz. Kaptana nasıl çıkayım!” Bitkin düşen Ateşçi tekrar oturdu ve yüzünü iki elinin arasına aldı.

“Ona daha iyi bir öneride bulunamam,” dedi Karl kendi kendine. Burada durup nasihatler, hem de aptalca bulunan nasihatler vereceğine, gidip bavulunu getirmenin daha iyi olacağını düşündü. Babası bavulu onun olsun diye verirken şakayla karışık sormuştu: “Bakalım ne kadar tutacaksın elinde?” Ve şimdi bu sadık bavul belki de ciddi ciddi kaybolmuştu. Tek avuntusu, babasının sorup soruştursa da bavulun şimdiki durumunu öğrenemeyecek oluşuydu. Gemi acentesi bavulun New York’a kadar geldiğini söyleyebilirdi yalnızca. Ama Karl bavuldaki pek kullanılmamış eşyalara acıdı, örneğin gömleğini çoktan değiştirmiş olması gerekirdi. Demek ki yanlış yerde tutumluluk etmişti; şimdi, tam da kariyerinin başında temiz giysilerle ortaya çıkması gerekirken, pis gömlekle görünmek durumunda kalacaktı. Yoksa bavulun kaybolması o kadar da kötü sayılmazdı, çünkü üzerindeki takım elbise bavuldakinden daha bile iyiydi; bavuldakini aslında acil durumlar için almış, yola çıkmasından hemen önce annesi onu elden geçirmek zorunda kalmıştı. Şimdi hatırladığı kadarıyla, bavulda bir parça Verona salamı da vardı; annesi onu fazladan koymuş, kendisiyse yalnızca küçük bir parçasını yiyebilmişti, çünkü yolculuk boyunca iştahı kapanmış, ara güvertede dağıtılan çorba da haydi haydi yetmişti. Ama şimdi, Ateşçi’ye ikram etmek için salamın elinin altında olmasını isterdi. Çünkü böyle insanları küçük bir şey vererek kazanmak kolaydı, Karl bunu babasından biliyordu; babası iş ilişkisi içinde olduğu düşük mevkideki memurların hepsini puro dağıtarak kazanırdı. Şimdiyse Karl’ın hediye edebileceği bir tek parası kalmıştı; buna da, bavulunu kaybetmiş olabileceği gerekçesiyle, şimdilik dokunmak istemiyordu. Kafası yeniden bavula takıldı; madem bavulun peşini bu kadar kolay bırakacaktı, neden yolculuk sırasında pür dikkat başında nöbet beklemiş, bu nöbet yüzünden neredeyse uykusunu feda etmişti, şimdi bunu gerçekten anlayamıyordu. İki yatak solunda yatan ufak tefek bir Slovak’tan, bavulunu gözüne kestirdi diye sürekli kuşkulandığı beş geceyi hatırladı. Bu Slovak, Karl’ın en sonunda yorgunluktan bir an içinin geçmesini tetikte beklemişti, ki böylece gün boyunca boyuna oynadığı ya da alıştırma yaptığı uzun çubukla bavulu kendine doğru çekebilsin. Gün içinde bu Slovak son derece masum görünüyordu; ama gece olunca zaman zaman döşeğinde doğruluyor ve Karl’ın bavuluna hüzünlü bir ifadeyle bakıyordu. Karl bunu gayet net görebiliyordu, çünkü göçmen olmanın verdiği huzursuzlukla gemi yönetimince yasaklanmasına karşın, küçük bir ışık yakıp göçmen bürolarının anlaşılmaz broşürlerini çözmeye çalışan birileri oluyordu hep. Yakında böyle bir ışık varsa Karl biraz uyuklayabiliyordu; ama ışık uzaktaysa ya da ortalık karanlıksa, gözlerini açık tutması gerekiyordu. Bu çaba onu iyice bitkin düşürmüştü, üstelik şimdi belki de tamamen boşa gitmişti. Şu Butterbaum yok mu, onu bir eline geçirebilseydi!

Derken dışarıda uzaktan o âna kadarki deliksiz sessizliğin içine küçük, kısa vuruşlar çalındı, tıpkı çocukların ayak sesleri gibi; şiddetlenerek yaklaştılar, şimdiyse bir grup erkeğin sakin yürüyüşüydü. Belli ki tek sıra halinde ilerliyorlardı, dar koridorda normaldi bu. Şakırtılar duyuldu, silah sesleriydi sanki. Yatakta bavul ve Slovak’la ilgili tüm kaygılarından kurtulmuş, uykuya dalmak üzere olan Karl yerinden sıçradı ve Ateşçi’nin dikkatini çekmek için onu dürttü, çünkü alayın başı kapıya ulaşmış gibiydi. “Gemi bandosu bu,” dedi Ateşçi, “yukarıda çaldılar, şimdi de eşyalarını toplamaya gidiyorlar. Artık her şey hazır, gidebiliriz. Gelin!” Karl’ı elinden tuttu, son anda yatağın üzerindeki duvardan çerçeveli bir Meryem Ana resmini aldı, ceketinin iç cebine sokuşturdu, bavulunu aldı ve Karl’la birlikte aceleyle kamaradan çıktı.

“Şimdi ofise gidip beylere fikrimi söyleyeceğim. Artık yolcu kalmadı, çekinecek bir şey yok.” Ateşçi bunu çeşitli biçimlerde tekrarladı ve yürürken ayağını yana atarak, yolun karşı tarafına geçmekte olan bir sıçanı ezmek istedi; ama onu tam zamanında ulaştığı deliğin içine daha hızlı itmiş oldu ancak. Genel olarak yavaş hareket ediyordu, çünkü bacakları uzun olmakla birlikte hantaldı.

Mutfağın bir bölümünden geçtiler; pis önlükler takmış birkaç kız –önlükleri bilerek ıslatıyorlardı– büyük teknelerde bulaşık yıkıyordu. Ateşçi, Line diye bir kızı yanına çağırdı, kolunu onun beline doladı ve şuh bir havayla koluna yaslanıp duran kızı bir-iki adım beraberinde götürdü. “Şimdi paramı alacağım, benimle gelmek istiyor musun?” diye sordu. “Ben niye uğraşayım ki, iyisi mi sen parayı bana getir,” diye cevap verdi kız, Ateşçi’nin kolunun altından sıyrılıp kurtuldu. “Bu yakışıklı oğlanı nerede düşürdün ağına?” diye seslendi, ama yanıt beklemedi. İşlerini yarıda bırakan bütün kızların güldüğü duyuldu.

Yollarına devam edip bir kapıya geldiler, küçük, altın kaplama kadın heykellerinin taşıdığı küçük bir saçak vardı yukarıda. Bir geminin iç düzeni için savurganlıktı doğrusu. Karl bu civara hiç gelmemiş olduğunu fark etti, herhalde burası yolculuk sırasında birinci ve ikinci mevki yolculara ayrılmışken şimdi büyük gemi temizliğinden önce ara kapılar kaldırılmıştı. Gerçekten de, omzunda süpürge taşıyan ve Ateşçi’yi selamlayan birkaç adama rastlamışlardı. Karl bu hummalı çalışmaya şaşırdı, ara güvertede haliyle pek haberi olmamıştı bundan. Koridorlar boyunca elektrik kabloları da uzanıyor, sürekli küçük bir kampana duyuluyordu.

Ateşçi saygıyla kapıya vurdu ve, “Girin!” diye seslenilince, hiç çekinmeden içeri girsin diye Karl’ı bir el hareketiyle buyur etti. Karl da girdi; ama kapıda durdu. Odanın iç penceresinden denizin dalgalarını görüyordu, onların kıpır kıpır edişini seyredince beş gündür hiç durmadan denizi görmemiş gibi yüreği çarptı. Büyük gemilerin karşılıklı yolları kesişiyordu ve ancak ağırlıklarının elverdiği ölçüde dalgalara bırakıyorlardı kendilerini. İnsan gözlerini kısınca, bu gemiler aşırı ağırlıktan yalpalıyor gibi görünüyordu. Direklerinde dar ama uzun flamalar vardı, bunlar yolculuk boyunca geriliyor ama yine de sağa sola dalgalanıyordu. Savaş gemilerinden olsa gerek, top atılarak selam veriliyordu; pek de uzaktan geçmeyen böyle bir geminin top namluları, çelik kaplamalarının yansımasıyla parlayarak geminin kendinden emin, kayar gibi, yine de yana yatmış gidişiyle okşanıyordu sanki. Küçük gemilerle teknelerin filolar halinde büyük gemilerin arasındaki boşluklara girmesi, en azından kapıdan bakıldığında, ancak uzaktan gözlenebiliyordu. Ama hepsinin arkasında New York duruyor ve gökdelenlerinin yüz binlerce penceresinden Karl’a bakıyordu. Evet, insan nerede olduğunu bu odada anlıyordu.

Yuvarlak bir masada üç bey oturuyordu, biri mavi gemici üniformasıyla bir gemi subayı, diğer ikisi siyah Amerikan üniformalarıyla liman idaresi memurları. Masada üst üste yığılmış çeşitli belgeler vardı, önce subay elinde kalemle bunları gözden geçiriyor, sonra diğer ikisine uzatıyordu, onlar da bazen okuyorlar, bazen özetliyorlar, bazen de evrak çantasına koyuyorlardı; neredeyse hiç durmadan dişleriyle hafif bir ses çıkaran memur, tutanak için meslektaşına bir şeyler de yazdırıyordu.

Pencerenin önündeki bir yazı masasının başında sırtı kapıya dönük halde, daha ufak tefek bir bey oturuyordu; önünde, baş hizasındaki sağlam bir kitap rafında yan yana dizilmiş büyük kitaplarla uğraşıyordu. Yanında açık, en azından ilk bakışta boş görünen bir kasa duruyordu.

İkinci pencerenin önü boştu ve dışarısı en iyi buradan görülüyordu. Üçüncünün yakınında ise iki bey alçak sesle konuşmaya dalmıştı. Biri pencerenin yanına yaslanmıştı, onun da üstünde gemici üniforması vardı ve kılıcının sapıyla oynuyordu. Konuştuğu kişi pencereye dönüktü ve arada sırada hareket edip diğerinin göğsündeki nişanların bir bölümünün görünmesini sağlıyordu. Sivil giysiliydi ve ince bir bambu bastonu vardı; iki elini kalçalarına dayamış olduğundan, baston da kılıç gibi eğik duruyordu.

Karl her şeye bakacak zaman bulamadı, çünkü az sonra bir kamarot onlara doğru gelip tek bir bakışla Ateşçi’ye, sanki buraya ait değilmiş gibi, ne istediğini sordu. Kendisine nasıl sorulduysa, o da aynı şekilde alçak sesle yanıt veren Ateşçi, Başveznedar’la konuşmak istediğini söyledi. Kamarot kendi hesabına bir el hareketiyle bu ricayı geri çevirdi; ama yine de parmak uçlarında, yuvarlak masanın çevresinden geniş bir yay çizerek kitaplarla uğraşan beyin yanına gitti. Bu bey –açıkça görülüyordu– kamarotun sözleri karşısında sanki donakaldı; ama onunla konuşmak isteyen adama sonunda döndü ve hararetle karşı koyarak Ateşçi’ye ve ne olur ne olmaz diye kamarota da el kol hareketleri yaptı. Bunun üzerine kamarot tekrar Ateşçi’ye döndü ve ona bir sır veriyormuş gibi bir ses tonuyla, “Hemen defolup gidin!” dedi.

Ateşçi bu yanıtın üzerine dönüp sanki o sessizce yakındığı yüreğiymiş gibi, Karl’a baktı. Karl daha fazla düşünmeden kendini kurtardı, odayı bir uçtan öbür uca kat etti, hatta hafifçe subayın sandalyesine sürttü. Kamarot öne eğilip sanki bir haşarat avlıyormuş gibi onu yakalamak için kollarını açarak koşturdu ama Başveznedar’ın masasına ilk varan Karl’dı; kamarot onu çekmeye çalışırsa diye masaya sıkı sıkı tutundu.

Haliyle o da ânında hareketlendi. Masanın başındaki gemi subayı ayağa fırladı, liman idaresinden beyler sakin ama dikkatle izliyorlardı, pencerenin önündeki iki bey birbirine yaklaşmıştı, beyefendiler konuyla ilgilenince kendisine orada yer kalmadığına inanan kamarot geri çekildi. Kapıda duran Ateşçi, yardımına gerek duyulacak ânı heyecanla bekliyordu. Başveznedar sonunda sandalyesini geniş bir açıyla sağa çevirdi.

Karl, bu insanlara göstermekten çekinmediği gizli cebini karıştırıp pasaportunu çıkardı, kendini tanıtmak yerine onu açıp masaya koydu. Başveznedara göre bu pasaport kayda değer bir şey değil gibiydi, çünkü onu iki parmağıyla tutup kenara koydu; bunun üzerine Karl, sanki bu formalite memnuniyetle yerine getirilmiş gibi, pasaportunu tekrar cebine soktu.

“İzninizle şunu söyleyeyim,” diye söze başladı, “bence Ateşçi Bey’e haksızlık yapıldı. Burada Schubal diye biri var, onun hakkını yiyor. Ateşçi, size adlarını sayabileceği birçok gemide çalışmış, hizmetlerinden son derece memnun kalınmıştır, çalışkandır, işini iyi yapar; örneğin ticaret gemilerindeki kadar ağır bir işin olmadığı bu gemiye neden uyum sağlayamasın ki, bu anlaşılır şey değil. Dolayısıyla bu, onun mesleğinde ilerlemesini ve takdir görmesini engelleyen bir iftira olabilir ancak, yoksa mutlaka takdir edilirdi. Ben bu konuyu yalnızca genel hatlarıyla dile getirdim, özel şikâyetlerini size kendisi sunacaktır.” Karl bu konuşmayı bütün beylere hitaben yapmıştı, gerçekten de hepsi dinledi; aralarından adil birinin çıkması, bu adil kişinin Başveznedar’ın ta kendisi olmasından çok daha olası görünüyordu. Ayrıca Karl, kurnazlık edip Ateşçi’yi kısa bir süredir tanıdığını saklamıştı. Üstelik şimdi durduğu yerden ilk kez gördüğü bambu bastonlu beyin kırmızı yüzü dikkatini dağıtmasaydı, çok daha iyi konuşurdu.

Daha kimse kendisine soru sormadan, hatta kimse ondan yana bile bakmadan, “Hepsi kelimesi kelimesine doğru,” dedi Ateşçi. Şimdi Karl’ın kafasına dank ettiği gibi, herhalde kaptan olan göğsü nişanlı bey, belli ki Ateşçi’yi dinlemeye karar vermişti, yoksa Ateşçi’nin bu aceleciliği büyük bir hata olurdu. Nitekim adam elini uzatıp Ateşçi’ye seslendi: “Buraya gelin!” Bir çekiçle üzerine vurulacak kadar tok bir sesti bu. Şimdi her şey Ateşçi’nin tavrına bağlıydı, çünkü Karl onun davasının haklılığından kuşku duymuyordu.

Neyse ki bu fırsatla, Ateşçi’nin dünyanın dört bir yanını görmüş olduğu ortaya çıktı. Son derece sakin bir şekilde büyük bavulundan ilk hamlede bir tomar kâğıt ve bir not defteri çıkardı; söylemeye bile gerek yokmuş gibi, Başveznedar’ı tamamen görmezden gelerek, Kaptan’ın yanına gitti ve kanıtlarını pencere pervazının üzerine yaydı. Başveznedar için oraya kadar zahmet etmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. “Adam geçimsizin teki, onu herkes tanır,” diye açıkladı, “makine dairesinden çok kasanın başındadır, Schubal’ı, o sakin adamı, zıvanadan çıkardı. Buraya bakın,” diyerek Ateşçi’ye döndü, “şımarıklığın bu kadarı da fazla artık! Ödeme yapılan odalardan kaç kere kovuldunuz, istisnasız hepsi tamamen haksız olan isteklerinizle bunu hak ettiniz! Kaç kere soluğu ana kasada aldınız! Schubal’ın doğrudan amiriniz olduğu, onun emrindeki biri olarak işinizi bir tek onunla görmeniz gerektiği size kaç kere güzellikle söylendi. Şimdiyse Kaptan Bey buradayken kalkıp buraya geliyorsunuz, onu bile rahatsız etmeye utanmıyorsunuz. Üstüne üstlük saçma sapan suçlamalarınızın öğretilmiş sözcüsü olarak, gemide şimdiye dek ilk kez gördüğüm bu ufaklığı yanınızda getirme cüretinde bulunuyorsunuz!”

Karl öne atılmamak için kendini zor tuttu. Ama Kaptan devreye girmişti bile, şöyle dedi: “Adamı bir kez olsun dinleyelim. Schubal zaten zamanla aklına eseni yapar oldu; ama bununla sizin lehinizde konuşmuş olmak istemem.” Son söylediği Ateşçi’ye yönelikti, hemen onun tarafını tutamayacağı gayet doğaldı; ama her şey yolunda görünüyordu. Ateşçi açıklamaya girişti ve daha en baştan kendini tutarak Schubal’dan “Herr” sıfatıyla söz etti. Başveznedar’ın kalktığı yazı masasının başındaki Karl öyle sevinçliydi ki, sevincinden bir mektup tartısına bastırıp duruyordu. –Herr Schubal adil değil! Herr Schubal yabancıları kayırıyor! Herr Schubal, Ateşçi’yi makine dairesinden kovup ona tuvaletleri temizletti, ki bu kesinlikle ateşçinin işi değildi!– Hatta bir ara Herr Schubal’ın yeteneği kuşkuyla karşılandı, görünüşte gerçekten yetenekliymiş gibi yapıyordu. Bu noktada Karl var gücüyle gözünü Kaptan’a dikti, gözünü kırpmadı bile; sanki Kaptan onun meslektaşıydı da, Ateşçi’nin biraz beceriksiz ifade tarzı yüzünden etki altında kalıp ona karşı tavır almasın istiyordu. Yine de bir sürü konuşmadan belirli bir şey çıkmadı ve Kaptan, gözlerinde Ateşçi’yi bu kez sonuna dek dinleyeceğine yönelik kararlılıkla hâlâ önüne baksa da, diğer beyler sabırsızlanmaya başladılar, Ateşçi’nin sesi de çok geçmeden odadaki mutlak egemenliğini yitirdi, bu da biraz korkutucuydu. İlk olarak sivil giyimli bey, bambu bastonunu kullanarak parke döşeme üzerine usulca vurdu. Diğer beyler ara sıra bir göz atıyorlardı tabii, belli ki acelesi olan liman idaresi memurları yeniden dosyalara sarıldılar ve akılları başka yerde olsa da, onları gözden geçirmeye başladılar, gemi subayı masasını yeniden yaklaştırdı, oyunu kazandığını sanan Başveznedar da alay edercesine derin bir iç geçirdi. Genel olarak dikkatin dağılmış olmasından yalnızca kamarot etkilenmemiş gibiydi, büyüklerin karşısında ezilmiş zavallı adamın acılarının bir kısmını paylaşıyor ve bir şey açıklamak istercesine Karl’a ciddi bir tavırla başını sallıyordu.

Bu arada pencerelerin önünde liman yaşamı devam ediyordu; yuvarlanmadığına göre çok iyi yerleştirilmiş olan, dağ gibi fıçılarla dolu yayvan bir yük gemisi geçti ve odayı neredeyse kararttı; zaman olsa Karl’ın iyice bakabileceği küçük, motorlu tekneler, dümen başında dimdik duran bir adamın ani el hareketleriyle dosdoğru basıp gidiyordu! Yüzen garip nesneler arada sırada çırpıntılı sudan kendiliğinden çıkıyor, hemen yine suya gömülüyor ve şaşkınlık dolu bakışlar karşısında batıyordu; becerikli tayfaların küreklere asılmasıyla ilerleyen transatlantik filikaları yolcularla tıka basa doluydu, sessizce ve beklentiyle oturuyorlarsa da, arada bazıları başlarını çevirip çevrelerinde değişen sahnelere bakmadan duramıyorlardı. Bitmek bilmez bir hareketlilik, çevredeki telaşlı havadan çaresiz insanlara ve eylemlerine bulaşan bir telaş!

Her şey insanı aceleye, açıklığa, kesin biçimde ifade etmeye itiyordu; ama Ateşçi ne yapıyordu? Kendini anlatırken ter içinde kalmıştı, penceredeki kâğıtları titreyen elleriyle çoktandır tutamıyordu; göğün her yanından, üzerine Schubal hakkında şikâyetler yağıyordu, ona göre bunlardan her biri bu Schubal denen adamın icabına bakmaya yeterdi; ama Kaptan’a gösterebildiği tek şey, hepsinin acınası bir karmaşasıydı. Bambu bastonlu bey çoktandır tavana doğru hafiften bir ıslık tutturmuştu; liman idaresinden beyler artık subayı kendi masalarında tutuyorlardı, bir daha da bırakacak gibi değillerdi; Başveznedar’ın araya girmesini belli ki yalnızca Kaptan’ın sakinliği engelliyordu; kamarot, kaptanından Ateşçi hakkında her an gelebilecek emri hazır olda bekliyordu.

Bunun üzerine Karl artık bir şey yapmadan duramadı. Yavaşça gruba doğru ilerledi, giderken de duruma olabildiğince ustalıkla nasıl el koyabileceğini çabucak düşündü. Gerçekten tam zamanıydı, birazcık daha geçse ikisi de pekâlâ ofisten atılabilirdi. Kaptan iyi bir adama benziyordu ve Karl’a öyle geliyordu ki, üstüne üstlük tam da şimdi kendini adil bir amir olarak göstermek için özel bir nedeni vardı; ama sonuçta nereye çeksen oraya gidecek bir adam değildi – Ateşçi ise kuşkusuz içindeki bitmek bilmez öfkeden dolayı, tam da böyle davranıyordu ona.

Karl, Ateşçi’ye şöyle dedi: “Bunu daha basit, daha açık anlatmalısınız, bu anlattığımız biçimiyle Kaptan Bey bir değerlendirme yapamaz. Bütün çarkçıları ve miçoları adlarıyla, hele de soyadlarıyla tanıyor mu ki, böyle bir adı andığınızda kim olduğunu hemen anlayabilsin? Şikâyetlerinizi bir düzene koyun, en önemlisini ilk önce, diğerlerini de yukarıdan aşağı inerek söyleyin, belki o zaman birçoğuna değinmeye de gerek kalmayacaktır. Bana her zaman açık seçik anlatmışsınızdır!” “Amerika’da bavul çalınabildiğine göre, ara sıra yalan da söylenebilir,” diye düşündü özür olarak.

Keşke işe yarasaydı! Zaten artık çok geç değil miydi? Tanıdık sesi duyduğunda Ateşçi hemen konuşmayı kesti; ama incinmiş erkeklik onurunun, korkunç anıların, şu an içinde bulunduğu güç durumun yaşlarla doldurduğu gözleriyle, Karl’ı doğru düzgün seçemedi bile. Nasıl seçseydi ki – Karl bunu, susan adamın karşısında susarak anlıyordu. Konuşma tarzını şimdi birdenbire nasıl değiştirseydi; çünkü ona öyle geliyordu ki, söylenecek her şeyi, en ufak bir kabul görmeden, dile getirmişti. Öte yandan, daha hiçbir şey söylememişti sanki ve şimdi beylerden her şeyi dinlemelerini bekleyemezdi. Böyle bir noktada da onun tek taraftarı Karl öne çıkmış, ona iyi öğütler vermek istemişti; ama bunun yerine her şeyin, her şeyin kaybedildiğini göstermişti.

“Keşke pencereden dışarı bakacağıma daha önce gelseydim!” dedi Karl kendi kendine, Ateşçi’nin karşısında başını eğdi ve bütün umutların tükendiğini göstermek için ellerini pantolon dikişlerine vurdu.

Ama Ateşçi bunu yanlış anladı, herhalde Karl’ın kendisini gizliden gizliye suçladığını sandı, onu bundan vazgeçirmek için de iyi niyetle, yaptıklarına tuz biber ekerek, Karl’la tartışmaya başladı. Yuvarlak masanın başındaki beyler, önemli işlerini bölen bu kuru gürültü yüzünden şimdiden öfkelenmişlerdi; Başveznedar yavaş yavaş Kaptan’ın sabrını anlaşılmaz bulmaya başlamıştı ve patlamaya hazır görünüyordu; yine tamamen efendilerinin dümen suyuna giren kamarot, Ateşçi’ye pis pis bakıyordu; son olarak, Kaptan’ın bile ara sıra dostça bir bakış fırlattığı bambu bastonlu bey, Ateşçi’yi tamamen boş vererek, hatta ondan tiksinerek, küçük bir not defteri çıkardı ve belli ki bambaşka konularla meşgul halde, bir not defterine bir Karl’a bakmaya başladı.

Ateşçinin şimdi ona yönelmiş olan söz tufanına karşı koymakta zorlanan ama yine de bütün tartışma boyunca dostça bir gülümsemeyi Ateşçi’ye çok görmeyen Karl, “Biliyorum,” dedi, “haklısınız, haklısınız, bundan hiç kuşku duymadım.” Darbe yeme korkusundan, Ateşçi’nin ikide bir oynattığı ellerini tutmayı isterdi, onu bir köşeye sıkıştırmayı ve başka kimsenin duyamayacağı yatıştırıcı birkaç söz fısıldamayı kuşkusuz daha çok isterdi. Ama Ateşçi zıvanadan çıkmıştı. Karl şimdi kafasında bir tür avuntu yaratmaya bile başladı: Başka çare kalmazsa Ateşçi, ümitsizlikten kaynaklanan güçle, burada bulunan yedi adamın birden hakkından gelebilirdi. Gelgelelim yazı masasında, bir bakışta görüldüğü gibi, bir sürü elektrik düğmesiyle dolu bir panel vardı; ve onlara basan bir el, düşmanca insanlarla dolu koridorlarıyla bütün gemiyi ayağa kaldırabilirdi.

O sırada, olanlarla ilgilenmeyen bambu bastonlu bey, Karl’a doğru ilerledi ve fazla yüksek sesle değil; ama Ateşçi’nin bütün o bağırtısı arasında açıkça anlaşılır biçimde, “Sizin adınız ne bakalım?” diye sordu. O anda, sanki biri kapının arkasında beyin bu sorusunu beklemiş gibi, kapıya vuruldu. Kamarot, Kaptan’a baktı, Kaptan da başını salladı. Bunun üzerine kamarot gidip kapıyı açtı. Dışarıda orta boylu bir adam duruyordu, üzerinde imparatorluk stili eski bir ceket vardı, görünüşüne bakılırsa makine başında çalışmaya uygun değildi aslında; ama yine de – Schubal’dı. Karl, bunu Kaptan’ın bile kusur kalmadığı belirgin bir hoşnutluk ifadesi içeren tüm gözlerden anlamasa bile, Ateşçi’ye bakınca dehşet içinde anlamalıydı: Ateşçi, kollarını gerip ellerini öyle bir yumruk yapmıştı ki, sanki bu yumruklar, hayatta sahip olduğu her şeyi feda etmeye hazır olduğu en önemli şeydi. Tüm gücü, onu ayakta tutan güç de, şimdi o yumruklarda saklıydı.

İşte düşman karşılarındaydı, resmî kıyafet içinde çakı gibi, kolunun altında işle ilgili bir defter, herhalde Ateşçi’nin ücret bordrosu ve çalışma belgeleri. Öncelikle her birinin ruh halini anlamak istediğini çekinmeden belli ederek hepsinin gözlerinin içine sırayla baktı. Yedi kişinin hepsi de arkadaşlarıydı, çünkü Kaptan’ın önceden ona karşı birtakım itirazları olmuşsa ya da belki yalnızca olmuş gibi yapmışsa bile, Ateşçi’nin ona çektirdiği sıkıntıdan sonra Schubal’a karşı söyleyecek en ufak bir şey bulamıyor gibiydi. Ateşçi gibi bir adama ne kadar sert davranılsa azdı; Schubal’ın da eleştirilecek bir yanı varsa o da şuydu: Ateşçinin dik başlılığını zaman içinde kırabilmiş olsaydı, bu adam bugün Kaptan’ın karşısına çıkmaya cesaret edemezdi.

Ancak, Ateşçi ile Schubal’ın karşı karşıya gelmesinin, daha yüce bir forumun bu karşılaşmaya kattığı etkiyi insanların karşısında da göstereceği kabul edilebilirdi belki, çünkü Schubal kendini olduğundan farklı göstermeyi iyi becerse de, buna sonuna kadar katlanamazdı herhalde. Kötülüğünün bir an şimşek gibi çakması, onu beyler için görünür kılmaya yetecekti, Karl bunun olmasını sağlayacaktı. Tek tek beylerin keskin zekâsını, zayıflıklarını, kaprislerini aşağı yukarı biliyordu artık; bu açıdan bakıldığında şimdiye dek burada geçirilen zaman boşa gitmemişti. Keşke Ateşçi, hodri meydan, diyebilmiş olsaydı; ama savaşmaktan tamamen aciz görünüyordu. Schubal’ı ona verselerdi, nefret ettiği kafatasını yumruklarıyla ezebilirdi. Ama ona birkaç adım yaklaşmak elinden gelmiyor gibiydi. Karl bu kadar kolay öngörülebilecek bir şeyi, Schubal’ın kendi kendine olmasa bile Kaptan’ın çağrısıyla nihayet geleceğini, neden öngörmemişti ki? Gerçekte yaptıkları gibi son derece hazırlıksız bir biçimde bir kapıdan içeri dalmak yerine, neden buraya gelirken Ateşçi’yle birlikte kesin bir savaş planı belirlememişti? O zaman Ateşçi konuşabilir miydi, kuşkusuz ancak en uygun durumda yapılan çapraz sorgulamada gerekli olacağı gibi evet ve hayır diyebilir miydi? Orada öylece duruyordu, bacaklarını ayırmış, dizleri titrek, başını biraz kaldırmış ve hava açık ağzından girip çıkıyordu, sanki içeride onu işleyecek akciğerler kalmamış gibi.

Karl, belki de yurdunda hiç hissetmediği kadar güçlü ve aklı başında hissediyordu kendini gerçekten. Onun yabancı ülkede saygın kişiliklerin karşısında iyi uğruna nasıl savaştığını ve daha zafere ulaşamamış olsa da, son kuşatma için nasıl tam anlamıyla hazır olduğunu annesiyle babası görebilseydi keşke! Onunla ilgili görüşlerini tekrar gözden geçirirler miydi? Onu aralarına oturtup överler miydi? Onlara böylesine sadık olan gözlerinin içine bir kez, bir kez olsun bakarlar mıydı? Kuşkulu sorular ve onları sormak için en uygunsuz an!

“Sanırım Ateşçi beni alçakça hareketlerde bulunmakla suçlamış, onun için geldim. Mutfaktaki bir kız, onu buraya gelirken gördüğünü söyledi. Kaptan Bey ve siz beyler, her türlü suçlamayı elimin altındaki yazılarla, gerekirse kapının önündeki önyargısız ve etki altında kalmamış tanıkların ifadeleriyle çürütmeye hazırım.” Böyle konuştu Schubal. Hiç kuşkusuz dobra konuşmuştu ve dinleyicilerin yüz ifadelerindeki değişime bakılırsa uzun zaman sonra ilk kez yeniden insan sesi duydukları sanılabilirdi. Bu güzel konuşmada bile boşluklar olduğunu fark etmediler elbette. Konuyla ilgili olarak Schubal’ın aklına gelen ilk söz neden “alçakça hareketler”di? Ulusla ilgili önyargıları yerine suçlamanın buradan yola çıkması gerekmez miydi acaba? Mutfaktaki bir kız, Ateşçi’yi ofise gelirken görmüş, Schubal da durumu hemen kavramış mıydı? Onun zekâsını bileyen, suçluluk bilinci değil miydi? Tanıkları da hemen yanında getirmişti, üstelik onların önyargısız ve etki altında kalmamış olduklarını söylüyordu, öyle mi? Düzenbazlık, düzenbazlıktan başka bir şey değil! Beyler de buna katlanıyor ve bir de doğru davranış olarak onaylıyorlardı demek? Mutfaktaki kızın haber vermesi ile kendisinin buraya gelmesi arasında neden bu kadar çok zaman geçmesine izin vermişti? Herhalde burada amacı, Ateşçi’nin beyleri yorması, böylece onların kesin yargı güçlerini yavaş yavaş kaybetmeleriydi; Schubal özellikle bu güçten korkuyordu. Mutlaka uzun süre kapının arkasında durmuş olan Schubal, o beyin konuyla ilgisiz sorusu üzerine Ateşçi’nin işinin bittiğini umduğu an kapıya vurmamış mıydı?

Her şey açıktı, Schubal da bunu istemeden de olsa açığa vurmuştu; ama beylere başka türlü, daha elle tutulur bir biçimde gösterilmeliydi. Onları sarsarak uyandırmak gerekiyordu. Öyleyse Karl, çabuk, tanıklar ortaya çıkıp da her şeyi mahvetmeden hiç olmazsa zamanı değerlendir!

Ama tam o sırada Kaptan bir el hareketiyle Schubal’ı geri çevirdi, o da bunun üzerine hemen –çünkü işi bir süreliğine ertelenmiş gibiydi– bir kenara çekildi ve ânında yanına yanaşan kamarotla alçak sesle konuşmaya başladı, bu sırada yan yan Ateşçi ile Karl’a bakıyor ve kendinden emin el hareketleri yapmaktan geri kalmıyordu. Schubal böylece bir sonraki konuşmasının provasını yapıyordu.

“Delikanlıya bir şey soracak mıydınız, Herr Jakob?” dedi Kaptan, genel sessizliğin içinde bambu bastonlu beye dönerek.

“Elbette,” dedi adam, bu dikkat karşısında hafifçe eğilip teşekkür ederek. Ve Karl’a bir daha sordu: “Adınız ne bakalım?”

İnatla aynı soruyu soran adamın yarattığı bu ara durumu halletmenin asıl büyük sorunun yararına olacağına inanan Karl, önce arayıp bulması gereken pasaportunu alışık olduğu gibi göstermeden kısaca yanıt verdi: “Karl Roßmann.”

“Ama,” dedi Jakob diye hitap edilen adam ve önce neredeyse inanmadan gülümseyerek geriye çekildi. Kaptan, Başveznedar, gemi subayı, hatta kamarot, açıkça Karl’ın adını aşırı bir şaşkınlıkla karşıladılar. Yalnızca liman idaresinden beyler ve Schubal istiflerini bozmadılar.

“Ama,” diye tekrarladı Herr Jakob ve biraz sert adımlarla Karl’a yaklaştı, “öyleyse ben senin Jakob dayınım, sen de benim sevgili yeğenimsin. Onca zaman hissetmiştim zaten!” dedi Kaptan’a dönerek, ardından Karl’ı kucaklayıp öptü, o ise olanlar karşısında ses çıkarmadı.

“Adınız ne?” diye sordu Karl, adamın kendisini bıraktığını hissettikten sonra, gerçi çok kibarca ama hiç duygulanmadan. Bu yeni olayın Ateşçi için yol açacağı sonuçları kestirmeye uğraştı. Schubal’ın bu durumdan yararlanabileceğine işaret eden bir şey şimdilik yoktu.

“Şanslısınız, delikanlı, bunu kabul edin,” dedi Kaptan, Karl’ın sorusuyla Herr Jakob’un onurunun zedelendiğine inanıyordu. Herr Jakob, heyecanlı, üstelik de bir mendille kurulamakta olduğu yüzünü diğerlerine göstermesin diye pencerenin yanına gitmişti belli ki. “Kendisini size dayınız olarak tanıtan bey, Senatör Edward Jakob’dur. Şu andan itibaren sizi, herhalde şimdiye kadarki beklentilerinizin tam tersine, parlak bir kariyer bekliyor. Şu an bunu elinizden geldiğince anlamaya çalışın ve kendinizi toparlayın!”

“Amerika’da bir Jakob dayım olduğu kesin,” dedi Karl, Kaptan’a dönerek, “ama doğru anladıysam, Jakob Senatör Bey’in soyadı.”

“Aynen öyle,” dedi Kaptan gururla.

“Ancak, annemin kardeşi olan Jakob dayımın önadı Jakob, soyadınınsa anneminkiyle aynı olması gerekir tabii, ki onun kızlık soyadı da Bendelmayer’dir.”

“Beyler!” diye seslendi Senatör, Karl’ın açıklaması üzerine, pencerenin önünde kafasını topladıktan sonra dinç bir biçimde geri dönmüştü. Liman memuru dışında herkes kahkahalarla güldü; kimi duygulandığı için, kimiyse anlaşılmaz bir nedenle. “Söylediğim şey bu kadar da gülünç değildi,” diye düşündü Karl.

“Beyler,” diye tekrarladı Senatör, “benim ve sizin isteğinize karşın küçük bir aile sahnesinin parçası oldunuz, bu nedenle size bir açıklama yapmak zorundayım, çünkü sanırım yalnızca Kaptan Bey,” –adı anılan Kaptan, Senatör’le karşılıklı eğildi– “tam anlamıyla bilgi sahibi.”

“Ama şimdi gerçekten her söze dikkat etmeliyim,” dedi Karl kendi kendine ve yan tarafa bakıp da Ateşçi’nin canlanma belirtisi gösterdiğini fark edince sevindi.

“Amerika’da kaldığım uzun yıllar boyunca –kalmak sözü Amerikan vatandaşına uymuyor kuşkusuz, ki ben de tüm yüreğimle öyleyim– yani uzun yıllardır Avrupalı akrabalarımdan tamamen kopuk yaşıyorum. Burası bunun nedenlerini anlatmanın yeri değil, bu bir; bunları anlatmak gerçekten çok zamanımı alır, bu da iki. Hatta, belki de bunları sevgili yeğenime anlatmak zorunda kalacağım ânın gelmesinden korkuyorum; bu durumda ne yazık ki anne babasıyla ve yakınlarıyla ilgili açık konuşmaktan kaçınamam.”

“Bu benim dayım, hiç kuşku yok,” dedi Karl kendi kendine ve kulak kabarttı, “herhalde soyadını değiştirtti.”

“Sevgili yeğenim annesiyle babası tarafından –durumu gerçekten tanımladığı için kullanalım bu sözü– düpedüz bir kenara atılmıştır, insanı kızdıran bir kedinin kapı dışarı edilmesi gibi. Yeğenimin yaptığı ve böyle cezalandırıldığı şeyi mazur gösterecek değilim; ama öyle bir kusur işledi ki, ne olduğunu söylemek bile yeterince özür içeriyor.”

“İyi laf etti,” diye düşündü Karl, “ama her şeyi anlatmasını istemiyorum. Kaldı ki bilemez. Nereden bilsin?”

“Şöyle ki,” diye devam etti dayı, hafifçe eğildi ve önünde duran bambu bastondan destek aldı; konunun normalde mutlaka bürüneceği gereksiz resmiyeti böylece gerçekten ortadan kaldırmayı başardı, “şöyle ki, Johanna Brummer adında, otuz beş yaşlarında bir hizmetçi tarafından baştan çıkarıldı. ‘Baştan çıkarılmak’ sözüyle yeğenimi asla kırmak istemiyorum; ama bu duruma uyan başka bir söz bulmak zor.”

Dayısına epey yaklaşmış olan Karl, anlatıların etkisini orada bulunanların yüzlerinden okumak için döndü. Kimse gülmüyor, herkes sabırla ve ciddiyetle dinliyordu. Sonuçta bir senatörün yeğenine, çıkan ilk fırsatta gülünmez. Daha çok, Ateşçi’nin, azıcık da olsa Karl’a gülümsediği söylenebilirdi; ama bu yeni bir yaşam belirtisi olarak sevindiriciydi, bu bir, ayrıca bağışlanabilirdi, bu da iki; çünkü Karl şimdi kamarada böylesine gündeme gelen bu konuyu özel bir sır olarak saklamak istemişti.

“Brummer denen bu kadının,” diye devam etti dayı, “yeğenimden bir çocuğu oldu, sağlıklı bir oğlan, vaftiz sırasında Jakob adını aldı, kuşkusuz bendeniz düşünülerek; yeğenim eminim laf arasında benden üstünkörü bahsettiyse de, kızın üzerinde büyük bir etki yapmış olsa gerek. İyi ki öyle olmuş, diyorum. Çünkü yeğenimin annesiyle babası nafaka ödemekten ya da ucu kendilerine de dokunan bir skandaldan kaçınmak için –ne oradaki yasaları ne de anneyle babanın diğer koşullarını bildiğimi vurgulamalıyım– yani nafaka ödemekten ve skandaldan kaçınmak için oğullarını, benim sevgili yeğenimi, Amerika’ya postaladılar; görüldüğü gibi, sorumsuzluk ederek yanına yeterince eşya vermediler, öyle ki bu hizmetçi kız, bana yazdığı ve uzun süre yanlış adreslere gittikten sonra önceki gün elime ulaşan bir mektupta bütün hikâyeyi anlatıp yeğenimin tipini tarif etmeseydi ve akıllıca davranarak geminin adını da bildirmeseydi, Karl, artık ancak Amerika’da yaşanan mucizeler olmazsa tek başına kalacak ve daha oracıkta, New York Limanı’nın dar bir sokağında perişan olup gidecekti. Niyetim, beyler, sizleri eğlendirmek olsaydı, o mektubun birkaç yerini –çantasından iki koca sayfa dolusu, sıkışık yazılmış mektup çıkarıp salladı– burada okuyabilirdim. Mutlaka etki yapardı, çünkü biraz basit, yine de iyi niyetli kurnazlıkla ve çocuğun babasına duyulan büyük bir sevgiyle yazılmış. Ama ne sizi aydınlatmaktan öte eğlendirmek ne de yeğenimin belki hâlâ besliyor olabileceği duyguları daha ilk karşılaşmamızda incitmek isterim; isterse mektubu, kendisini bekleyen odanın sessizliğinde okuyup bundan ders alabilir.”

Ama Karl, kıza karşı herhangi bir duygu beslemiyordu. Durmadan geriye giden bir geçmişin itiş kakışı içinde kız, mutfağında mutfak dolabının yanında oturuyordu, dirseğini dolaba dayamıştı. Karl, babasına bir bardak su almak ya da annesinin bir isteğini iletmek için ara sıra mutfağa geldiğinde, kız ona bakıyordu. Bazen mutfak dolabının yanında biçimsiz bir durumda mektup yazıyor ve Karl’ın yüzünden esinleniyordu. Bazen gözlerini elleriyle örtüyor, o zaman ona söz işlemiyordu. Bazen mutfağın yanındaki daracık odasında diz çöküp tahta bir haçın karşısında dua ediyordu; o zaman Karl oradan geçerken biraz açılmış kapının aralığından yalnızca çekinerek gözetliyordu onu. Bazen kız, mutfakta sağa sola koşturuyor ve Karl yoluna çıkarsa bir cadı gibi gülerek geriye çekiliyordu. Bazen Karl içeri girdiğinde kız, mutfak kapısını kapatıyor ve Karl çıkmak isteyene dek kapı kolundan elini çekmiyordu. Bazen Karl’ın hiç istemediği şeyler getirip sessizce ellerine tutuşturuyordu. Ama bir keresinde, “Karl,” dedi ve onu, beklenmedik konuşmanın şaşkınlığını üzerinden atamadan, kaşını gözünü oynatıp inleyerek küçük odasına götürdü, kapıyı da kilitledi. Boğarcasına kollarını boynuna doladı ve kendisini soyması için Karl’a yalvarırken gerçekte kendisi Karl’ı soyup yatağına yatırdı, sanki bundan böyle onu kimselere bırakmak istemiyor, dünyanın sonu gelene dek onu okşamak ve bakımıyla ilgilenmek istiyordu. Onu görüyormuşçasına ve ona sahip olduğundan emin olmak istercesine, “Karl, ah benim Karl’ım!” diye seslendi, oysa Karl en ufak bir şey görmüyor ve kızın görünüşte özel olarak kendisi için yaydığı bütün o sıcak yatak takımlarının içinde kendini rahatsız hissediyordu. Sonra kız da onun yanına uzandı ve ondan çeşitli sırlar almak istedi; ama Karl ona hiçbir sır veremedi, kız da yarı şaka yarı ciddi kızdı, onu sarstı, kalbini dinledi, onun da dinlemesi için kendi göğsünü uzattı; ama Karl’a bunu yaptıramadı, çıplak karnını onun gövdesine bastırdı, eliyle onun bacaklarının arasını öyle iğrenç bir biçimde yokladı ki, Karl başını ve boynunu sallayarak yastığı fırlattı, sonra karnını birkaç kez Karl’a sürttü – kız sanki kendisinin bir parçası gibi geldi Karl’a, belki de bu nedenle korkunç bir çaresizliğe kapılmıştı. Kız tekrar görüşmeyi defalarca diledikten sonra, Karl ağlayarak nihayet kendi yatağına gitti. Hepsi buydu, yine de dayı bundan büyük bir hikâye çıkarmayı bildi. Aşçı kız da onu düşünmüş ve gelişini dayıya haber vermişti. Güzel bir davranıştı bu, Karl da bir gün ona bunun karşılığını ödeyecekti.

“Şimdi de,” diye seslendi Senatör, “senin dayın olup olmadığımı senden açıkça duymak istiyorum.”

“Sen benim dayımsın,” dedi Karl ve onun elini öptü, karşılığında da dayısı onu alnından öptü. “Sana rastladığıma çok sevindim; ama annemlerin senin hakkında yalnızca kötü konuştuklarını sanıyorsan yanılıyorsun. Ama bunu bir tarafa bırakalım, konuşmanda da bazı yanlışlar vardı, yani, demek istiyorum ki, gerçekte her şey böyle olmadı. Ama gerçekten de buradan olayları pek iyi yargılayamazsın, ayrıca inanıyorum ki, beylerin, onları gerçekten pek ilgilendiremeyecek bir konunun ayrıntıları hakkında biraz yanlış bilgilendirilmiş olmalarının aman aman bir zararı dokunmaz.”

“Güzel konuştun,” dedi Senatör, belli ki konuyla ilgilenmiş olan Kaptan’ın yanına götürdü Karl’ı ve şöyle sordu: “Yeğenim canavar gibi, değil mi?”

Kaptan, ancak askerî eğitim görmüş kişilerin yapacağı gibi eğilerek, “Yeğeninizi tanımış olmaktan dolayı mutluyum, Senatör Bey,” dedi. “Böyle bir buluşmaya ev sahipliği yapabilmiş olması gemim için ayrı bir onur. Ama ara güvertede yolculuk etmek herhalde çok kötüydü, evet, orada ne gibi yalanların olduğunu kim bilebilir ki. Eh, ara güvertedeki insanların yolculuğunu olabildiğince rahatlatmak için elimizden geleni yapıyoruz, örneğin Amerikan gemi acentelerinden çok daha iyiyiz; ama böyle bir yolculuğu eğlenceli bir hale getirmeyi hâlâ başaramadık doğrusu.”

“Bana bir zararı dokunmadı,” dedi Karl.

“Ona bir zararı dokunmamış,” diye tekrarladı Senatör, yüksek sesle gülerek.

“Yalnız, korkarım bavulumu koy…” ve böylece olup biten her şeyi ve hâlâ yapılması gerekenleri hatırladı, etrafına baktı ve orada bulunan herkesin, gözlerini ona dikmiş, saygı ve şaşkınlıktan suspus halde eski yerlerinde durduğunu gördü. Yalnızca liman memurlarında, sert ve kendini beğenmiş yüzlerinin izin verdiği ölçüde, böyle uygunsuz bir zamanda gelmiş olmanın pişmanlığı görülüyordu; şimdi önlerinde duran cep saati de, odada yaşanan ve belki daha olabilecek her şeyden daha önemliydi herhalde onlar için.

Kaptandan sonra konuyla ilgilendiğini ilk ifade eden, ne tuhaftır ki Ateşçi oldu. “Sizi gönülden kutlarım,” dedi ve takdir de ettiğini açığa vurmak istercesine Karl’ın elini sıktı. Aynı şeyleri söylemek için Senatör’e de döndüğü sırada, Ateşçi bununla haddini aşıyormuş gibi geriye çekildi adam; Ateşçi de hemen vazgeçti.

Ama geri kalanlar ne yapılması gerektiğini anlayıp Karl’la Senatör’ün etrafında bir karmaşa yarattılar hemen. Karl’ın Schubal’dan bir kutlama aldığı, kabul ve teşekkür ettiği bile oldu. Ortalık tekrar yatışınca son olarak liman memurları yaklaşıp iki İngilizce söz söylediler, bu da gülünç bir etki yaptı.

Senatör’ün keyfi yerindeydi; bu olayın tadını sonuna dek çıkarıyor, konuyla pek ilgisi olmayan anları hatırlayıp diğerlerine de hatırlatıyordu; hepsi yalnızca sabırla değil, ilgiyle de dinliyordu bunları elbette. Senatör bir şeye dikkat çekti: Aşçı kızın mektubunda belirtilen, Karl’ın en belirgin özelliklerini, bir an gelir de gerekebilir diyerek not defterine geçirmişti. Ateşçinin dayanılmaz gevezeliği sırasında sırf oyalanmak için not defterini çıkarmış ve aşçı kızın elbette pek dedektif doğruluğu taşımayan gözlemlerini oyun olsun diye Karl’ın dış görünüşüyle ilişkilendirmeye çalışmıştı. “İnsan yeğenini böyle bulur işte!” diye kestirip attı, bir kutlama daha almak istercesine.

“Şimdi Ateşçi’ye ne olacak?” diye sordu Karl, dayısının son açıklamasını geçiştirerek. Yeni konumunda, aklından geçen her şeyi dile getirebileceğine inanıyordu.

“Ateşçi hak ettiğini bulacak,” dedi Senatör, “ve Kaptan’ın uygun gördüğünü alacak. Sanırım Ateşçi’yle gereğinden çok uğraştık, burada bulunan beylerin her biri de bana katılacaktır eminim.”

“Adalet söz konusu olduğunda, bunun önemi yok,” dedi Karl. Dayı ile Kaptan arasında duruyor ve belki de bu konumun etkisiyle, kararın kendi elinde olduğuna inanıyordu.

Yine de Ateşçi’nin kendisi için umudu kalmamış gibiydi. Ellerini yarı yarıya pantolon kemerine sokmuştu, heyecanlı hareketleri desenli gömleğinin kenarından kemerini ortaya çıkarmıştı. Umurunda bile değildi bu; bütün şikâyetini dile getirmişti, üzerindeki birkaç parça paçavrayı da görsünlerdi de sonra kovsunlardı onu. Buradaki en düşük rütbeli iki kişi olarak kamarotla Schubal’ın ona bu son lütfu bahşedeceklerini tahmin ediyordu. Schubal daha sonra sakinleşir ve Başveznedar’ın deyimiyle, artık ümitsizliğe kapılmazdı. Kaptan bir alay Rumen’i işe alabilirdi, her yerde Rumence konuşulurdu ve belki de o zaman gerçekten her şey yoluna girerdi. Başveznede gevezelik edecek ateşçi kalmaz, yalnızca onun son gevezeliği dostça bir anı olarak hatırlanırdı; Senatör’ün açıkça belirttiği gibi, yeğenini tanımasına dolaylı olarak bu neden olmuştu. Üstelik bu yeğen daha önce ona sık sık yardımcı olmaya çalışmış, bu yüzden de tanıma işindeki hizmetinin karşılığı olarak Ateşçi’ye bundan çok önce fazlasıyla teşekkür etmişti; şimdi ondan bir şey daha istemek Ateşçi’nin aklına bile gelmedi. Kaldı ki, Senatör’ün yeğeni de olsa, bir kaptan değildi; ama Kaptan’ın ağzından sonuç olarak o kötü söz çıkacaktı. – Ateşçi, düşündüğü şeye uygun olarak, Karl’a bakmamaya çalışıyordu; ama düşmanlarla dolu bu odada ne yazık ki gözlerini yormayacak başka yer yoktu.

“Durumu yanlış anlama,” dedi Senatör, Karl’a, “belki de ortada bir adalet sorunu vardır; ama aynı zamanda bir disiplin sorunu da vardır. İkisi de, özellikle sonuncusu, kaptanın yargı alanına giriyor.”

“Aynen öyle,” diye mırıldandı Ateşçi. Bunu fark edip anlayanlar garipseyerek gülümsediler.

“Üstüne üstlük, Kaptan’ın işlerine engel olduk, New York’a gelince mutlaka inanılmaz derecede artmıştır işleri; gemiyi terk etmemizin zamanı geldi, hem son derece gereksiz bir biçimde araya girerek iki makinistin arasındaki bu önemsiz didişmeyi olay haline getirmeyelim. Senin davranışının nedenini gayet iyi anlıyorum, sevgili yeğenim, ama tam da bu bana seni bir an önce buradan götürme hakkını veriyor.”

“Sizin için hemen bir filikayı suya indirteceğim,” dedi Kaptan. Karl, dayısının sözlerine karşı en ufak bir itirazda bulunmamasına şaştı; bu sözler kuşkusuz dayısının kendi kendini küçük düşürmesi olarak görülebilirdi. Başveznedar alelacele yazı masasına gitti ve Kaptan’ın emrini telefonla tayfabaşına iletti.

“Zaman azalıyor,” dedi Karl kendi kendine, “ama herkesi kırmadan hiçbir şey yapamam. Şimdi dayımı terk edemem, beni daha yeni buldu. Kaptan kibar olmasına kibar ama hepsi bu. Disipline gelince kibarlığı kalmıyor, dayımın da onun içinden geçenleri dile getirdiği kesin. Schubal’la konuşmak istemiyorum, elini sıktığıma bile üzüldüm. Ve buradaki diğer insanların hiçbirinin önemi yok.”

Ve bu düşüncelerle ağır ağır Ateşçi’ye yürüdü, onun sağ elini kemerinden çekti ve elinde oynayarak tuttu.

“Neden bir şey söylemiyorsun?” diye sordu. “Neden her şeye razı oluyorsun?”

Ateşçi alnını kırıştırmakla yetindi, söyleyeceği şey için uygun ifadeyi arıyordu sanki. Bir yandan da başını eğmiş, Karl’ın ve kendisinin eline bakıyordu.

“Bu gemide kimsenin başına gelmeyen bir haksızlık yapıldı sana, bunu çok iyi biliyorum.” Karl, parmaklarını Ateşçi’nin parmakları arasında kıpırdatıyor, Ateşçi de parlayan gözlerle çevresine bakıyordu; sanki büyük bir sevinç duyuyordu; ama kimse bundan dolayı ona kızmamalıydı.

“Ama kendini savunmalısın, evet ve hayır demelisin, yoksa insanların gerçek hakkında fikri olmaz. Beni dinleyeceğine söz vermelisin, çünkü ben, –bundan korkmak için bir sürü nedenim var– artık sana yardım edemeyeceğim.” Karl, Ateşçi’nin elini öperken ağlıyordu; çatlak çatlak olmuş, neredeyse cansız eli alıp yanaklarına bastırdı, vazgeçilmesi gereken bir hazine gibi. – Ama o sırada senatör dayısı da yanına geldi ve onu, hafifçe zorlayarak da olsa, çekip götürdü.

“Ateşçi seni büyüledi sanki,” dedi ve anlayış beklercesine Karl’ın başının üzerinden Kaptan’a baktı.

“Kendini terk edilmiş hissediyordun, derken Ateşçi’yi buldun ve şimdi ona teşekkürü borç biliyorsun, son derece övülesi bir şey bu. Ama bunu, benim hatırım için, fazla ileri götürme ve konumunu kavramayı öğren.”

Kapının önünde bir patırtı koptu, bağırışlar duyuldu; hatta birisi sertçe kapıya itilmiş gibiydi. Bir tayfa içeri girdi, biraz azgın bir hali vardı, önüne de bir önlük bağlamıştı. “Dışarıda insanlar var,” diye seslendi ve kalabalık içindeymiş gibi çevresine dirseğini bir kez savurdu. Sonunda aklını başına toplayıp Kaptan’ın karşısında selam durmak istedi, o sırada önlüğü fark etti, çekip çıkardı, yere attı ve seslendi: “İğrenç bir şey bu, önüme önlük bağlamışlar.” Ama sonra topuklarını birbirine vurup selam durdu. Birisi gülecek oldu; ama Kaptan sert konuştu: “Keyfiniz yerinde bakıyorum. Kim var dışarıda?”

“Tanıklarım,” dedi Schubal öne çıkarak, “uygunsuz davranışlarını bağışlamanızı rica ederim. İnsanlar deniz yolculuğunu arkalarında bırakınca, bazen deli gibi oluyorlar.”

“Çabuk içeri çağırın onları!” diye buyurdu Kaptan ve hemen Senatör’e dönerek, nazik ama hızlı hızlı konuştu: “Sayın Senatör Bey, şimdi lütfen yeğeninizle birlikte bu tayfayı izleyin, sizi filikaya götürecek. Sizinle, Senatör Bey, kişisel olarak tanışmanın beni ne kadar mutlu ettiğini ve onurlandırdığını söylememe bile gerek yoktur herhalde. Dilerim, yakında fırsatını buluruz da, sizinle, Senatör Bey, Amerikan Deniz Kuvvetleri’yle olan ilişkiler üzerine yaptığımız konuşmaya kaldığımız yerden devam edebiliriz ve o zaman sözümüz belki yeniden bugünkü gibi hoş bir biçimde kesilir.”

“Şimdilik bu yeğen bana yeter,” dedi dayı gülerek, “nezaketiniz için çok teşekkür ederim, hoşça kalın. Ayrıca neden olmasın,” –Karl’a sevgiyle sarıldı– “bir sonraki Avrupa gezimizde belki de daha uzun süre sizinle bir araya gelebiliriz.”

“Buna çok sevinirim,” dedi Kaptan. İki bey el sıkıştı, Karl hiç konuşmadan şöyle bir uzatabildi elini Kaptan’a, çünkü Schubal’ın yönetiminde biraz şaşkın ama çok gürültülü biçimde içeri dalan belki on beş kişi Kaptan’ın etrafını sarmıştı bile. Tayfa önden gitmek için Senatör’den izin istedi, sonra da onunla Karl için kalabalığı yardı, onlar da eğilen insanların arasından kolayca geçtiler. Aslında iyi niyetli olan bu insanlar, Schubal’la Ateşçi’nin tartışmasını, gülünçlüğü Kaptan’ın önünde bile devam eden bir şaka olarak algılıyorlardı sanki. Karl aralarında mutfak görevlisi Line’yi de fark etti; kız, ona neşeyle göz kırparak tayfanın attığı önlüğü bağladı, çünkü bu kendisinin önlüğüydü.

Tayfanın peşinden ofisten çıktılar ve küçük bir koridora saptılar, koridor onları birkaç adım sonra küçük bir kapıya getirdi, oradan kısa bir merdiven onlar için hazırlanmış filikaya iniyordu. Filikadaki tayfalar, liderleri tek sıçrayışta filikaya atlayınca, ayağa kalkıp selam durdular, Senatör’ün dikkatli inmesi için Karl’ı uyardığı sırada Karl, en üst basamakta hüngür hüngür ağlamaya başladı. Senatör sağ elini Karl’ın çenesinin altına koydu, onu sıkıca kendine bastırdı ve sol eliyle okşadı. Böylece yavaşça basamak basamak indiler ve sıkı sıkı sarılmış halde filikaya bindiler; Senatör tam karşısında Karl’a iyi bir yer ayırdı. Senatör’ün bir işaretiyle tayfalar, filikayı gemiden ayırdılar ve hemen işe koyuldular. Gemiden birkaç metre uzaklaşmışlardı ki, Karl beklenmedik bir keşifte bulundu; geminin tam o sırada bulundukları tarafında başveznenin pencereleri vardı. Üç pencerede de Schubal’ın tanıkları dikilmiş, dostça selam veriyor ve el sallıyorlardı, hatta dayı bile teşekkür etti; bir tayfa da, düzenli kürek çekmeyi kesmeden, eliyle öpücük gönderme becerisini gösterdi. Gerçekten de, artık Ateşçi falan yokmuş gibiydi. Karl, dizleri neredeyse dizlerine değen dayısına alıcı gözüyle baktı; bu adamın Ateşçi’nin yerini tutup tutamayacağına ilişkin kuşkuya kapıldı. Dayı da bakışlarını ondan kaçırıyor ve filikayı sallayan dalgalara bakıyordu.


Franz Kafka

Kaynak: Amerika

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz