Varlık ve Hiçlik: Kendini Aldatma ve Yalan – Jean Paul Sartre

Yalanın özü, yalancının, gizlediği hakikatin tümüyle farkında olmasını gerektirir, insan bilmediği şey hakkında yalan söylemez, kendisinin de yanılgı içinde olduğu bir konudaki yanlışı yayan insan yalan söylemiyordur, yanılgı içindeki insan yalan söylüyor değildir. 

İnsan varlığı, olumsuz-birimlerin dünya üzerinde açığa çıkmalarına aracılık eden varlık değildir yalnızca; o aynı zamanda da kendine karşı olumsuz tavırlar alabilen varlıktır. Giriş bölümümüzde, bilinci, “kendi varlığı içinde varlığı kendisi için soru olan ve de kendinden başka bir varlığı gerektirdiği ölçüde soru olan varlık’’ biçiminde tanımlamıştık. Ama, sorgulayıcı davranışın aydınlatılmasından sonra şimdi artık biliyoruz ki bu formül şöyle de yazılabilir; “Bilinç, varlığı içinde varlığının hiçliğinin bilinci olan bir varlıktır.” Örneğin, yasaklama ya da veto halindeyken insan varlığı gelecek bir aşkınlığı olumsuzlar. Ama bu olumsuzlama saptayıcı türden değildir. Bilincim bir olumsuz-birimi göz önünde bulundurmakla yetinmez. Kendi kendisini, iliklerine kadar, bir başka insan-gerçekliği tarafından kendi imkânı olarak ortaya atılan bir imkânın hiçlenmesi olarak oluşturur. Bunun için bilincim dünya üzerinde bir olumsuzluk olarak belirmek zorundadır ve nitekim köle efendisini ya da kaçmaya çalışan tutsak onu gözetleyen nöbetçiyi önce bir Olumsuzluk olarak kavrar. Hattâ, toplumsal gerçeklikleri yalnız ve sadece Olumsuzluğun gerçekliği olan, yeryüzünde yalnızca bir Olumsuzluktan ibaret olarak yaşayıp ölecek olan insanlar bile vardır (gardiyanlar, denetçiler, muhafızlar, vb.). Daha başkaları da olumsuzluğu bizatihi öznelliklerinde taşımak üzere, insan olarak, kendilerini sürekli bir olumsuzlama halinde oluşturmaktan geri durmazlar: Scheler’in “hınç insanı” dediği şeyin anlamı ve işlevi bu Olumsuzluktur. Ama betimlenişleri bizi bilincin mahremiyeti içinde daha uzaklara götürecek daha incelikli davranışlar da vardır: ironi bunlardandır, konide insan ortaya koyduğu şeyi tek bir edimin birliği içinde hiçler, inanılmamak üzere inandırır, olumsuzlamak için olumlar ve olumlamak için olumsuzlar, olumlu bir nesne yaratır ama bunun kendi hiçliğinden başkaca bir varlığı yoktur. Böylece kendine dönük olumsuzlama tavırları yeni bir soru sorma imkânı verirler: kendi varlığı içinde insan ne olmalıdır ki kendi kendini olumsuzlayabilsin? Ne var ki, ‘‘kendini olumsuzlama” tavrını tümelliği içinde almak söz konusu olmayacaktır. Bu başlık altına yerleştirilebilecek davranışlar fazlasıyla çeşitlidir ve bunların yalnızca soyut formunu göz önünde bulundurma tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Öyle bir tavır seçip incelemeliyiz ki hem insan-gerçek-ligi açısından asli olsun, hem de o tavırda bilinç olumsuzlamasmı dışarıya doğru yönelteceği yerde kendisine çevirsin. Bu tavır bize kendini aldatma tavrı gibi görünüyor.

Kendini aldatma çoğu kez yalanla bir tutulur. Hiçbir fark gözetmeksizin, bir insanın kendini aldatışını belli ettiğinden ya da kendi kendisine yalan söylediğinden söz edilir, içtensizliğin kendine yalan söylemek olduğunu kabul edebiliriz, ama insanın kendine söylediği yalanla düpedüz yalanı hemen birbirinden ayırt etmek koşuluyla. Yalan, üzerinde uzlaşılabileceği üzere, yadsıyıcı, olumsuz bir tavırdır. Ama bu olumsuzlama bilincin kendisine değil, yalnızca aşkın olana yöneliktir. Gerçekten de yalanın özü, yalancının, gizlediği hakikatin tümüyle farkında olmasını gerektirir, insan bilmediği şey hakkında yalan söylemez, kendisinin de yanılgı içinde olduğu bir konudaki yanlışı yayan insan yalan söylemiyordur, yanılgı içindeki insan yalan söylüyor değildir. Şu halde bir yalancının ideali, hakikati kendine olumlarken, onu kullandığı sözlerde olumsuzlayan ve bu olumsuzlamayı da kendisi için olumsuzlayan kinik bir bilinç olacaktır. Oysa bu çift yönlü olumsuzlama tavrının nesnesi aşkındır: dile getirilen olgu aşkındır, çünkü varolan bir şey değildir ve ilk olumsuzlama bir hakikate yöneliktir, yani tikel bir aşkınlık tipine yöneliktir. Hakikati kendim için olumlarken buna karşılık olarak içimde gerçekleştirdiğim olumsuzlamaya gelince, bu olumsuzlama sözlere yöneliktir, yani dünyadaki bir olaya yöneliktir. Ayrıca yalancının içsel durumu olumludur; olumlayıcı bir yargının nesnesini oluşturabilir: yalancı, aldatma niyeti taşır ve bu niyeti kendinden saklamaya da, bilincin saydamlığını gizlemeye de çalışmaz; tam tersine, ikincil davranışlarla ilgili karar vermek söz konusu olduğunda bu niyete başvurur, bu niyet onun bütün tavırları üzerinde açık açık düzenleyici bir denetim uygular. Gizlisiz saklısız doğruyu söyleme niyetine gelince (‘‘Sizi aldatmak istemem, doğru söylüyorum, yemin ederim”, vb.), hiç şüphesiz bu niyet içsel bir olumsuzlamanın nesnesidir, ama bu yüzden de yalancı tarafından kendi niyetiymiş gibi kabul edilmez. Öykünülmüştür, taklit edilmiştir, yalancının muhatabı karşısında kılığına girdiği kişiliğin niyetidir, ne var ki bu kişilik tam da (var) olmadığı için bir aşkındır. Böylece yalan o anki bilincin içyapısını devreye sokmaz, ve sırf bu yüzden kendisini oluşturan bütün olumsuzlamalar bilinçten kovulmuş olan nesnelere yöneliktirler, dolayısıyla özel bir ontolojik temel gerektirmedikleri gibi genel olarak olumsuzlamanın varoluşunun gerektirdiği açıklamalar da aldatmaca durumunda hiçbir değişikliğe uğramaksızın geçerlidirler. Hiç şüphesiz biz ideal yalanı tanımlamış olduk; yalancının kendi yalanının az çok kurbanı olduğu ve kendi yalanma biraz inandığı durumlarla sıkça karşılaşılır: ama yalanın bu sıkça görülen ve sıradan biçimleri aynı zamanda da yalanın soysuzlaşmış veçheleridir, yalan ile kendini aldatma arasındaki ara durumları temsil ederler. Yalan bir aşkınlık davranışıdır.

Ama yalanın bir aşkınlık davranışı olmasının nedeni, yalanın Heidegger’in deyimiyle “Mitsein”daki [“ile-olmak”, “ile-varlık”, “birlikte-varlık”] olağan bir fenomen olmasıdır. Benim varoluşumu, başkasının varoluşunu, benim başkası için varoluşumu ve başkasının benim için varoluşunu varsayar. Dolayısıyla yalancının yalanın projesini tümüyle farkında olarak yapmak zorunda olduğunu, yalanı ve değiştirdiği hakikati tastamam kavramış olmak zorunda olduğunu düşünmekte hiçbir güçlük yoktur, ilkesel bir opaklık kendi niyetlerini başkasından gizlesin, başkası da yalanı hakikat saysın yeter. Yalan aracılığıyla, bilinç, yapısı gereği başkalarından gizlenmiş olarak varolduğunu olumlar, benin ve başkasının beninin ontolojik ikiliğini kendi çıkarına kullanır.
Eğer kendini aldatma daha önce söylediğimiz gibi gerçekten de kendi kendine söylenen yalan ise, onun için aynı durum geçerli olmayacaktır. Kendini aldatmayı benimsemiş olan kişi için, hoşa gitmeyen bir hakikati gizlemek ya da hoşa giden bir hatayı doğru gibi sunmak söz konusudur elbette. Dolayısıyla görünürde kendini aldatma da yalanın yapısına sahiptir. Ancak kendini aldatırken hakikati bizzat kendimden gizliyor olmam her şeyi değiştirir. Nitekim aldatan ile aldatılan ikiliği burada yoktur. Tersine, kendini aldatma özü gereği bir bilinç birliği gerektirir. Bu demek değildir ki, kendini aldatma, esasen insan-gerçekliğinin bütün fenomenleri gibi, “Mitsein” tarafından koşullandırılmaz, ama “Mitsein”, kendini ancak kendini aldatma ile aşılabilecek bir durum gibi sunarak kendini aldatmaya yalnızca davetiye çıkarabilir; kendini aldatma insan-gerçekliğine dışardan gelmez. İnsan kendini aldatmaya maruz kalmaz, insana kendini aldatma bulaşmış değildir, o bir hal değildir. Ama bilinç kendi kendini aldatır. Bir ilk yönelim ve bir kendini aldatma projesi gerekir; bu proje, kendini aldatmanın kendini aldatma olarak anlaşılmasını ve kendini aldatmayla gerçekleşen bilinc(in) bir düşünüm-öncesi kavranışını içerir. Buradan çıkan ilk sonuç, yalan söylenen ile yalan söyleyenin bir ve aynı kişi olmasıdır, bu da, aldatılmış olmam bakımından benden gizlenmiş olan hakikati, aldatan olmam bakımından bilmek zorundayım demektir. Dahası, ben bu hakikati kendimden daha bir özenle saklamak için, çok kesin bir şekilde bilmek zorundayım -ama bunu zamansallığın iki farklı anında yapmam- ve bu da gerektiğinde sözümona bir ikiliği yeniden kurmaya imkân verecektir — ama, bir ve aynı projenin birlikçi yapısı içinde kurmaya. Eğer yalanı koşullandıran ikilik ortadan kaldırılmışsa, o zaman hâlâ nasıl yalan söz konusu olabilir? Bu güçlüğe bilincin tam saydamlığından kaynaklanan bir İkincisi eklenir. Kendini aldatan kişi kendini aldattığı(nın) bilinc(inde) olmalıdır, çünkü bilincin varlığı varlık bilincidir. Dolayısıyla, en azından kendimi aldatışımın bilincinde olmam bağlamında kendime karşı dürüst olmak zorundaymışım gibi görünüyor. Ama o zaman da bütün bu psişik sistem yok olur. Nitekim eğer kararlılıkla ve kinik bir tutumla kendime yalan söylemeyi denemeye kalkışırsam, bu girişimimin tümüyle boşa çıkacağı bellidir, yalan, bakışın karşısında geriler ve çöker; kendini bizatihi kendi koşulu olarak benim projemin arkasında acımasızcasına oluşturan kendime yalan söylemenin bilinci tarafından, arkadan vurulup yok edilmiştir. Burada ancak kendi ayrımının içinde ve onun aracılığıyla varolan kaçıp kaybolan [evanescent] bir fenomen vardır. Bu fenomenlere elbette sıkça rastlanır ve nitekim kendini aldatmanın da bir “kaçıcılığı” olduğunu göreceğiz, onun sürekli bir biçimde iyi niyet ve sinizm arasında gidip geldiği besbellidir. Bununla birlikte kendini aldatmanın varoluşu fazlasıyla gelip geçici olsa da, “ani geçiş evresi” [metastable] diye adlandırılabilecek o psişik yapılar türüne ait olsa da, özerk ve süreğen bir form ortaya koyar; hattâ çok sayıda insan için yaşamın olağan görünüşü bile olabilir. Kendini aldatmanın içinde yaşamak mümkündür, ama bu sinizm ya da iyi niyet aniden depreşmeyecek demek değildir, yine de bu, düzenli ve kendine özgü bir yaşam tarzı gerektirir. Şu halde açmazımız büsbütün içinden çıkılmaz hale geliyor, çünkü kendini aldatmayı ne bir yana atabiliyoruz ne de anlayabiliyoruz.

Jean-Paul Sartre
Kaynak: Varlık ve Hiçlik

,

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz