SARTRE: HAKİKATİ HER ZAMAN ARAMAK ZORUNDAYIZ ÇÜNKÜ HAKİKAT SONSUZDUR

Jean-Paul Sartre: Bildiğim şeylerden söz ediyorum. Her zaman söylenmemiş olan, ve de söylenmiş olmak istemeyen, ama bilinmiş olmak, benim tarafımdan bilinmiş olmak isteyen bir tür küçük dilim vardır. Her şeyi söylemek olanaksızdır, biliyorsunuz. Ama düşünüyorum da, daha sonra, yani ölümümden sonra, ve belki sizinkinden de sonra, insanlar kendi kendilerinden giderek daha fazla söz edecekler ve bu da büyük bir değişime yol açacak. Bu değişimin, esasen, gerçek bir devrime bağlı olduğunu düşünüyorum.

Gerçek bir toplumsal uzlaşmanın yerleşebilmesi için, bir insanın komşusu için tümüyle varolması, onun da o insan için aynı şekilde tümüyle varolması gerekiyor. Bu, bugün için gerçekleşebilir görünmüyor, ama insanlar arasındaki ekonomik, kültürel, duygusal ilişkilerdeki değişim, öncelikle de maddi yetersizliklerin ortadan kaldırılmasıyla, tamamlandığında gerçekleşecektir; o yetersizliklerse, Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde (Critique de la raisorı dialedi-que) gösterdiğim gibi, bana göre insanlar arasındaki geçmiş ve güncel bütün çelişkilerin temelidir.

Hiç şüphesiz benim düşünemeyeceğim, hiç kimsenin düşünemeyeceği yeni çelişkiler olacaktır, ama bunlar her bireyin, kendisini bütünüyle veren herhangi bir kişiye kendini bütünüyle vereceği bir toplumsallık formuna engel olamayacaktır. Böylesi bir toplum, ancak dünya ölçeğinde kurulabilir elbette, zira dünyanın bir tek yöresinde bile eşitsizlikler ve ayrıcalıklar yaşamayı sürdürse, bu eşitsizliklerin getireceği çatışmalar yemden ve azar azar bütün bir toplumsal bünyeyi yeni baştan kaplayacaktır.

Michel Contat: Yazı gizden ve çelişkilerden doğmuyor mu? Bir uzlaşım toplumunda, belki de varlık nedeni kalmayacak…

J-P.S.: Yazı elbette gizden doğar, ama şunu unutmayalım ki ya bu gizi saklamayı ve yalan söylemeyi hedefler -o zaman, ilginç olmaktan çıkar-, veya bu giz üzerine bir bakış vermeyi, hatta başkalarına göre ne olunduğuna tanıklık ederek bu gizi tüketmeyi denemeyi hedefler -ve bu durumda da, dilediğim o şeffaflık doğrultusunda ilerler.

M.C.: 1971lerde, bana bir kez şöyle demiştiniz: “Nihayet, hakikati söylemenin vakti geldi.” Şunu da eklemiştiniz: “Ama onu ancak anlatı türünden bir yapıtta söyleyebilirim.” Neden böyle?

J-P.S.: O sıralar, önceleri otobiyografimin devamı olacak olan ve sonradan rafa kaldırdığım, bir tür politik vasiyet içinde söylemeyi düşündüğüm her şeyi dolaylı yoldan iletmek istediğim bir öykü yazmayı tasarlıyordum. Anlatı öğesi çok zayıf kalacaktı; öyle bir kahraman yaratacaktım ki okur, “Burada söz konusu olan adam Sartre’dır” diyebilecekti.

Bu, okur açısından, kahramanla yazarın rastlaşmasının sağlanması gerekecekti anlamına değil, kahramanı anlamanın en iyi yolu orada benden ona geçen şeyi aramak olacaktı anlamına geliyor. Yazmak istemiş olduğum şey buydu: anlatı olmayan bir anlatı. Bu sadece bugün yazmak nedir, onu gösteriyor. Birbirimizi az tanıyoruz, ve henüz kendimizi sonuna kadar veremiyoruz. Yazının hakikisi; “Kalemi elime alıyorum, adım Sartre, işte düşündüklerim” diyebilmem olurdu.

M.C.: Bir hakikat onu dile getirenden bağımsız olarak sözcelendirilemez mi?

J-P.S.: Bunun o zaman ilginç bir yanı kalmaz. Bu, bireyi ve kişiyi içinde yaşadığımız dünyadan çıkarmak ve nesnel hakikatlere yapışıp kalmak demektir. Kendi hakikatini düşünmeksizin de nesnel hakikatlere ulaşılabilir. Ama, eğer hem içinde bulunulan nesnellikten, hem de bu nesnelliğin gerisindeki ve insanda nesnelliğiyle aynı düzeyde bir parça olan öznellikten konuşmak söz konusuysa, işte o zaman, “Ben, Sartre” diye yazmak gerekir. Ve bu da, birbirimizi yeterince tanımadığımız için halihazırda mümkün olmadığından, anlatı yoluyla yapılacak dönüş, o nesnellik-öznellik tümlüğü-ne daha iyi yaklaşmaya imkân verir.

M.C.: O zaman kendi hakikatinize, Sözcükler/ yazmaktan çok Rojuentin veya Mathieu aracılığıyla daha bir yaklaştığınızı mı söyleyeceksiniz?

J-P.S.: Muhtemelen, ya da aslında diyeyim, Sözcüklerin Bulantı veya Özgürlüğün Yolları’ndan daha hakiki olmadığını düşünüyorum. Orada anlattığım olaylar hakiki olmadığından değil, ama Sözcükler de bir tür romandır, inandığım, ama her şeye rağmen bir roman olarak kalan bir roman…

M.C.: En sonunda hakikati söyleme vaktinin geldiğini söylediğinizde, bugüne kadar yalnızca yalan söylemiş olduğunuz da anlaşılabilirdi.

J-P.S.: Hayır, yalan söylemek değil, ama ancak yarı yarıya hakikat, dörtte bir hakikat olanı söylemek… Örneğin, hayatımın cinsel ve erotik ilişkilerini betimlemedim. Esasen bunu yapmak için birtakım nedenler de görmüyorum, meğer ki herkesin kartlarını açarak oynayacağı bir başka toplumda yaşamayalım.

M.C.: Ancak bizzat siz, kendiniz hakkında her şeyi bildiğinizden emin misiniz? Herhangi bir psikanaliz girişiminiz oldu mu?

J-P.S.: Evet, ama asla kendi kendime anlayamayacağım şeyleri açığa çıkarmak için değil. Bir ilk şeklini 1954’e doğru yazmış olduğum ve sonra 1963’e doğru yeniden ele aldığım Sözcükler’in başına yeniden oturduğum sırada, kendimi daha iyi anlamaktan çok psikanalitik yönteme karşı duyduğum entelektüel merak nedeniyle, bir psikanalist dosttan, Pontalis’ten, benimle bir analize girişmek isteyip istemeyeceğini sordum. O da, yirmi yıldır süregelen ilişkilerimiz ortada olduğuna göre, bunun kendisi için olanaksız olduğunu söyledi haklı olarak. Bu esasen benim için bir parça uçuk bir fikirdi, bir daha da üstünde durmadım.

M.C.: Aslında romanlarınız okundukça cinselliği nasıl yaşamış olduğunuz konusunda pek çok şey çıkarmak mümkün.

J-P.S.: Evet, hatta felsefe kitaplarımdan bile, Ancak bu, cinsel hayatımın bir anını gösterir. Ve bu da, oralarda beni sahiden de bulabilecek kadar yeterince ayrıntıyla ve karmaşıklık içinde değil. Diyeceksiniz ki, o zaman bundan söz etmek niye? Sizi şöyle yanıtlayacağım; çünkü yazar, bana göre, bütünüyle kendi kendisinden konuşurken bütünüyle dünyadan konuşmak zorundadır.

Yazarın işlevi, her şeyden söz etmektir, yani nesnellik olarak dünyadan, ve aynı zamanda da ona karşı duran, onunla çelişki halinde olan öznellikten. Sonuna kadar açmak suretiyle, bu tümlüğün farkında olmak zorundadır yazar. İşte bu yüzden kendisinden söz etmeye mecburdur, ve, bundan ötürü, her zaman bunu yapmıştır, şu ya da bu ölçüde iyi, şu ya da bu ölçüde eksiksiz, ama her zaman.

M.C.: O zaman yazının özgünlüğü nerede kalıyor? Bu tümlükten söz etmek, konuşarak da yapılabilirmiş gibi görünüyor, öyle değil mi?

J-P.S.: İlkesel olarak mümkündür, ama aslında sözlü dilde hiçbir zaman yazıda olduğunca fazla şey söylenmez. İnsanlar sözlü dili kullanmaya alışık değiller. Halen olabilecek en derin konuşmalar, entelektüellerin kendi aralarındaki konuşmalar. Bu, onların entelektüel olmayanlara göre hakikatin ister istemez daha yakınında olmalarından değil; ancak bugünkü durumda, onlar, kendi kendilerini ve başkalarını anlamada belli bir noktaya erişmelerine imkân veren ve entelektüel olmayan insanların doğallıkla erişemedikleri bilgilere, bir düşünce tarzına -örneğin psikanalitik, sosyolojik- sahipler. Karşılıklı konuşma genellikle o şekilde cereyan eder ki herkes her şeyi söylemiş olduğunu ve ötekinin de her şeyi söylediğini düşünür, halbuki, hakikatte, gerçek sorunlar söylenmiş olan şeyin ötesinde başlamaktadır.

M.C.: Sonuç olarak, artık söylenme vakti gelmiş olan o hakikatten söz ettiğinizde, sessizce geçiştirdiğiniz değil, ama daha önce anlamamış olduğunuz birtakım şeylerin mi dile getirilmeleri söz konusuydu.

J-P.S.: Özellikle kendimi belli bir konum içine yerleştirmem söz konusuydu; zorunlu olarak, henüz tanımadığım belli bir hakikat türünün bana kendini göstereceği bir konumun içine… Hakiki bir uyduru ya da uydurulmuş bir hakikat- aracılığıyla hayatımın eylemlerini, düşüncelerini; sözde çelişkilerine ve sınırlarına iyice bakarak ve birtakım sınırları olduğu gerçekten doğru muydu, şu veya bu düşünceler aslında çelişkili olmadıkları halde beni çelişkiliymişler gibi düşünmeye mi zorladılar, belli bir anda yapmış olduğum şu eylem doğru yorumlanmış mıydı görebilmek için, hepsinden bir bütün çıkarmayı denemek üzere yeniden ele almak söz konusuydu…

M.C.: Ve aynı zamanda, belki de kendi sisteminizden kurtulmak için?

J-P.S.: Gerçekten de, sistemim her şeyi açıklayamayabileceği ölçüde, benim onun dışında konumlanmam gerekiyordu. Ve bu sistemi yapan ben olduğuma göre, yeniden içine düşmem çok muhtemeldi; dolayısıyla, bu, hakikatin, benim için, bu sistemin dışında tasarlanmasının mümkün olmadığını kanıtlamış olacaktı. Ama bu aynı zamanda bu sistemin, derindeki hakikate ulaşmasa bile, belli bir düzeye kadar geçerliğini koruduğu anlamına da gelebilirdi.

Hakikati her zaman aramak zorunda kalacağız, çünkü hakikat sonsuzdur. Ama bu, hakikatler elde edemeyiz demek değildir. Ve düşünüyorum da eğer benim hakikatimi açıklayacak olan o öyküde girişmek istediğim şeyi yapabilmiş olsaydım, talihin de yardımıyla, birtakım hakikatler, üstelik, yalnız bana ilişkin değil, beni içeren çağ hakkında da hakikatler elde etmiş olacaktım. Ancak bütün hakikati elde etmiş olmayacaktım. Yalnızca, hakikatin erişilebilir olduğunu göstermiş olacaktım -her ne kadar, bugün, hiç kimsenin ona erişmeye gücü yetmese de.

M.C.: Eğer şimdi yazabilseydiniz, bu işle mi uğraşırdınız?

J-P.S.: Evet, ve bir bakıma hep bununla uğraştım.

M.C.: Bununla birlikte, Simone de Beauvoir’ın anılarından, yaklaşık olarak 1957’den itibaren aşın bir ivedilik duygusuyla çalıştığınızı biliyoruz. Simone de Beauvoir, sizin “saate karşı, ölüme karşı yorucu bir koşturmaca ” sürdürdüğünüzü söyler. Bana öyle geliyor ki, eğer böylesi bir ivediliği orıca güçlü bir şekilde duyuyor idiyseniz, bunun nedeni mutlaka söylenmiş olması gereken bir şeyi yalnızca sizin söyleyebileceğinizi dü-şünmenizdi. Bu doğru mu?

J-P.S.: Bir bakıma, evet. Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni o dönemden başlayarak yazdım, ve beni bütünüyle tutan, bütün zamanımı alan da o oldu. Günde on saat, Koridran tabletleri çiğneyerek -en sonunda, günde yirmi tane alıyordum- çalışıyordum ve gerçekten de bu kitabı bitirmem gerektiği duygusunu taşıyordum. Amfeta-minler bana olağan ritmimin en az üç katı bir düşünme ve yazma hızı veriyordu, ve ben de hızla yol almak istiyordum.

Bu; Budapeşte olaylarından sonra komünistlerle bağlarımı kopardığım dönemdi. Kopuş her yönde değildi, ama aradaki bağ kesilmişti. 1968’den önce, komünist hareket, sanki bütün solu temsil ediyor gibiydi, öyle ki, Parti ile ilişkileri kopartmak bir tür sürgün ortamı yaratıyordu. Bu solla bağlar kesildikte, ya sosyalistlerin saflarına katılanların yaptığı gibi sağa kayılıyordu, ya da bir tür bekleyiş içinde kalınıyordu, ve o zaman da yapılacak tek şey olarak, komünistlerin düşünülmesini reddettikleri şeyi sonuna kadar düşünmeye çalışmak kalıyordu geriye.

Diyalektik Aklın Eleştirisini yazmak, komünist partisinin düşünce üzerinde uyguladığı etkinin dışında, benim için bir bakıma kendi düşüncemle hesaplaşmam anlamını taşıdı. Eleştiri, marksist bir yapıt olmakla beraber, komünistlere karşı yazılmış bir kitaptır. Gerçek marksizmin, komünistler tarafından tümüyle çarpıtılmış, yozlaştırılmış olduğunu düşünüyordum. İçinde bulunduğumuz anda ise artık bu şekilde düşünmüyorum.

M.C.: Bu konuya geleceğiz. Bu ivedilik duygusu aynı zamanda ilerleyen yaşın verdiği işaretlerden de gelmiyor muydu? Moskova’da, ilk sağlık sorunuyla karşılaşmıştınız.

J-P.S.: O, sürmenajm ve beni yormuş üstelik pek hoş da geçmemiş olan SSCB’deki bu ilk gezinin yol açtığı geçici bir rahatsızlık gibi yorumladığım oldukça zararsız bir arıza, bir yüksek tansiyon kriziydi. Bir şeylerin değişmekte olduğu gibi bir duyguya kapılmadım. Bu duygu bana daha sonra, de Gaulle iktidarı aldığında geldi. Altona Mahpuslarim yazıyordum, ve bir gün, 1958 kışında, eni konu kuşkulanmaya başladım.

Simone Berriau’nun evindeki o günü anımsıyorum: bir kadeh viski içiyordum, bardağı bir sehpanın üzerine bırakmak istedim ve, doğal bir şekilde yan tarafa, boşluğa bıraktım; bu bir sakarlık değildi, bir denge bozukluğuydu. Simone Berriau bunu hemen far-ketti ve bana, “Vakit geçirmeden bir doktora görünün, bu iş çok kötüye gidiyor” dedi. Ve gerçekten de, birkaç gün sonra, yine Mah-puslar’ı yazmaktayken olan oldu, yazmaktan çok birtakım karalamalar yapıyordum: anlamsız, piyesle hiçbir ilişkisi olmayan ve Simone de Beauvoir’ı dehşete düşüren tümceler yazıyordum.

M.C.: O an siz de korktunuz mu?

J-P.S.: Hayır, ama perişan bir halde olduğumu gördüm. Hiçbir zaman korku duymadım. Ama kendimi durdurdum: iki ay boyunca, sanırım hiçbir şey yapmadım. Ve sonra, yeniden çalışmaya koyuldum. Ancak bu da Mahpuslar’ı bir yıl geciktirdi.

M.C.: Bana öyle geliyor ki, o dönemde, okurlarınıza ve kendi kendinize karşı hissettiğiniz sorumluluk duygusu, Sözcüklerde anlattığınız o “derinizin altına diktikleri emirler” çok güçlüydii: sonuç olarak söz konusu olan yazmak ya da pisi pisine ölüp gitmekti. Ne zamandan itibaren dinlenmeye başladınız, eğer böyle bir şey olduysa hayatınızda?

J-P.S.: Şu son yıllarda, Flauberfi bıraktığımdan beri. Bu kitap için de, Koridran alarak deliler gibi çalıştım. Fasılalarla onbeş yıldan beri üzerinde çalışıyordum. Başka şeyler yazıyordum. Sonra yeniden Flaubert’e dönüyordum. Bununla beraber, onu bitiremeyeceğim. Ama çok da fazla üzülmüyorum, zira sanırım söyleyeceklerimin önemli kısmını, ilk üç ciltte söyledim. Benim yazdığım üç ciltten yola çıkarak, bir başkası da yazabilir dördüncü cildi.

Yine de bu bitmemiş Flaubert bir vicdan azabı gibi duruyor üstümde. Her neyse, “vicdan azabı” belki biraz fazla kaçtı; sonuçta, elimde olmayan nedenlerle bırakmak zorunda kaldım onu. Bitirmeyi istiyordum. Ve aynı zamanda da, o dördüncü cilt hem benim için en zor olandı, hem de en az ilgimi çekendi: Maâame Bovary’rim üslubunun incelenmesi… Ancak, söylediğim gibi, yapıtın tümü belirsiz bile kalsa, önemli olan yapıldı.

ÇÜNKÜ BÜTÜN YAPITLAR TAMAMLANMAMIŞTIR!

M.C.: Bu yapıtınızın bütünü için de geçerli mi? Bu yapıtın başlıca vasıflarından birinin tamamlanmamışlığı olduğu bile söylenebilir, neredeyse.. Acaba bu sizi…

J-P.S.: Beni rahatsız etmiyor mu? diyeceksiniz; hiç değil. Çünkü bütün yapıtlar tamamlanmamıştır: yazınsal veya felsefece bir yapıt kuran insanların hiçbiri onu bitirmezler. Ne yaparsınız, beri yanda da zaman var!

M.C.: Siz bugün zaman tarafından kovalanıyormuş gibi hissetmiyor musunuz kendinizi?

J-P.S.: Hayır, çünkü söyleyeceğim her şeyi söylemiş olduğuma karar verdim -üstüne basa basa, karar verdim diyorum. Bu karar hâlâ söyleyecek olduğum şeyleri kesmemi, ve de söylemememi de içerir, çünkü asıl önemli olanın yazdıklarım olduğunu düşünüyorum. Gerisi, diyorum, zahmete değmez, bunlar tıpkı şu veya bu konuda bir roman yazmayı kurup sonra bu düşünceyi terketmek gibisinden çekimlerdir.

Aslında, bu da tam olarak doğru değil: kendimi önünde yıllar ve sağlığı yerinde olan bir adamın içinde bulunduğu gerçek zorunluluk durumuna koysaydım, tamamlamadığımı, söylemek istediğim şeylerin hepsini söylemediğimi, bunun çok uzağında olduğumu söylerdim. Ama bunu söylemek istemiyorum kendime. Eğer on yıl daha yaşayacaksam, bu çok iyi, bu hiç de fena değil.

Sartre Sartre’ı Anlatıyor
Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi
Çeviren: Turhan Ilgaz – Yapı Kredi Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz