Modern İran edebiyatının en önemli öncülerinden biri olan Sadık Hidayet 17 Şubat 1903 tarihinde Tahran’da aristokrat bir ailede dünyaya gelir. Altı yaşına kadar sevimliliği, cana yakınlığı ve konuşkanlığıyla ailenin ilgi ve sevgi odağı olmasına rağmen altı yaşında birden sessizleşip içine kapanır. O andan sonra yaşamı boyunca iflah olmaz bir münzevidir artık o. En sert, en radikal eleştirilerini bile sessizce, odasına kapanarak, oyun arkadaşlarından kaçarak ve yazarak haykırır bundan böyle.
İlkokul sonrası Avrupalı öğretmenlerin eğitim verdiği Dar’ül Fünun’a gider ancak buradaki fen ağırlıklı sıkı eğitimden sıkılarak Fransız dili eğitimi almak isteyince ailesi onu Saint Louis Akademisi’ne kaydettirir. Burada bilinmezliklerin bilgisi oldukça ilgisini çeker ve ruhsal gizemlerle ilgili pek çok kitap okur. Ayrıca burada tek başına okul gazetesini de çıkararak ilkyazım denemesini gerçekleştirir. Belçika’ya giderek mühendislik okur ama kısa sürede bundan vazgeçer. Ardından mimarlık eğitimi için Fransa’ya gider.
Ama dişçilik eğitimi için bundan da vazgeçmesi fazla zaman almaz. Bütün bu denemelerden sonra bir şey çok net ortaya çıkmaktadır: hiçbir şey onu edebiyat kadar heyecanlandırmamaktadır.
Daha okul yıllarındaki bilinmezliğe, büyüye olan ilgisi onu iki büyük dini incelemeye yöneltir. Zerdüştlük ve Budizm’i incelemesi köklerine daha çok inmesini, daha çok önemsemesini sağlar. Bir öyküsünde sorduğu ‘ kökünden sökülüp koparılan bu avare insan için eve geç ya da erken gitmenin ne anlamı olabilirdi?’[1]sorusu köklerine ne derece bağlı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu bağlılığının bir sonucu olarak büyük İran’lı şair Ömer Hayyam’ı ve rubailerini kapsamlı bir şekilde inceleyerek,[2] henüz yirmi yaşındayken “Hayyam’ın Teraneleri”eserini yazar.
Zerdüşt ve Buda dinlerinin de etkisiyle bir yıl sonra yazdığı “İnsan ve Hayvan” adlı eserinde hayvan dünyasını insanların yıkıcı dünyasına karşı savunup ne amaçla olursa olsun hayvanları öldürmeyi mahkûm eder. Şiirlerinde ve öykülerinde hayvan imgeleminden sık sık yararlanan Poe ve öykülerini hayvanların dilinden anlatan Kafka gibi, Hidayet’in de öykülerinde hayvanlara önemli yer vermesi buraya dayanır. İstisnasız her öyküsünde bir köpek olması tesadüfî değildir. Vejetaryenliğe sıkı sıkı sarılması ve hatta ileriki yıllarda vejetaryenliğin yararlarını bir kitap haline getirmesi de kaynağını buradan alır. Yazdığı bir öykünün karakteri gibi o da ‘ insanların hile hurda dolu dünyasından hayvanların içten, kayıtsız ve çocukça dünyalarına sığınır adeta. Hayatı boyunca mahrum kaldığı şefkati, sade duyguları onların ilgisinde, ülfetinde arar’[3].
Ama bu insanlara karşı kayıtsız olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine Hidayet insanların yüz hatları ile yaşam alışkanlıkları ve kişilikleri arasında etkileyici bağlar kuracak kadar ilgilidir insanlarla. İnsanların dudak kenarlarında beliren çizgilerden gizli bir umutsuzlukları olduğunu; çocuksu hallerinden ruhlarının sıradan insanların yaşam kurallarına bağlanmaktan kurtulmuş olduklarını; yaşından fazla göstermelerinden şehvet düşkünü olduklarını anlayabilmektedir.
1926 da Paris’teyken eski İran’da büyünün kökenini araştıran ve Zerdüşt dininin inançları ve ilkeleriyle ayrıntılandırdığı, ilk kitabına benzer bir kitap daha yayınlar. Ancak bu çalışmaları henüz ses getirmekten uzaktır. Henüz edebiyatta dünya çapında yer edinmesini sağlayan eserlerini yazmak için birikmektedir.
Kısa bir süreliğine ayrıldığı Paris’e tekrar döndüğü 1927 yılında Marn nehrine atlayarak intihar etmek ister. Bu isteminde çok sevdiği şair Rilke’nin ölümü belirleyicidir. Öyle ki, aynı yıl ölüme övgüler dizen iki sayfalık makalesi İran’ın en ünlü gazetelerinden birinde yayınlanır. Daha sonra kardeşine yazdığı mektuplardan birinde bunu yapmasını çılgınlık olarak değerlendirmekte ve kurtulmasını şans olarak görmektedir.
Buna rağmen Hidayet, o ünlü huzursuz ruhu her zaman taşıyacaktır. Özellikle yaşamında bir dönüm noktası olarak kabul edilen ‘ Kör Baykuş” eserini yayınladıktan sonra bunu daha yoğun yaşayacaktır. ‘ Başkaları gibi yüzsüz, hafifmeşrep, dillere düşen, arsız, hayâsız biri olsaydı, eski günleri yâd edecek güzel anıları olacağı’[4] isyanıyla çıkışın inzivada ya da intiharda olduğunda ısrarcıdır. Zaten ‘şehrin manzarası kuru ve ruhsuz’[5]dur. Ayrıca, ‘ gazete, otomobil, demiryolu bu yüzyılın belaları’dır. ‘ Hele hele otomobil. Klaksonuyla, tozu toprağıyla, şoför muavininin haleti ruhiyesiyle en uzak köylere bile giriyor’dur. ‘ Yeni yeni düşüncelerin, ahmakça taklitlerin, saçma sapan zevklerin girmediği yer yok’[6]tur.
Hidayet’in 1930 da İran’a dönüşüne kadar Paris’te geçen zamanı düşünmesi ve yazması için ona bol olanaklar sağlayan yıllar olmuştur. Ama şimdi bohem hayat tarzının tadına vardığı öğrenciliğinin Paris’inden sonra döndüğü doğup büyüdüğü topraklardaki din ve geleneğin sömürüsünden son derece rahatsızdır ve kendini yabancı hissetmektedir. Aynı zamanda öğrencilik sona ermiştir ve yaşamını kazanması gerekmektedir. İran ulusal bankasında çalışmaya başlar. Bu ise yaratıcılığını öldüren bir külfettir ona göre. Yine de döndüğü yıl ilk öykü kitabı “Diri Gömülen”i yayınlar.
Ülkesinde yaşanan politik, toplumsal ve dini gerilik ve istismarlara karşı çok duyarlıdır. Kendisi gibi rejimden baskı gören ve rahatsız olanların oluşturduğu bir öğrenci organizasyonuna katılır. Bir süre sonra da buradan üç kişiyle birlikte Rab’a adında, monarşi rejimine karşıt bir grup oluşturur. Bir arkadaşının deyimiyle kendisinin merkez diğerlerinin etrafında uydu olduğu bir gruptur bu. 1936 da dünya yeni bir savaş belasıyla çalkalandığında, monarşi ve İslam karşıtı grupları Rab’a doğrudan hedef haline gelir. Üyelerinin bazıları tutuklanıp bazıları saklanmak veya kaçmak zorunda kalır. Hidayet de Hindistan’a giderek orada bir grup oluşturma çabasına girer ve İran’ın tarihini ve Fars ve Arap dünyasındaki İslam birlikteliğinin kökenlerini araştırmaya ağırlık verir. Bu çalışmalarının etkilerini bazı öykülerinde açıkça görmek mümkündür. Fars kültür ve medeniyetinin Arap kültür ve medeniyetinden üstün olduğuna inanır ve bunu Arap ırkını aşağılayacak ifadelerle açığa vurmaktan çekinmez. İstisnasız Araplarla ilgili bütün düşünceleri objektif esneklikten yoksundur. Ona göre, “ deve sidiği ve dışkısı arasında gelişen düşünceleri” ve “ hırsızlık ve hıyanet için yaratıldıklarına tanıklık eden vücut yapılarıyla”[7] Araplar ırkları ve düşünceleri ile yerden göğe kadar onlardan farklıdırlar.
Beş parasız ve arkadaşları sayesinde 1939’lara kadar kaldığı Hindistan’da, ana teması bu dünyada mutluluğu bulmanın imkânsızlığı olan başyapıtı “Kör Baykuş”u yayınlar. Zorluklar adeta yaratıcılığını körüklemiştir. Aslında yaklaşık dokuz yıl önce bitirdiği bu çalışmayı sansür ve kendisine ve ailesine karşı misilleme korkusuyla İran’da yayınlamamıştır. Bugün bile İran’da yasak olan bu eserini, İkinci Dünya Savaşının etkilerinin İran’ı sarmaya başlamasıyla yaşanan iktidar değişikliği ülkeye sosyo-politik alanında bir rahatlık getirince, bu fırsattan yararlanarak İran’da parça parça yayınlatabilecektir. “ Kendi kendime, ‘ evet, yalnız canından usanıp her şeye başını çeviren kimseler büyük işler yapabilirler’ diyorum”[8].
1930–1937 yılları arasında yenilikçi yazılar, öykü ve romanlardan oluşan kurmaca yazılar ve İran tarihi üzerine araştırma yazıları yazar. Yazdığı bilim- kurgu öykülerine kendi iflah olmaz yaşam umutsuzluğunu ve intihar fikrini yerleştirmekten vazgeçmemiştir. Belirttiğimiz üzere bu yıllar Hidayet’in edebiyat adına önemli birikimler edindiği oldukça verimli yıllar olmuştur. Ne var ki bu verimli yıllar Hidayet’te yazarlık kariyerinin kendine düşmanlardan başka hiçbir şey kazandırmadığı hissini yoğun yaşamasına engel olamaz. Ülkesindeki eski dini ve geleneksel geriliklerin yerine bu defa da onu rahatsız eden, yeni iktidarın Batı ile kurduğu ilkesiz ilişkilerdir. Bunu dile getirmesi fazla zaman almaz. 1945’te yayınladığı “Hacı Ağa” kitabında Şah Rıza, ülkesinin zenginliklerini yabancılara pazarlayan bir seyyar satıcı olarak betimlenir.
Hem her yere, hem de hiçbir yere ait olamayan ruhu bütün yaşamını etkilemiştir. Ne ülkesinde yaşayabilmekte, ne de ondan uzun süre ayrı kalabilmektedir. Sosyo- kültürel karmaşa tarafından kuşatılan Hidayet alkol ve uyuşturucuda çare aramaya başlar. ‘ Esrar içme takımı ve votka şişesi yanında istirahat umuduyla döndüğü doğduğu şehirde ona her şey dar, sınırlı, yüzeysel ve küçük gelir. Herkes aşınmış, köhneleşmiştir adeta, havasını, rengini yitirmiştir’.
Böyle olunca da ruhundaki aylaklık ayaklanır ve bazen yaşamın acımasızlığı içindeki bir köpekte, bazen de kendini karanlığa mahkûm eden yalnız bir adamda huzursuz ve acılar içinde dolanır durur. ‘Aylak Köpek’ eseri işte buradan beslenerek ortaya çıkar. Ona göre “ çalışıp çabalamak kof adamların işidir. Kendi içlerindeki çukuru doldurmak için yoksul insanların malına mülküne sarkanlar”ın uğraşıdır[9].
Yaşadığı arada kalmışlık ve huzursuzluk ona sürekli yolculuklar yapmak, sürekli yer değiştirmekten başka bir yol bırakmaz. Sürekli mekân değiştirerek huzur, adalet ve özgürlük umudunu diri tutmaya çalışır. Üstelik bu gidişlerine doğuya özgü bir açıdan da bakmaktadır Hidayet ; ‘ İnsanın huyu yolculukta belli oluyor’[10]. Tahran, Belçika, Paris, Hindistan sonrası 1942 de Pers edebiyatı, tarihi, yaşamı ve kültürü el yazmalarının bol olduğu Taşkent’e gider. Aynı yıl “Yaşam Suyu” kitabını bastırır. Bu kitap proleter özü nedeniyle ilişkisinin muamma olduğu Tudeh ( İran Komünist Partisi ) ile yakınlığının bir göstergesi olarak kabul edilir. 1946 da yayınlanan “Yarın” isimli son kurgu eserinde ise Tudeh’e olan sempatisini açıkça ifade edecektir.
Sadık Hidayet’in ressam yanı pek bilinmez. Ancak o yaptığı resimlerle en çok tartışma yaratan ressamlardan biridir. Bazen çiziktiriverdiği karakalem resimleri, bazen de muazzam düzen ve uyumdaki resimleriyle adeta yaşamdaki duruşundaki çelişkili ikiliği yansıtır. Yaptığı küçük ve vasat karakalem baykuşun başyapıtı Kör Baykuş’u beslediği kesindir. Çizdiği geyik resmi ise bazılarınca yepyeni bir sanat dalgası, bazılarınca da oldukça vasat bir resim olarak değerlendirilir. Bir öykü kahramanının ağzından şunları söyler Hidayet : “ Kim dedi sana ben insanlık için resim yapıyorum diye? Tut ki insanlık yok oldu ve çalışmalarım kara, yağmura, doğanın kör kuvvetlerine teslim oldu; yine de canı cehenneme! Ben hala kendi çalışmalarımdan keyif alıyorum ve bu da yetiyor bana.”[11]
Son yıllarını Kafka’nın ve diğer Avrupalı yazarların eserlerini çevirmekle geçirir, kendisi yazmaz. Hiçbir şey yazmaya değer değildir belki de. Ya da belki, yazmayı planladığı son öyküdeki, annesi tarafından ‘ salgı salamaz ol’ bedduasıyla lanetlenen küçük örümcek gibi onu yaşama karşı koruyacak olan ağını öremiyor, yazamıyordu. Sanırım her ikisi de.
Son çalışması Kafka’nın insanın evrendeki rolünü irdeleyen eserini Farsçaya çevirmek olmuştur. Daha yirmi yaşındayken çok sevdiği şair Rilke’nin ölümünün etkisi bu defa da Kafka’nın eserlerindeki melankoli ve yaşadıklarıyla derinleşmiştir. İnsan kesinlikle güçsüz bir canlıdır ve köpek gibi ölüp gidecektir. Bu dönemde bir arkadaşına yazdığı gibi artık o ‘yaşam yorgunu’dur.
1950’nin sonlarında İran’ı terk edip Paris’e gider. Ama artık bu gidiş başka gidişlere benzemez. Ülkesine bağlılığının bir göstergesi gibi, elinde tozlu bir bavul vardır ve yaşlı ailesine ‘hoşça kalın’ bile diyemez. Arkadaşlarına ise, ‘Terk ediyoruz ve kalbinizi kırıyoruz. Kıyamet günü görüşürüz. Hepsi bu!’ yazılı bir not bırakır. Bu defa ruhu çok daha huzursuzdur.
Sadık Hidayet daha başından, ‘ Dünyanın ve tüm insanların zulmüne, adaletsizliğine karşı dile getirilemeyen bir kin, bir nefret duydu. Onu bu halde, bu kılıkta dünyaya getirdikleri için belli belirsiz bir kin duydu annesine, babasına karşı. Hiç dünyaya gelmemiş olsaydı böyle şeylerle karşılaşmayacaktı’. Hatta öyle ki, ‘geriye çocuk bırakmadığı için sonsuza dek ölecek olmaktan, tümüyle yok olmaktan derinden derine bir sevinç duyuyordu. Saatin yelkovanı onu yokluğa götürecek dakikaları sayıyordu’[12].
İşte o dakikalar Paris’teki dördüncü ayında geldi çattı. Bütün umutsuzluğuna rağmen gençlik günlerini bulabilme umuduyla tekrar gittiği Paris’te her şey eski tadını yitirmişti. Tıpkı anavatanı İran gibi… İkinci dünya savaşının yara beresi içindeki Paris’te de ‘her şey gençlik günlerindeki büyüleyici cazibesini ve güler yüzünü yitirmişti’[13]. O çok sevdiği Beethoven ve Çaykovski müziklerinden bile tat alamadı. Günlerce aradığı havagazlı bir apartman dairesinde gaz vanalarını açarak, ‘ alaylı bir aldatmacadan başka bir şey olmayan şu yaşam denilen şey’[14]e son verdi.
“ Hiç kimse intihara karar vermez. İntihar bazılarına mahsustur. Onların yaradılışında vardır. Herkesin yazgısı alnına yazılmıştır. İntihar da bazı kimselerle birlikte doğmuştur. Ben, yaşamı sürekli alaya aldım. Dünya, tüm insanlar gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. Uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum, rüya görmek de istemiyorum”.[15]
Ölümün onun korkunç çalkantılı beynini ve ruhunu huzura kavuşturduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü o, intiharın bile avutamayacağı kadar umutsuzdu. Toprağa kulağınızı dayadığınızda onun size şunu söylediğini duyabilirsiniz; “ Yeryüzünde bir kaçış umudu var. O da ölüm, ölüm! Fakat burada ölüm de yok. Bizler mahkûmuz; duyuyor musun? Kör bir iradeye mahkûmuz.”[16]
Ekim 2009, ussuz.com
[1] ‘Aylak Köpek’ S.Hidayet s. 71
[2] “ Hayyam’ın Teraneleri” YKY, 1997, Mehmet Kanar
[3] “ Aylak Köpek” S.Hidayet s. 32
[4] S. Hidayet, a.g.e. s. 34
[5] “ Aylak Köpek” S.Hidayet. s. 33
[6] a.g.e. s. 78
[7] S.Hidayet, Alacakaranlık, YKY.
[8] Sadık Hidayet, Diri Gömülen, YKY
[9] S. Hidayet, Aylak Köpek, s. 80
[10] S.Hidayet, a.g.e. s. 26
[11] S.Hidayet, Alacakaranlık, YKY,
[12] “ Aylak Köpek” Sadık Hidayet s. 40
[13] “ Aylak Köpek” S.Hidayet s. 30
[14] A.g.e. s. 38
[15] Sadık Hidayet, “ Diri Gömülen”, Yky.
[16] S.Hidayet, Alacakaranlık, YKY.