YARALAR VARDIR RUHU CÜZAM GİBİ KEMİREN YARALAR! KÖR BAYKUŞ – SADIK HİDAYET

791

Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakar Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilâç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler.

Acaba bir gün bu metafizik olguların, ruhtaki bu kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı?
Ama ben onlardan bir tanesini anlatmakla yetineceğim, başımdan geçti bu ve beni öyle sarstı ki aslâ unutamam. Ömrüm oldukça, ezelden ebede, insan kavrayışının ötesindeki o dünyaya ulaşacağım âna kadar, onun o uğursuz izleri hayatıma hep zehir akıtacak. “Zehir” diye yazdım ya, onun damgasını her zaman bağrımda taşıdığını, taşıyacağımı söylemek istiyorum.
Çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. Belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim. — Çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış inanmamış başkaları. Lâkin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum: Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.
Ne boş düşünce! — Olsun, fakat her hakikatten çok azap veriyor bana. — Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni? Ancak benimle eğlenmek, bana çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka bir şey mi bunlar? Ne hissetsem, ne görsem, neye değer versem hepsi, baştan sona bir vehim değil mi, gerçekten hayli farklı bir kuruntu değil mi?
Fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. Kendimi ona tanıtmalıyım.
Yoksulluk, miskinlik dolu bu aşağılık dünyada ilk kez bir güneş ışını, hayatımı aydınlattı sanmıştım. Ama ne yazık, bu güneş ışını pek de süreksiz bir parıltı oldu, bir meteordu sanki, bana bir kadın, daha çok bir melek kılığında göründü. Işıltısında kısa bir an, bir saniyelik bir zaman için hayalın bütün bedbahtlığını gördüm, azamet ve güzelliğini kavradım. Sonra da bu parıltı, pek de çabuk, karanlığın uçurumuna gömüldü. Hayır, bu süreksiz ışını kendime alıkoyamadım, tutamadım.
Üç aydan beri, hayır, iki ay dört gün var ki onun izini yitirdim, ama büyülü gözlerinin, o gözlerdeki öldürücü parıltının anısı hayatımdan silinmedi; onu nasıl unutabilirim ki, hayatıma öylesine bağlanmış.
Hayır, adını söylemem aslâ. O ince, esîrî, belli belirsiz endamın, iri hayran parlak gözlerin ardında ömrüm azar azar ve acıyla yanadursun, eriyedursun, bu aşağılık dünya ile bir ilişkisi yoktu onun! Hayır, yeryüzü nesnelerine bulaştıramam, kirletemem adını.
O yok olunca ben de bir sürüden farksız insanlardan, ahmaklardan, mutlu kişilerden tamamen el etek çektim, unutmak için şaraba ve afyona verdim kendimi. Hayatım odamın dört duvarı içinde geçti ve geçiyor. Baştan sona hayatım dört duvar arasında geçti.

Bütün gün işim gücüm kalemdanlar1 yapmak, boyamaktı benim. Bütün vaktimi kalemdan ressamlığı, içki ve afyon dolduruyordu. Kalemdanlar üzerine resimler çiziyordum. Kendimi uyuşturmak ve zamanı öldürmek için bu gülünç işi seçmiştim.
İyi bir rastlantı, evim şehrin dışındaydı, sessiz sakin bir yer, hayatın gürültüsünden uzak. Çevre tamamen terk edilmiş, yıkıntı yerleri. Ancak hendeğin öbür tarafında basık, toprak kulübeler görülüyor ve şehir başlıyor. Bilmiyorum bu evi hangi mecnun, hangi sivri akıllı yapmış Nuh nebi zamanında. Gözlerim kapalıyken bile her köşesi gözümün önünde canlanıyor, omuzlarımda ağırlığını hissediyorum. Benzerini ancak eski kalemdanların üzerine nakkaşların çizdikleri bir ev.
Bana inanılması için bunları bir bir yazmalıyım, bunları duvardaki gölgeme açıklamalıyım. Evet, bana tek sevinç kalmıştı, çok küçük bir gönül hoşluğu. Odamın dört duvarı içinde kalemdanlar boyamış, üzerlerine resimler yapmış, bütün vaktimi bu gülünç eğlenceye yatırmıştım. Ama o bir çift gözü gördükten, onları gördükten sonra her işin, her hareketin anlamı, değeri silindi gözümden. Fakat gariptir, inanılır şey değil, bilmiyorum niçin, yaptığım resimlerin konusu oldum olası hep aynı kaldı. Hep bir servi çiziyordum. Dibinde ihtiyar, kambur bir adam bağdaş kurmuş oturuyor, bir Hind fakirine benziyordu. Bir abaya2 sarınmış, başına bir şal bağlamıştı. Sol elinin işaret parmağını bir hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüştü.3 — Karşısında uzun, siyah entarili bir genç kız hafif eğilmiş, ona bir gündüzsefası4 uzatıyordu. Ve bir dere akıyordu ikisinin arasından. — Ben bu sahneyi daha önce görmüşmüydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı? Bilmiyorum, bildiğim: çizdiğimin hep bu meclis, hep bu konu olduğuydu. Elim kendiliğinden hep bu resmi çiziyordu ve daha garibi şu ki, alıcıları vardı bu resimlerin. Amcamın aracılığıyla ben bu kalemdanları Hindistan’a gönderiyordum, o bunları satıyor, bana parasını yolluyordu.
O sahne hem yakın, hem uzak bana, tam hatırlamıyorum. Şimdi hatırladığım şu ki, söyledim, anılarımı yazmam gerek. Fakat bu olay çok sonra oldu, konuyla da bir bağlantısı yok. — Çizmeyi, boyamayı da bıraktım büsbütün. İki ay önceydi, hayır, doğrusu: İki ay ve dört gün önce. Nevruz’un 13. günü.5 Halk şehir dışına akın etmişti, bense odamın penceresini kapatmış, sakin kafayla kendimi işime vermiş, güneşin batışına kadar çizmiş, boyamıştım. Birden kapı açıldı, amcam geldi – yani gelen adam kendini amcam diye tanıttı. Ben onu hiç görmemiştim. Gençliğinden beri dışarlardaydı amcam. Kaptandı sözde. Benimle iş konuşmaya gelmiştir diye düşündüm, ticaret de yaptığını duymuştum çünkü. — Her neyse, ihtiyar ve kambur biriydi amcam, başına bir Hind şah sarmıştı, sırtında eski ve sarı bir aba. Başını, yüzünü örtüyordu şal. Açık yakasından kıllı göğsü görülüyordu. Şalın kıvrımlarından seyrek sakalının kılları tek tek sayılabilirdi. Gözleri kızarıktı ve yarık dudaklıydı amcam. Uzak ve gülünç bir benzerliği vardı benimle, bir dev aynasında benim portremdi sanki. Ben babamı da hep böyle düşünmüştüm.
İçeri girer girmez, odanın bir köşesine çöküp oturmuştu amcam. Bir şeyler ikram edip onu güzelce ağırlamak istedim. Lambayı yaktım, yandaki küçük, karanlık odaya gittim, her tarafı aradım, ona uygun bir şey, ne çıkarabilirdim? gerçi evde hiçbir şey kalmadığını biliyordum, ne afyon vardı artık, ne de içki. — Birden sanki içime doğdu, gözlerim duvardaki rafa gitti. Bir şişe eski şarap vardı, onu gördüm. — Güya ben doğdum diye, ta o zaman yapmış, saklamışlardı,6 duvardaki rafta duruyordu, hiç dokunmamıştım, evde böyle bir şey olduğunu tamamen unutmuştum hattâ. — Rafa erişmek için oradaki bir tabureye çıktım.
Şişeyi almıştım ki, duvardaki pencereden gördüm: Evin arkasındaki kırda, bir servi dibinde kambur bir ihtiyar oturuyordu. Karşısında bir genç kız, hayır bir cennet meleği ona doğru eğilmişti; sağ eliyle mavi bir gündüzsefası uzatıyordu ona, ve ihtiyar, sol elinin işaret parmağım ağzına götürmüş, tırnağını ısırıyordu.
Kız sahiden oradaydı, karşımda orada duruyor, fakat çevresine bakmıyordu hiç. Bakıyor ama görmüyordu. Ağız kenarlarında iradesiz, esrik bir gülümseme donmuş kalmıştı. Olmayan, kayıp bir kimseyi düşünüyor gibiydi. Kızın büyüleyen, iri gözlerini gördüm, insana acı sitemler veriyordu bu gözler. Acılıydı; hayret, tehdit ve vaatler vardı bu gözlerde; gördüm. Hayatımın kıvılcımı, bu ışıltılı esrarlı gözlerin derinlerinde kaybolup gitmişti. Bu çekici ayna, bütün benliğimi, insan düşüncesinin kavrama gücünden âciz kaldığı bölgelere almış götürmüştü: Türkmenlerinki gibi dar çekik bu gözler, olağanüstü ve mestedici parıltıyla canlı, hem ürkütücü, hem çekiciydiler. Hiç kimsenin göremeyeceği korkulu manzara ve sırları seyreder gibiydiler. Çıkık yanaklar, yüksek alın, ince ve bitişik kaşlar, dolgun hafif aralık dudaklar, o dudaklar ki uzun ve tutkulu bir öpüşle yeni öpülmüş, ama susuzlukları giderilmemiştir. Siyah saçları çözük dağınık, solgun yüzüne dökülüyor, birkaç zülüf şakaklarında kıvrılıyordu. Uzuvlarının letafeti, hareketlerindeki esiri özentisizlik, hepsi, onun uçacak gibi, kırılacak gibi olduğunu gösteriyordu. Hind tapmaklarında bir rakkasenin hareketleri ancak böyle ahenkli olabilirdi.
Donuk hali ve hüzün veren sevinci hissettiriyordu ki, rasgele bir varlık değildir bu. Güzelliği de olağan değil; afyon içildikten sonraki düşlerden, öyle görüntülerden biriydi bence. Ruhumda adamotunun yarattığı aşk hararetini yaratmıştı. Narin nazik endamı; omuzlarının, kollarının, göğüslerinin ince çizgileri, sırtından bacaklarına kadar., sanki oynaşının kucağından yeni kurtulmuştu; erkeğinin koynundan ayırdıkları bir dişi adamotu- nu7 andırıyordu.
Kıvrımlı, siyah entarisi bedenine yapışmış, hatlarını meydana çıkarmıştı. Ben baktığım sırada o, kendisini ihtiyardan ayıran dereden atlayacaktı her halde. Denedi, ama başaramadı. Bir gülmedir tutturdu ihtiyar. Tüyleri diken diken eden kuru, felâket bir gülüştü bu. Yüz ifadesi hiç değişmeksizin katı, sinir, alaycı bir gülüşle gülüyordu adam. Sanki bir gülüşün yankısıydı bu; oyuk boş bir içerden geliyordu.
Elimde şişe, tabureden yere atladım, bilmiyordum niçin titriyordum, korkunç ve keyifli bir ürpermeydi bu. Hem tatlı, hem korkulu bir rüyadan apar-topar uyanmıştım sanki. — Şişeyi yere bıraktım, ellerimi yüzüme kapadım. Kaç dakika, kaç saat geçti, bilmiyorum.
Kendime gelince şişeyi aldım, odaya döndüm. Amcam gitmişti, kapıyı bir ölü ağzı gibi açık bırakmıştı. — Fakat ihtiyarın gülüşü, kulaklarımda çınlıyordu hâlâ.
Karanlık basmıştı. Yağ lambası is yapıyordu. Duyduğum keyifli titreyiş ve korkunun etkisindeydim henüz. — Benliğim
0 anda değişmeye başlamıştı. Ruhumu etkilemesi, insan kavrayışının âciz kaldığı noktalara kadar ulaşması için, bu meleğin, bu esîrî genç kızın bir bakışı kâfi gelmişti.
Bilincimi yitirmiştim. Sanki ismini eskiden biliyordum. Gözlerinin parıltısına, rengine, kokusuna, hareketlerine öylesine âşinâ idim ki, ruhlarımız önceki bir hayatta, cisimsiz madde- siz bir âlemde karşılaşmış da tek asıldan, tek maddeden oluşmuş, böylece bizim yeniden birleşmemiz âdeta kaçınılmaz olmuştu. Ben bu hayatta da onun yanında olmalıydım. Hiçbir zaman el sürmek değildi istediğim; gövdemin görünmez ışınlarının ona değmesi bana yetiyordu. Korkunç macera! içimde ilk görüşten kalma, âşinâ bir duygu: Ben onu tanıyorum. İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden Tasladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin! Hem mümkün mü bir başkasının beni etkilemesi?
Fakat ihtiyarın o kuru ve rezil gülüşü, o uğursuz gülüş, aramızdaki bağı koparmıştı işte.
Bütün gece bunu düşündüm. Kaç kere gideyim, duvardaki pencereden bakayım istedim, ama ihtiyarın kahkahasını gene işitirim diye korktum. Ertesi günüm de bu düşüncelerle geçti. Onu hiç görmeden nasıl edebilirdim? Daha ertesi gün, binbir korkuyla titreyerek, şişeyi gene eski yerine koymaya karar verdim. Lâkin perdeyi açınca, hayatıma çöken karanlıkla örtülü gibi siyah, karanlık duvar çıktı karşıma. Duvarda ne pencere vardı ne de bir delik. O dört köşe pencere sımsıkı örülmüş, kapanmıştı. Olduğu yer duvardan ayırt edilemiyordu, sanki daha önce de pencere falan yoktu duvarda. — Tabureye çıktım, bir çılgın gibi yumrukladım duvarı, kulak verdim, lambayı tuttum üzerine: en ufak bir delik, bir menfez yoktu duvarda. Yumruklarım bir işe yaramamıştı. Bir kurşun külçesiydi sanki duvar.
Vazgeçebilir miydim tamamen? Ama onu tekrar görmek, benim elimde olan bir şey değildi. Azap çeken bir ruh gibi bekliyor, kolluyor, arıyordum, lâkin boşuna! Evin çevresini dolaştım, araştırdım. Bir gün, iki gün değil, belki iki ay dört gün, cinayet yerlerine dönen katiller gibi, döndüm dolandım evimin çevresinde. Etrafındaki bütün taşları, bütün kumları tanıyordum da servi olsun, dere olsun, o gördüğüm kişiler olsun, onlardan bir iz, bir eser bulamıyordum. Geceleri ayışığında diz çökmeler; ağaçlara taşlara aya, âciz zavallı yalvarmalar, her yaratıktan medet ummalar — boşuna! En ufak bir ipucu bile yok. Bütün bunların beyhude olduğunu anlamıştım, çünkü bu yeryüzündeki şeylerle bir bağlantısı olamazdı onun. Örneğin onun o uzun saçlarını yıkadığı su, ancak pek az bulunur, pek az bilinir bir çeşmeden akabilir, tılsımlı bir mağaradan çıkabilirdi. Entarisi bildiğimiz pamuktan dokunmamıştı, o entariyi maddî eller, insan elleri yapmamıştı. Seçkin, üstün bir varlıktı o. Elindeki o gündüzsefasınm bilinen bir çiçek olmadığını anlamıştım. İnanıyordum: Bildiğimiz suyla yıkasa solardı,yüzü ve uzun zarif parmakları bildiğimiz bir gündüzsefasını koparsa, pörsü- müş bir gül gibi solardı parmakları.
Bütün bunları anlamıştım. Bu genç kız, hayır bu melek, sonsuz bir hayret ve anlatılamaz bir ilham kaynağıydı benim için. Latif ve el sürülemez varlığı, bende bir tapınma duygıiMi yaratmıştı. Yabancı bir bakışın, herhangi bir insan bakıcının onu sarartıp solduracağına inanıyordum.
Onu yitirdim yitireli, aramızda bir taş duvar, ıslak bir set, deliksiz penceresiz, kurşun gibi bir taş duvar yükseldi yüksele- li, hayatının ebediyen boş ve kayıp bir hayat olduğunu kavramıştım. Gerçi bakışlarımdaki muhabbeti ve onu görmekten doğan derin hazzı karşılıksız bırakmış, ama bu onun beni görme- yişinden olmuştu. Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı.
O günden sonra, içtiğim şarap ve afyon miktarını çoğalttım, ama ne yazık ki ümitsizliğe karşı bu devalar, ne zihnimi uyuşturdu, ne derdimi unutturdu bana. Gün gün, saat saat, dakika dakika onun düşüncesi, onun endamı, onun yüzü, öncekinden daha net canlandı gözümün önünde.
Nasıl unutabilirdim? Gözlerim açık, kapalı; uykuda, uyanık, karşımdaydı o. Odamın duvarındaki pencereden, dış,arıya açılan o dört köşe delikten doğru, insanın zihnini, mantığını kaplayan gece gibi, gözümün önündeydi hep.
Rahat, huzur haram olmuştu bana. Nasıl rahat olabilirdim? Gün batarken her gün, sokağa çıkıp dolaşmayı âdet edinmiştim. Bilmiyorum neden, dereyi serviyi gündüzsefalarını bulmak istiyor, bunda ısrar ediyordum. Afyon gibi alışmıştım bu gezintilere. Görünmez bir kuvvet beni buna zorluyordu sanki. Yol boyunca hep onu, ondan bende kalan ilk görüntüyü düşünüyor, onu Nevruz’un 13. günü gördüğüm yeri arıyordum. Orasını bulsaydım, o servinin altına oturabilseydim, hiç şüphesiz huzura kavuşturdum. Ah ne yazık ki çerçöpten, kızgın kumdan, ölü beygir kemiklerinden ve süprüntüleri koklayan bir köpekten başka, yoktu bir şey. — Acaba ben onu gerçekten görmüş müydüm? Aslâ! Bir delikten, odamdaki bedbaht bir pencereden şöyle gizlice, kaçamak görmüştüm. — Çöpleri koklayan aç bir köpeğe benziyordum. Etrafta dolaşan, süprüntüleri koklayan, uzaktan çöpler artıklar getirdiklerini görünce korkup kaçan, saklanan, sonra geri dönüp yeni döküntüler arasından beğendiklerini seçen bir köpek gibiydim. Fakat o pencere kapatılmıştı ve o, benim için bir demet taze çiçekti âdeta, çöplüğe atılmıştı.
Son defa, her akşamki gibi dolaşmaya çıktığımda hava kapalıydı, yağmur yağıyordu, çevreyi yoğun bir sis kaplamıştı. Renklerin şiddetini, eşyalardaki kenar çizgilerinin şirretliğini hafifleten bu ıslak havada bir ferahlık, bir huzur hissettim. Yağmur, karanlık düşüncelerimi yıkamıştı sanki. — Olmaması gereken şey o gece oldu. İradesiz yürüyordum. Fakat o yalnızlık saatlerinde, ne kadar sürdüğünü unuttuğum o dakikalarda onun o sakin yüzü, her zamankinden daha da ısrarlı, sanki sisler içinden çıkmış, gözlerimin önündeydi hep: Kalemdanlar üstündeki tasvirlere benzeyen o hareketsiz, donuk yüz.
Ben eve dönerken gece bir hayli ilerlemişti ve sis öyle yoğunlaşmıştı ki, ayaklarımı ancak görüyordum. Gene de alışkanlığım ve uyanık kalmış sezgilerimle evimin önünde geldiğimde, siyah giysili birisinin, bir kadın siluetinin kapı önündeki sette oturmakta olduğunu gördüm.
Anahtar deliğini bulmak için bir kibrit yaktım. Fakat bilmem neden, gözüm karaltıdan yana çevrildi: zayıf soluk bir yüzde iri, gölgeli, çekik bir çift göz gördüm. Üzerime dikili bu karanlık gözleri tanıyordum ben, daha önce hiç görmemiş de olsam tanırdım. Hayır, yanılmamıştım, oydu. Bir rüya gören, rüya gördüğünü bilen, uyanmak isteyip de uyanamayan biri gibi afallamış, kalakaldım. Kibrit sonuna kadar yandı, parmaklarımı yaktı, birden kendime geldim. Anahtarı çevirdim kilitte, kapı açıldı, kenara çekildim. O, yolu biliyormuş gibi yerinden kalktı, karanlık sofayı geçti, odamın kapısı açtı. Peşinden yürüdüm, ben de girdim odaya. Yağ lambasını yaktığımda, onun karyolama uzanmış olduğunu gördüm. Yüzü gölgede kalıyordu. Bana bakıyor, sesimi işitiyor muydu, bakmıyor işitmiyor muydu bilmiyorum. Ne korkmuş gibi bir hali vardı, ne de karşı koymaya bir meyli. Sanki kendisi farkında olmadan gelmişti buraya.

Kör Baykuş – Sadık Hidayet
YKY- Sayfa: 15-23


Dip Notlar

1 Kalemdan, çokluk tutkallı kâğıt hamurundan yapılan ensiz, uzunca bir kutudur. İçine hokka ve diğer yazı araç ve gereçleri konur. Üstü İran minyatürleri stilinde bitki motifleri, manzara ve sahnelerle süslenir. Beldeki kuşağa çaprazlama sokulur. Okur-yazar, aydın olmanın işaretidir.
[Kitabın ilk basınımda yer alan dipnotlar bu baskıda da korunmuştur – Ed.N.l
2 Aba: Kaba, kalın şayaktan yapılan yakasız, kolsuz uzun üstlük. Müslüman din ve tarikat adamlarının giysilerinden biri.
3 Eski minyatürlerde raslanır, şaşırmanın klasik ifadesi.
4 Gündüzsefası: Bir adı da kahkahaçiçeği. Yalnız gündüzleri çiçek açan çltsarma- şığı. Kısa ömürlü, nazlı-narin güzellik sembolü.

5 Nevruz (nev: yeni, rûz: gün): İran’da yeni yıl, baharın ilk günüyle başlar (21 mart). Yeni yılın 13. gününde uğursuzluk getirebilecek kötü ruhları kovmak için, o gün halk kırlara çıkar. Nevruzda kırlara çıkıp eğlenmek âdeti Türkiye’de de vardır.
6 Milâttan önce 7. yüzyılda yaşamış din kurucusu Zerdüşt’ten kalma bir geleneğe uyularak, bir çocuk doğduğunda şarap yapılır, bu şarabın bir şişesi de içilmez, saklanır.

7 Adamotu (veya: Abdüsselâm otu) görünüşüyle bir insanı andırır, etli kökleri iki çataldır, bu kökler birbirlerine sarılmış bir erkekle bir kadma da benzerler. Bıı görünümü dolayısıyla, çiçekleri kök saplarında toplanmış bu bitki, yüzyıllar boyu büyücülüklere de malzeme ve konu olmuştur.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz