Ona göre bizim anlamsız ve değersiz hayatımız, içinde çırpınıp durduğumuz sonsuz bir boşlukta uçmaya çalışmakta ve üç günlük ömrümüz kesin yoklukla çarpışmaktadır. Bu affedilmez bir günahtır ve savaştan sonra insanların yüreğinde oluşmuş, ürpertici bir kanıttır da. Yokluğu, olumsuzluğu herkesten daha çok vurur yüzümüze. Öyle bir vuruş ki söyleyiş tarzı kehanet gibi gelir bize. Yok olma faktörlü bir dünyada tekrar yoklukla yüz yüze gelen insanlar her dönemde birbirlerine daha bir yabancı kalmaya başlarlar; Tanrı’dan korkmanın yerini insandan korkmak alır. Bu mesaj neyi getirirse getirirsin, önemli olan, yepyeni bir ses gelmiştir ve kolay kolay kısılacağa benzememektedir. Kafka’yı tekfire kalkışanlar, yirminci yüzyılın büyük putunun cansız yüzüne allık sürmeye kalkışan sayısız meşşâteler, makyözlerdir. Bu, göz boyama çağının dümeninde olanların işidir.
Pek az yazar ilk kez yepyeni bir üslubu, düşünceyi ve konuyu ortaya atar; yaşam için daha önce ele alınmamış yeni bir anlam, yeni bir yorum getirir. Kafka bu gruptaki yazarların en ustalarından biridir. Kafka’nın dünyasına kafa yoran kişi ezilip büzülürken ona doğru çekiliverir. Onun dünyasının eşiğinden geçmeye görsün, etkisini kendi yaşamında da hissetmeye başlar ve dünyanın o kadar da çıkmaz olmadığını fark eder. Kafka, karanlık ve karmakarışık bir dünyadan seslenir bize. Daha ilk aşamada kendi ölçütlerimizle değerlendirebiliriz bu sözleri. Nelerden bahsedilir bu sözlerde? Sonsuzdan mı? Tanrıdan mı? Cinlerden, perilerden mi? Hayır, hayır, bunlar söz konusu bile değildir. Günlük yaşantımızın çok basit ve sıradan konularıdır bunlar. Bizim gibi kuruntuları ve problemleri olan, bizim dilimizle konuşan sıradan insanlarla, devlet memurlarıyla, işçilerle karşılaşırız. Her şey kendi doğal seyrini izler. Fakat ansızın yürek hoplatıcı bir duygu yakamıza yapışıverir! Bize ciddi, mantıklı ve sıradan gelen her şey birdenbire anlamını yitirir. Saatin ibreleri yönünü değiştirir; mesafeler bizim uzunluk ölçülerimizle uyum sağlamaz olur, hava değişir, soluğumuz kesilir. Mantıklı olmadığı için mi acaba? Aksine her şeyin bir kanıtı var, bir bakıma ters bir kanıt. Dizginlerinden boşanmış mantık önünü alamaz olur. İşlerinde son derece dikkatli olan, bizim gibi dertleri olan, bizim gibi düşünen bu başı önde sıradan insanların tümünün “saçma”nın, “anlamsız”ın destekçisi olduklarını görürüz de ondan. Yaptıkları iş ne kadar ciddi ve önemli olursa olsun şu bedbaht otomatik makineler yok mu, daha bir komik görünmeye başlar gözümüze. Gündelik işler, askerlik, koşuşturmacalar, alıştığımız ve bize doğal gelen her şey Kafka’nın kaleminde gülünç, saçma ve kimi zaman korkunç bir anlam kazanır.
İnsanoğlu yapayalnız ve korunmasız. Adı sanı belli olmayan, kendi yurdu olmayan uyumsuz topraklarda yaşıyor. Kimseyle bir ilişki, gönül bağlılığı kuramıyor. Kendisi de biliyor bunu. Bakışlarından belli çünkü. Bir şeyleri örtbas etmek, kendini kandırmak istiyor. Diyelim ki kişiliği ifşa oldu; biliyor ki ortada dişe değer fazla bir şeyi yok. Hatta düşüncelerinde, davranışlarında bile özgür değil. Başkalarından çekiniyor; aklamak istiyor kendisini. Bir delil uyduruyor; delilden delile atlıyor. Ama delilinin tutsağı oluyor. Çünkü etrafına örülen çitten dışarı atamıyor adımını.
Önümüze sayısız tuzaklar kurulmuş bir dünyada kaybolmuş gitmişiz. Tek rastladığımız şey saçmalık. Bu da korkuyu, ürküntüyü doğuruyor. Bu topraklarda kentlere, insanlara, ülkelere ve zaman zaman bir kadına rastlıyoruz. Ama sıkışıp kaldığımız bu koridordan başımız önde geçmemiz gerek. Çünkü iki yanımız da duvar ve burada her an yolumuzun kesilip tutuklanmamız mümkün. Başı zincire vurulmuş bir mahkûmiyet bizi izlemekte. Bize gösterilen yasaları tanımadığımız gibi bize yol gösterecek birileri de yok. Kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Kime sığınacak olsak “Sen miydin!?” deyip kendi yoluna gidiyor. Demek ki bilemediğimiz bir hata ettik ya da bildiklerimiz belli belirsiz şeyler. Bu bizim varlığımızın günahı. Dünyaya gelir gelmez yargılanırız ve tüm yaşantımız adaletin dişli çarkları arasından geçen bir dizi karabasana benzer. Sonunda en şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. Cellat da suskundur, kurban da. Bu, içinde kişilikten eser bulunmayan bizim hayat kesitimizin alametidir ve yasası gibi alçakça, acımasızca görünür. Manzara yeterince korkunç olsa da, kalbimizden bir tek damla kan düşmez yere. Bıçağın ensemizdeki yeri bile zar zor seçilir. Günümüz insanı için tek kaçış yoludur yürek çarpıntısı. Yaşamı boyunca yürek çarpıntısına ve nefes darlığına uğrayacaktır.
Son Dünya Savaşı’nın eşiğinde bu ürpertici eserin ortaya çıkışı edebî hayranlığın ötesinde bir sebebe dayanıyordu. İşin içinde daha derinden gelen bir isteğin olduğunu kabul etmek gerek. Eser piyasaya çıktığında düşüncelerde bitmez tükenmez karışıklıklara ve tehditlere yol açmıştı. Kafka şom ve sıra dışı bir manzume gibi ansızın beliriverdi. Katı çehreli bir ıstırap görülüyordu bu eserde ve umutsuzca bir bakış en kötü olayları teyit etmekteydi. Kılı kırk yaran ve eğlenceyi göz ardı eden bu sanat, ileri görüşlülükle şerrin nedenini ifşa ediyor ama bunun başını ezecek bir alet vermiyordu. Kafka fitne koparan dünyamızda günümüz insanının durumunu inceden inceye vasfederken, gönül diliyle de en korkunç biçimde gözler önüne serer.
Neden son zamanlara kadar Kafka’nın adı Avrupa’da bilinmiyordu? Bunu incelemek gerek. Çünkü yapıtlarının savaştan önceki çevirileri ilgi uyandırmadı ve eleştiren bir kişi bile çıkmadı. Ama dört yıl süren suskunluktan sonra bunlar sinsi sinsi etkisini gösterdi ve Kafka birdenbire dünyaca meşhur oluverdi. Kimdi Kafka? Nereden gelmişti? Bu yankının kaynağı neresiydi? Çünkü mesajı dünyamızın avare tarzına uyuyor ve şimdiki yaşantımızla hemen hemen tam bir uyum sağlıyordu.
Belki de Avrupalı okuyucu böylesi bir düşünce tarzına aşina değildi. Kafka’nın yazılarındaki soğuk mehtap, gördüğü gerçeği tüm çıplaklığı ve karmaşıklığıyla gösteren sade ve titiz üslubu, bir yere varamasa bile Tanrı’yı keşfetmekteki acımasız merakı, benzetmelerinde yararlandığı kamuflajlar onun dünyaca üne kavuşmasını engellemişti. Ne var ki dünyamızın bunalımlarını anlayanlar onun kitaplarına kucak açtılar. Bunlar bir yana, son savaştan önce özgürlük, insan haklarına saygı ve adalet gibi kavramlar için henüz belli belirsiz bir umut ışığı kalmıştı. Henüz diktatörlük yanlıları açıkça köleliği özgürlük yerine, atom bombasını insan hakları yerine ve zulmü adalet yerine koymamışlardı. Henüz halk yığınları politikacıların ve yağmacıların elinde canavara, yaşayan insan da yarı canlı bir insana dönüşmemişti. İşte bu yüzden insanlar savaş sonrasında, Kafka’nın feci bir şekilde tanımladığı saçma bir dünyanın yankılarını kendi kalplerinde hissederler.
Son zamanlarda Kafka’nın düşünceleri, inançları, felsefi ekolü ve kişiliğine ilişkin birçok kitap yazılmış ve bu saydıklarımız hakkında eni konu yorumlar yapılmış ve geniş yankı uyandırmıştır. Kimileri Kafka’ya diş bileyip yapıtlarının yakılmasını öneriyorsa, bunun nedeni, Kafka’nın halkı eğlendirecek şeyler getirmemiş olmasıdır. Aksine, birçok aldatmacayı ortadan silmiş süpürmüş, yeryüzündeki yalancı cennete götüren yolu tıkamıştır. Çünkü ona göre bizim anlamsız ve değersiz hayatımız, içinde çırpınıp durduğumuz sonsuz bir boşlukta uçmaya çalışmakta ve üç günlük ömrümüz kesin yoklukla çarpışmaktadır. Bu affedilmez bir günahtır ve savaştan sonra insanların yüreğinde oluşmuş, ürpertici bir kanıttır da. Yokluğu, olumsuzluğu herkesten daha çok vurur yüzümüze. Öyle bir vuruş ki söyleyiş tarzı kehanet gibi gelir bize. Yok olma faktörlü bir dünyada tekrar yoklukla yüz yüze gelen insanlar her dönemde birbirlerine daha bir yabancı kalmaya başlarlar; Tanrı’dan korkmanın yerini insandan korkmak alır. Bu mesaj neyi getirirse getirirsin, önemli olan, yepyeni bir ses gelmiştir ve kolay kolay kısılacağa benzememektedir. Kafka’yı tekfire kalkışanlar, yirminci yüzyılın büyük putunun cansız yüzüne allık sürmeye kalkışan sayısız meşşâteler, makyözlerdir. Bu, göz boyama çağının dümeninde olanların işidir. Fanatiklik ve halkı aldatma üçkâğıtçıların, yalancıların işi oluyor hep. Ömer kitapları yaktırdı; Hitler de ona uyup kitapları ateşe verdi. Bunlar pranga, kırbaç, zindan, işkence, ağız bağı ve göz bağı yandaşlarıdır. Dünyayı olduğu gibi değil de, işlerine geldiği biçimde halka tanıtmak isterler. Yaptıkları çirkin işleri öven, karayı ak, yalanı doğru, hırsızlığı dürüstlük olarak gösteren bir edebiyat isterler. Ama Kafka’nın hesabı onlarınkine uymaz.
Kafka’nın hiçbir zaman iddiası olmamış, o sadece bir yazar olarak kalmak istemiştir. Ancak geriye bıraktığı günlük, onu yazardan öte bir kişilik olarak tanıtır bize. Yaşayan birinin neler hakkında yazdığını ortaya koyar. Bundan böyle onu yazılarında araştıracağız. Bu yapıt bir varlığın dağılmış yapraklarıdır; karışır onunla, bu varlığın çevresinde yeniden oluşur. Bu yüzden seçkin bir yaşamın tanığıdır. Bu tanık olmasaydı, ebediyen yok olurdu. Bu kitaplar bir yazarın gönül dilidir. Kendisini unutmak için yazdığı şeylerdir. İşte bundan dolayı Kafka’nın öykülerinde gölgelere, hemcinslere rastlamayız. Tüm yazılarında yazarın özellikleri kinayeli bir tarzda bulunabilir. Hayvanların bedenine girdiği zaman bile kendi yaşamının yansımaları söz konusu olur. Bu doğrultuda onun düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için bir parça da olsa yaşamöyküsüne değinelim. Daha sonra Avrupalı bilim adamlarının onun yapıtlarına ilişkin görüşlerini özetleyelim.
Kafka’nın yapıtları hakkında kesin bir hüküm verebilmek için yaşadığı zamanı, yetiştiği toprakları göz önünde bulundurmak gerekir. Onun yapıtları 1914 Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasına ait ürünlerdir. O sıralarda Prag Doğu ile Batı’nm nüfuz ettiği, çeşitli ırkların karıştığı bir kentti. Milletler ve uygarlıklar karşılaşmış, birbirlerinden etkilenmişti. Sadece Prag, Kafka gibi birini yetiştirebilmiştir. Kafka’nın akrabalarından kaçışı aynı zamanda onun Prag’dan kaçışı, gelenekler ve çeşitli dillerle arasındaki zinciri koparması demektir. Yaşadığı muhitin etkisi dikkate alınmadıkça Kafka hakkında doğru dürüst bir tahlil yapmak olanaksızdır.
Kafka, Habsburg İmparatorluğu döneminde Çekoslovakya’da yaşayan Yahudilerin kullandığı yaygın isimlerden biridir. Bu sözcük “saksağan” anlamına gelir ve anılan kuş Kafka’nın babasının Prag’daki ticarethanesinin amblemidir. Franz Kafka 3 Temmuz 1883 tarihinde Yahudi kökenli bir Çek ailede dünyaya geldi. Bu sırada Avrupa’da çöküş boruları çalmıyor ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmaya doğru adım adım yaklaşıyordu.
Kafka, başarılarıyla övünen, makam ve mevki hırsıyla onu sürekli ezen bir baba, batıl inançları olan Yahudi bir anne ve sıradan iki kız kardeş arasında yetişti. Babasından hep çekinen, hep korkan Kafka tüm yaşamını baba korkusu çekerek geçirmiştir. Orta öğrenimini Almanca tamamladıktan sonra bir süre tıp ve edebiyat öğrenimi gördü. Sonra ekmeğini çıkarabilmek ve dolayısıyla azami ölçüde kişisel özgürlüğünü kazanabilmek için hukuka yöneldi. Hukuk Fakültesine girdi ve 1906 yılında Prag Üniversitesi’nde hukuk doktoru oldu. Yaşamı boyunca hukuku meslek olarak seçmemekle birlikte hukuk bilgileri tüm yapıtlarına yansıdı. O yıllarda geleceğin roman yazarı Max Brod ile tanıştı. Edebî zevkleri uyuşmasa bile bu şahıs sonraki yıllarda onun samimi arkadaşı, vasîsi ve biyografisini yazan kişi oldu. Kafka 1908 yılında memur olarak sigorta şirketine girdi ve daha sonra bir ara Prag’daki yarı resmî sosyal sigortalar kurumunun iş kazaları bölümünde çalıştı. Ne var ki bu yorucu idare işi onun tüm vaktini alıyor ve ona yazma fırsatı vermiyordu. Yazmayı yaşamının anlamı olarak gören Kafka geceleri çalışıp uykusuz kalmaya başladı. Bu deneyim onun edebî zevkleri arasında önemli bir yer tutar. Yapıtlarında ayrıntılarıyla ele aldığı idarî sistemdeki seviyesiz ortam, kirlilik ve fakirlik bu deneyimle bağlantılıdır. Bütün bunlara rağmen Kafka dairedeki masasına sımsıkı sarılmak ve nefret ettiği baba evinde yaşamak zorundaydı. Çok muhtaç olduğu iç huzuruna kavuşabilmek için ailesinden ve dostlarından yardım göremiyordu. Max Brod, Kafka’daki Siyonizm görüşünün bu huzurun yerini aldığını iddia etmektedir. Oysa Kafka nazariyatta daha çok Alman olarak kaldı ve Yahudiden ziyade bir Alman olarak yaşadı. Yazıları Alman edebiyatı geleneklerine bağlıdır. Ruhsal açıdan Yahudi peygamberlerinden çok Pascal, Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard ve Dostoyevski’ye yakındır. Her ne kadar Brod onu İbranice öğrenmeye ve Talmud okumaya zorladıysa da, yapmacık Yahudi toplumunun manasını anlamak için asla vaktini harcamadı.
1911’de Max Brod ile kısa bir süre için Paris’e gitti ve ertesi yıl VVeimar’ı ziyaret etti. Bu süre onun edebî çalışmalarındaki en verimli dönemdir. Bir gecede “Yargı”1 öyküsünü yazdı, sonra Amerika romanını tezgâha aldı ve uzun öyküsü “Değişim”i bitirdi. Bu arada Alman kızı F. B.’ye âşık oldu. Ama evlilik konusunu hep erteledi ve beş yıl sonra nişanı bozdu. Dava ve Ceza Sömürgesi adlı yapıtlarını 1914’ten önce yazmıştır. Savaş sırasında devlet memuru olduğu için onu cepheye göndermediler. 1915 yılında Fontane Preis edebiyat ödülünü aldı. 1916 yılında, Max Brod’un üstü kapalı değindiği bir anlaşmazlık ve kargaşa yüzünden bir süre baba evini terk ederek Prag’daki “Kimyacılar” sokağında bir ev tuttu ve naçiz aylığıyla burada yaşadı. Bu sırada rahatsızlandı ve ciğerlerinde verem görüldü. 1917 yılında kan kusarken birkaç yıl boyunca erken ölüm kâbuslarını yaşadı. Ömrünün son yıllarında, fırsat bulunca yazmak için Berlin yakınlarında inzivaya çekildi. Bu arada kısa bir süre için de olsa Dora Dymant (Diamant) adında Polonya Yahudisi bir kızla aşk hayatı yaşadı. Savaştan sonraki kıtlık yıllarında Berlin son darbesini indirdi ona. Yiyecek bulamıyordu. Yakalandığı verem hastalığı şiddetlenince Avusturya’ya gitti ve 3 Haziran 1924 tarihinde, 41 yaşında iken Viyana yakınlarındaki sanatoryumda feci bir halde öldü.
Sadık Hidayet
Kafka’nın Mesajı [Sonraki>
Kaynak: Hidayetname
“Kafka’nın Mesajı” (“Peyâmi Kafka”) Sâdık Hidâyet’in ömrünün son yıllarında yazdığı eserlerden biri olup 1948 yılında yayımlanmıştır. Hidâyet bu yapıtını, İran toplumunun geleneksel ve en önemli totaliter düşüncesi olarak Tûde (Halk) Partisi’nin (Hizbi Tûde) düşüncelerinin revaçta olduğu ve bu düşüncelerin aydınlar kesiminin önemli bir kısmının zihnini kurcaladığı sırada kaleme almıştır.
Haseni Kâimiyân, Franz Kafka’nın (3 Temmuz 18833 Haziran 1924) in der Strafkolonie (Ceza Sömürgesi) adlı eserini Farsçaya çevirmiş, Sâdık Hidâyet de hemen hemen bu öykü ile aynı hacimde olan bir sunuş yazısı yazarak bu bölüme “Peyâmi Kafka” adını vermiştir. Eser genel olarak suçluluk sorununu işler. (M.K.)