Oğuz Atay: “Bir kenara ittiler beni; işimiz acele, seni bekleyemeyiz dediler”

oguz atayKöpeklerin orada burada, çöp tenekelerinin dibinde uyuduğu sokağa ulaştım. Evlere, bahçe parmaklıklarına baktım: Her yerde, bir fotoğrafın sessizliği vardı. Ana caddeye çıkan sokağa saparken birden vazgeçtim; benim sokağım gibi, evleri bir yerde biten ve çok uzaklarda, bir tepenin yamacında yeniden başlayan bir başka sokağa saptım. Burada tabiat uyanıyordu sanki, donukluk yoktu. Sonra basım döndü. (Gerçekten döndü.) Otların, ağaçların, tarlaların başladığı bir yerde, bir tasın üstünde oturmak zorunda kaldım.

Heyecanlarımı hep gelecekteki günler için saklamıştım; babam öldüğü zaman yeteri kadar üzülmemiştim, mezarın basında küçük ayrıntılara takılmıştım. Bir ağacı, kuşu filan seyrederken değil, düşünürken sevmiştim. Hayır belki de kendimi yaşanacak güzel günler için saklamamıştım: belki de sadece duygularımda her zaman biraz geç kalıyordum. Babam öldükten iki yıl sonra bir aksam üzeri, biraz üzülür gibi olmuştum. Bazı kitapların da yıllar geççikten sonra anlamlarını sezmeğe başladım. Babam ölmüştü. eski kitapları da okuyamazdım artık. Bu konularda kendime fazla etki edemedim. Kötü bir öfke kaldı geriye; bahçedeki otların düzenlenmesine yararı olmayacak acı bir öfke.

Bir kenara ittiler beni; isimiz acele, seni bekleyemeyiz dediler. (Oysa yıllarca beklemişlerdi beni; acele ettikleri söylenemezdi.) Bu kötü hayatı sanki doğmadan önce de yasamıstım; kendime yakıştırdığım yaşantıları doğmadan önce de okumuştum. Kötülüklerimin bile kendime, öz varlığıma ait olduğuna inanmıyordum. Belki yüzyıllardır, yüzbinlerce insan böyle kasvetli bir tabiatın ortasında, gizli mezheplerden tehdit mektupları alıyordu. Geçmişimi pek iyi bilemiyordum, bu insanları belli belirsiz hayal edebiliyordum; fakat, bu noktayı çok iyi biliyordum: Onlar bu olayı da değerlendirmesini bilmişler, gerçekten korkmuş, gerçekten acı çekmişlerdi; gerçekten çaresiz ve yalnız kalmışlardı. Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile bir gerçekliği vardı: Can sıkıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti.

Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yanyana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! Çok insan için söylendi ama, sana da uygulanabilir denilseydi. (Bu sözleri başkalarıyla paylaşmaya razıydım. Başka çarem yoktu.) Kendime gerçekten acıyabilseydim, gerçekten ümitsiz olsaydım. (Olumlu durumları aklıma getirmeye cesaretim yoktu.) Sonra yavaş yavaş, adım adım doğrulurdum.

Sabah oluyordu, pencerenin dışındaki karanlık azalıyordu. Sokağa çıksam dedim. Belki eski böceklerimden birini görürüm ya da gökyüzünü öyle bir kızıllık kaplar ki, bulutlar bana acıyıp öyle gölgeler salarlar ki, ben bile güzel bulurum tabiatı; göğsümden yukarı doğru bir şeyler hissederim.

Belki bir duvarın dibinde küçük bir yeşilliği, kurumuş bir diken yığınını, başka bir ışık altında görünce severim. (Bir keresinde böyle bir olay basımdan geçmişti de.) Sokak kapısını yavaşça açtım, evde bulunan birini uyandırmaktan çekinir gibi sessiz adımlarla dışarı çıktım. (Beni görmediler herhalde. Kimler?) Yolumu görebiliyordum. Bir süre hiç gözümü kırpmadan gökyüzüne baktım; karanlığın uzaklaşmasını, renklerin ağarmasını izlemek istiyordum.

Fakat bunu beceremedim galiba; arada başka şeyler de düşünmüş olmalıyım ki havanın birden aydınlandığını gördüm. Bos sokakta, yavaş olmasına çalıştığım bir yürüyüşle dolaştım. (Belki de sokağımda dolaşmak, dışarı çıkmak sayılmazdı.) Sonra gizli mezheple ilgili düşüncelerimin biraz hafiflediğini sezdim; bunu kaçırmak istemedim. Köpeklerin orada burada, çöp tenekelerinin dibinde uyuduğu sokağa ulaştım. Evlere, bahçe parmaklıklarına baktım: Her yerde, bir fotoğrafın sessizliği vardı. Ana caddeye çıkan sokağa saparken birden vazgeçtim; benim sokağım gibi, evleri bir yerde biten ve çok uzaklarda, bir tepenin yamacında yeniden başlayan bir başka sokağa saptım. Burada tabiat uyanıyordu sanki, donukluk yoktu. Sonra basım döndü. (Gerçekten döndü.) Otların, ağaçların, tarlaların başladığı bir yerde, bir tasın üstünde oturmak zorunda kaldım.

Gözlerimi kapadım. Bir motor gürültüsüyle kendime geldim. Hayır, uyumamıştım, bayılmamıştım. Geriye doğru düşündüm: Tasa oturduktan sonra geçen bütün zamanı hatırladım, bir rüya hatırlamadım. Hayır, kendimden geçmemistim. Gözlerimi açtım: Bir kamyon duruyordu çok yakınımda. Şoför mahallinden, şoförün yanından, yuvarlak bir yüz uzandı bana doğru: Hasta mısın bey? Kamyonun arkasına baktım: Ameleler gördüm, yüzleri bana doğru. Beni seyrediyorlar. Basımı salladım. (Ne de olsa bir ilgiydi.) Evin yakın mı? Seni götürelim bey. Konuşmak gerekiyordu: Siz nereye… Bir kağıt uzattı camdan. Bir adres: Benim sokağım.

Ne isiniz var orada? Kağıda baktım gene: Benim evin yanında. Biz yıkıcıyız bey. Amelelerin elindeki kazma küreği gördüm, yerimden doğruldum. Yeni bir bina yapılacak oraya. Eskisini yıkacağız. Nasıl olur? Bir sigara uzattı. (Bu sigara da acı gelir ağzıma.) Aldım. Yeni izin çıkıyor buralarda dört kata. Evde oturanlar? Tasınmış beyim, öyle söylediler. Nasıl olur? (Olabilir.) Sigara yeniden basımı döndürdü: evin önünde kamyon fren yapınca az kalsın basımı ön cama çarpıyordum. Teşekkür ederim. Evin önünde kaldım. Dört gündür çalışıyorlar. Ne de olsa insan, hareket ediyor: Onları seyrediyorum. Yandaki evi parça parça ediyorlar. Kasap gibi: Etleri (cam, kapı, kiremit gibi ise yarayan parçalar) bir kenara güzelce ayırıyorlar; kemikleri (tuğla, sıva harç gibi) kamyona doldurup ilerde bir yere döküyorlar. Bu benzetmeyi bas yıkıcıya söyledim (kendisi bulunmadığı zaman yerine yardımcı yıkıcı bakıyordu); güldü, “Nerden akıl ettin bey?” dedi. (Tabii, ben aydın bir kişiyim; böyle küçük buluşlarla ayakta duruyorum.) Ortalık toza bulanıyordu, iki bahçeyi ayıran çalılıklar tozdan sararıyordu; fakat, bir hareket vardı, insan vardı.

O sıralarda bunu önemsemiyordum tabi. Benim bütün gün onları seyretmeme biraz sasıyorlardı. Bir isim yok muydu? Yıllık iznimi almıştım. Bir yerlere gidip gezemez miydim? Kaç yıldır beklediğim bir fırsattı bu: Evimi düzene koymak istiyordum. Biraz da onlara karsı utandığım için, bahçede çalışmağa başladım; bazı otları söktüm. Ayrıkotu denilen bir ot vardı ki, anlatıldığına göre toprağın bütün gücünü alıyordu. İnsan toprağa elini uzatınca, ilk bakışta bu otun hainliğini anlayamıyordu. Oysa, yere yapışık saplar uzayıp gidiyordu; çok ayaklı bir sürüngen gibi, köklerini toprağa saplayarak yürüyordu. Onları izlemenin sonu yoktu; fakat, öteki bitkiler soluk alacaktı bu kökleri sökersem. Sonra, (bas yıkıcının söylediğine göre) otlar bu kadar yükselmemeliydi; bir kere güzel değildi, ayrıca toprak bu kadar yüksek bir çimeni besleyemezdi. (İnsanlar neler biliyordu!) Bir bas yıkıcı kadar olamıyordum. Bana bir gün de küçük bir saksı getirdi: İçinde ufak tefek, silik bir yeşillik vardı.

Korkarak uzattım elimi. Korkma ısırmaz, dedi. (Onun bulduğu söz ne kadar gerçekçi değil mi? Benim kasap-et benzetmemin zavallı gülünçlüğü yanında, yerine oturmuş bir mizah eseriydi.) Yok ondan değil; ya bakamazsam? Sorumluluk bu. Ben bu yüzden evlenmedim; çocuklarıma bakamam diye korktum. Güldü. (Bas yıkıcıda bu taraf eksikti: Benim gibi, kendisiyle alay etmesini bilmiyordu. Ne yapsın? Ben de kendim bulamamıştım bunu; yabancıların yazdıkları kitaplardan öğrenmiştim.) Yıkım isi bitmişti. Bir gün baş yıkıcı da gelmedi, onun yerini baş kazıcı aldı. Bas kazıcının da bir kamyonu vardı. Bu isi pek sevmedim. Artık bir arsa haline gelen komşu evin tabanını, dünyanın merkezine doğru kazmağa başladılar. Sağda solda bir iki kırıntı kalmıştı yıkıcılar döneminden.

Oğuz Atay
Korkuyu Beklerken

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz