SADIK HİDAYET: BÜTÜN SAKATLIKLAR, ÇOCUK YAŞTA BEYİNLERİMİZE DOLDURULAN HURAFELERDEN…

Demek istediğim; kötü eğitiliyoruz biz. Bütün sakatlıklar, daha çocuk yaşta beyinlerimize doldurulan, herkesi öbür dünyaya yönlendiren hurafelerden kaynaklanıyor. Bu dünyayı bırakıp mevhum bir fikre yapışmışız. Öbür dünyadan dönüp de bize haber getiren var mı acaba? Anamızdan doğduk mu, ölene kadar ahiretimiz için ağlıyoruz. Yaşamak mı denir buna?

Verâmin Geceleri

Papital yaprakları arasındaki bir fener, taş döşemeleri kapıya kadar gelen bir kapıyı aydınlatmıştı. Havuzun suyu kıpırdamıyor, koyu renkli yaşlı ağaçlar baharın bu ılık ve nemli gecesinde birbirine dolanmış, suskun ve itaatkâr görünüyordu. Az ötedeki sundurmada üç kişi masa başında oturuyordu. Genç bir erkek, genç bir kadın, on sekiz yaşında bir kız. Köpekleri Mişki de masa altında uyuyordu. Ferengis, lamba ışığında sedef destesi parlayan zarif bir tar tutuyordu. Başını öne eğmiş, gözünü yerde bir noktaya dikmişti. Gülümser gibiydi. Elinde eğreti duran tarın ince tellerinden yanık bir melodi dökülüyordu. Sazın kesik kesik sesleri havada dalgalanıyor, titriyor, daha önceki ses boğulup kaybolmadan tarın tellerine bir mızrap daha iniyordu. Ferengis’in niçin hep hümayun şarkısını çaldığı belli değildi. Ya bunu daha iyi biliyor ya da daha çok hoşlanıyordu.

Daldaki bir baykuş da saz sesinin yankılanması gibi inliyordu. Feridun elini kaba cepkeninin cebine sokmuş, yarısına kadar yanan sigara dumanının kaygan, mavi kıvrımlarına bakıyordu. Sıradan şarkılardan hemen bıkardı ama yüzlerce defa dinlemiş olmasına rağmen bu şarkıya istekle kulak veriyordu. Hele hele tan çalan Ferengis olunca. Ve elinde olmadan mazide kalıp silinmeye yüz tutmuş anılar tekrar canlanıyor ve sinema şeriti gibi gözünün önünden geçiyordu.

Gülnaz mahmur ve uykulu gözlerle üstadının ellerine ve parmaklarına özlem duyarak bakıyordu. Çünkü Feridun onun saz çalacağına inanmıyordu. Fakat işe gittiği günler Ferengis gizlice Gülnaz’a tar meşk ettiriyordu.

Feridun İsviçre’den döneli iki yıl olmuştu. Babadan kalma mülkünde köy ve çiftlik hayatı sürdürüyordu. Bu yaşam tarzı onun tabiatına göreydi. Zaten Avrupa’da ziraat öğrenimi görmüştü. İşine o kadar sıkı sarılmıştı ki köyündeki verim beş katına birden ulaşmıştı. Arazisi Verâmin’de ve Tahran’a yakındı ama gezmek için yılda üç kez bile şehre inmezdi. Üstünde açık yakalı mintanı, kahverengi kaba cepkeni ve ayakkabılarıyla gün boyu köylüsüyle uğraşır, onlara yol gösterir, köyünün bayındırlığı ve temizliği için çalışırdı. Tek mutluluk kaynağı, her işine koşan yardımcısı ve karısı Ferengis’ti. Sabah erkenden uyanır ve bir dakika boş durmazdı. Karı koca arasında böylesi bir bağlılığa pek az rastlanırdı. Bir kere olsun araları açılmamış, birbirlerine kırılmamışlardı. Üstelik çok kısıtlı bir yaşantıları vardı. Feridun’un Ferengis ve üvey kızkardeşi Gülnaz dışında eşi dostu da yoktu. Üçü bir arada bu çiftlikte sakin ve sade bir hayat sürüyorlardı.

Evleri iki binadan oluşuyordu. Biri eski ev, diğeri Feridun’un yaptırdığı iki katlı güzel villaydı. Ferengis iki binayı da temiz ve hoş görünür bir ev haline getirmişti. Bahçeye girildi mi gül kokusundan geçilmezdi. Yeşillikler terütazeydi. Her yer yıkanmış, süpürülmüştü. Papital duvarlara tırmanmıştı.

Üçü de saza dikkatlerini verdikleri sırada ansızın duvar saati dokuzu çaldı. Feridun kol saatine baktı. Tar da susmuştu zaten. Ferengis tarı bıraktı ve olağan dışı bir ağrıdan kaçınırmış gibi elini kalbine koydu. Dişlerini sıktı, alnında ter taneleri belirdi. Benzinin solduğunu fark etmişti Feridun ama, Ferengis soğukkanlı bir görünüm sergileyerek zoraki gülümsedi. Uykusu gelen Gülnaz kalktı, sundurmanın merdivenlerini ağır ağır indi. Uzaktan, bahçıvanla konuşan, Gülnaz’ın dadısının sesi geliyordu.

Feridun sessizliği bozdu:

— Ferengis, biliyor musun, kendini zorlamaktan kalbini harap ettin! Bu durum hoşuma gitmiyor. Bir süre dinlenmelisin. Sahi, düzenli olarak içiyor musun ilaçlarını?

Ferengis biraz durduktan sonra umursamazca:

— Neye yarar? Altı aydır çeşit çeşit ilaç içiyorum. Bunlar insanı daha da kötü yapıyor.

— Demem o ki biraz kendini kolla. Bu evde kimse senin kadar çalışmıyor; hem de şu hasta halinle!

— İyiyim şimdi; bir şey yok; geçer.

— Yarın doktora gidelim mi? Gerçi bu doktorların da bir şeyden anladığı yok. Hep işi yokuşa sürüyorlar. İşleri güçleri para kazanmak.

— Kaderde ne yazılıysa, o olur.

Feridun’un sabrı taştı:

— Kader kısmet laflarından usandım artık! Neden aslı astan olmayan şeyler söylüyorsun?

Ferengis:

— Geçen gece de öbür dünyayı inkâr etmemiş miydin sen? Hepten Avrupalı kesilip ne var ne yok sildin bir kalemde!

Feridun:

— Bunun Avrupalıyla filan ilgisi yok. Demek istediğim; kötü eğitiliyoruz biz. Bütün sakatlıklar, daha çocuk yaşta beyinlerimize doldurulan, herkesi öbür dünyaya yönlendiren hurafelerden kaynaklanıyor. Bu dünyayı bırakıp mevhum bir fikre yapışmışız. Öbür dünyadan dönüp de bize haber getiren var mı acaba? Anamızdan doğduk mu, ölene kadar ahiretimiz için ağlıyoruz. Yaşamak mı denir buna?

Ferengis kaygıyla:

— Düşünüyorum da, bu kadar sevgi dolu, iyi huylu biri olmana rağmen nasıl oluyor da hiçbir şeye inanmıyorsun?

Sâkin ve mutlu yaşamlarındaki tek ihtilaf bu sorundu. Feridun hiçbir şeye inanmazdı. Büyükannesi tarafından eski kafalı yetiştirilen Ferengis ise diretiyor ve fikrini ona kabul ettirmek istiyordu.

Fakat her defasında omuz silken Feridun gülümseyerek:

— Bak, başa döndük yine işte. Bu konulara girmek istemiyorum. İnsanların iyi ve kötü olmalarının dinle, inançla yok bir ilgisi. Bütün karışıklıklar din adamlarının başının altından çıkmış. Hep din savaşları. Haçlı Savaşları da keşişlerin başının altından çıkmış.

Ferengis pes etmedi:

— Ben senin gibi hazırcevap değilim. Ama yüreğim de tanıklık ediyor. Bu dünyadan başka bir şey daha var. Öbür dünya olmasa, insanlar nasıl rüya görürdü? Kendin söylüyordun manyetizma ile insanı uyutuyorlar diye. Hani o Fransızca kitabında ruhun resmini göstermedin miydi bana? Avrupalılara inanıyorsun ya!

Feridun yanıt verdi:

— Kim demiş canım? Avrupalının yazdığı her saçma şey doğru olacak diye kaide mi var? Bunlar Avrupa’daki yaşlı kadınları inançları.

Tekrar kol saatine baktı ve esneyerek:

— Saat dokuz buçuk.

Birlikte kalktılar. Ferengis masayı topladıktan sonra kocasının peşinden merdiveni çıktı. Yarım saat sonra lambalar sönmüş ve arada bir inleyen baykuş dışında herkes uykuya dalmıştı.

* * *

İki ay sonra saçları dağılmış, vücudu cılızlaşmış, yüzü solgun, çukura batmış göz kenarları morarmış Ferengis yatağa düşmüştü. Ne uyuyabiliyor, ne bir şey yiyebiliyordu. Zaman zaman yüreği boşalır gibi oluyor, kuru kuru öksürüyordu. Dudağında renk kalmıyor, soluğu kesiliyor ve kıvranıyordu. Gece yarısı korkunç kâbuslarla uykusundan sıçrıyor, çığlıklar atıyordu. O kadar acı çekiyordu ki bir defasında “Digital” şişesini başına dikmek istedi. Tam o sırada Feridun yetişmese, huzura kavuşmuş olacaktı.

Feridun gece gündüz demeden uçuk benzi, perişan görünümü ve uykulu gözleriyle yatağın yanındaki koltukta oturuyordu. Bir dakika durduğu yoktu. Ya Ferengis’in nabzını sayıyor ya vücut sıcaklığını bir kâğıda not alıyor, doktora koşturuyor veya kaşık kaşık şurup içiriyordu. Ne zaman Ferengis’in kalbi sıkışsa, dünyası kararıyordu.

Bir gün akşam üstü Feridun, Ferengis’in başucunda oturmuş, gözünü onun zayıf yüzüne dikmişti. Lambanın ışığında karısının yarıya kadar açılmış uzun kirpiklerine bakıyordu. Gülümsüyor gibiydi sanki ve ağır ağır nefes alıyordu. Yarım saattir komadaydı. Ferengis ansızın gözlerini açtı ve çılgınca mırıldanmaya başladı:

— Güneş… Peki güneş nerede?. . Hep gece, hep karanlık gece… Ağaçların duvardaki gölgelerine bak… Ay doğmuş… Baykuş inliyor.. Açın kapıları… Kırın.. Yıkın duvarları… Burası zindan… Zindan… Dört duvar arası… Yeter, yeter, boğuldum! Hayır, kimsem yok benim. Tar çalalım… Tarı getir buraya, sundurmaya… Tuh.. tuh şu hayata!..

Yüksek sesle güldü, çılgınca bir gülüşle. Başını yaklaştırdı ve omuzlarını ovarken “Sakin ol.. Sakin ol” diyen Feridun’a çevirdi dolu dolu olmuş gözlerini. Olağanüstü çaba harcarmış gibi boğuk bir sesle:

— Ben ölüyorum ama öbür dünya var… Sana ispat edeceğim.

Sonra kalbi yavaşladı, zangır zangır titredi. Feridun koştu, damlalıkla fincanda ilaç hazırladı. Ama ilacı içirmek için geri döndüğünde iş işten geçmişti. Dişleri kilitlenmiş, vücudu soğumaya başlamıştı.

Feridun onu kucağına aldı. Hem öpüyor, hem gözyaşı döküyordu. Korkuyla odaya giren Nesteren Bacı dili tutulmuş, dövünmekteydi. Bütün köylüler mateme büründü. Bu arada durumunda herhangi bir değişiklik olmayan tek kişi Gülnaz’dı. Mahmur ve alıcı gözlerle herkesi süzüyor, çok sıkıldığı için küçük ipek mendilini çıkarıp gözüne tutuyordu.

Bu olay hassas yapılı ve sevecen biri olan Feridun’u yıktı. İşini gücünü bıraktı. Gün boyu koltukta oturuyor ve o perişan haliyle eski anılar gözünde canlanıyordu. İki haftadır aynı şaşkınlık ve keder içinde yas tutuyordu. Faltaşı gibi açılmış gözleriyle hiçbir şeyi hissetmiyormuş, görmüyormuş gibi bir hali vardı. Oysa çevresinde olup bitenleri pekâlâ görüyor ve sürekli vicdan azabı çekiyordu. Üvey kardeşi Gülnaz ve Nesteren Bacı ona bir şeyler içiriyorlardı. Derken yavaş yavaş melankoliye kapıldı. Odasında bir başına konuşmaya, abuk sabuk şeyler söylemeye başladı. Sonunda karısının akrabalarından biri geldi de muayene için onu Tahran’a götürdü.

Feridun kendini biraz iyice hissettiği gün ikindi vakti Verâmin’e gitmek üzere bir araba tuttu. Evinin önünde indiğinde hava kararmış, gökyüzü parçalı bulutlarla kaplanmıştı. Birkaç dakika kapıyı çaldı. Neden sonra uzaktan ayak sesi geldi. Kapının sürgüsü gıcırdadı ve kapı açıldı. Elinde feneriyle iki büklüm Nesteren Bacı kapıda göründü. Feridun’u görür görmez irkilerek geri çekildi:

— Bey.. Bey. . Siz miydiniz?

Feridun:

— Hasan nerede yahu?

— Gitti Bey. .. hepsi gitti!

Feridun adamakıllı afallamıştı. Başını öne eğip bahçeye geçti. Çiftlik evine giden yolun başında durdu. Evini görünce yine yarası tazelendi. Bir süre ikirciklendikten sonra villasına doğru yürümeye başladı. Fenerin yere vuran ışığında bir uzayıp bir kısalan gölgesine bakıyor, kurumuş ağaç yapraklarını çiğniyordu. Her yer tertipsiz, süpürülmemiş, karman çorman ve korkunçtu. Havuzun suyu azalmıştı. Sundurmaya yaklaşınca Nesteren Bacı’nın elinden feneri kapıp aceleyle merdiveni tırmandı. Birisi tarafından izleniyormuş gibi oturma odasına kendini atıp kapıyı kilitledi. Masanın üstü bir karış toz olmuştu ve her yer her yerdeydi. Önce pencereyi açıp içeriyi havalandırdı. Sonra masa üstü lambasını yakıp koltuğa bıraktı kendini. Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Eşyalara merakla bakıyordu ilk kez görüyormuşçasına.

Ansızın yavaş yavaş kapı açıldı ve yüzü kırış kırış, beli iki büklüm olmuş Nesteren Bacı içeri girdi.

— İyisiniz ya inşallah!

Feridun başını salladı.

— Bey niçin haber vermeden geldiniz? Akşam yemeği olarak ne yiyeceksiniz?

— İstemem; yedim.

Nesteren Bacı kurnazca bir eda ile:

— Allah hiçbir evi sahipsiz koymasın. Bey, bir bilseniz, neler çektik neler! Hepsinden beter! Aman Allahım!

Feridun korkarak:

— Neler oldu?

— Beyim anlatacaklarım size hiç de iyi gelmez.

Feridun çıkışarak:

— Söylesene yahu, n’oldu?

Nesteren Bacı korku içinde:

— Beyim, bir ay oluyor; siz yoktunuz yani. Herkes yattı mı bir saz sesidir geliyor. Tıpkı o, Bey; Ferengis Hanım tar çalıyor adeta!

Feridun:

— Neler diyorsun sen? Aklın başında mı senin?

Bu cümleyi sesi titreyerek söylerken korkusu belli oluyordu.

Nesteren Bacı:

— Durup dururken şu ak saçlarımla yalan söyleyecek halim yok. Uydurmuyorum; cümle âlem biliyor zaten. Artık kimse durmaz bu evde. Bahçıvanla Hasan kaçtı. Gittim, kendim ve Guli Hanım için muska aldım. İyi saatte olsunların ilişmelerinden korktum. Beyim, önce köpeğimiz Mişkî öldü. Hadi, bir kazadır, öleceği varmış, öldü dedim. Ama sonra aynı saz, tıpkı Hanım’ın çalışı gibi! Herkes diyor ki bu evi cinler sarmış!

Feridun sordu:

— Öbür binada kim var? Geceleri kim yatıyor orada?

— Eskiden olduğu gibi Guli Hanım’la ben kalıyoruz.

— Bahçeye açılan salonun anahtarı kimde?

— Guli Hanım’da. Sobanın üstüne bırakmış. Beyim, hepimiz matemliyiz. Kimse böyle yerli yersiz saz çalmaz. Salona girmeye bile cesaret edemez.

Feridun sabırsızca sordu:

— Gülnaz ne diyor peki?

— Vallahi Beyim, Guli Hanım’ın telaşlanmasından korktum. İyi kız, genç kız. Ona belli etmedim. Bu akşam başı ağrıyordu, gitti yattı. Maşallah uykusu da pek ağır, top atsan uyanmaz. Geleceğinizi bilse asla yatmazdı çocukcağız. Şimdi de onu yalnız bırakmaya korkuyorum.

Sonra sallana sallana giderek feneri aldı, kapıdan dönerek:

— Bey, akşam yemeği yediniz mi? Yatağınızı hazırlayım mı?

— Gerek yok; sen işine bak; yalnız bırak beni.

Bin türlü kuruntu, ipe sapa gelmez düşünce takıldı Feridun’un aklına. Mırıldanıyordu kendi kendine:

“Geceleri Ferengis gibi tar çalıyorlar. Uşakla bahçıvan gitmiş! Köpoğlu!”

Güçlükle nefes alıyor, gözünün önünde hayaletler raks ediyordu. Üstüne Hazreti Süleyman’ın resmi işlenmiş duvar halısına ilişti gözü. Sarıklı üç kişi tahtının yanında el pençe divan duruyorlardı. Fonda ejderhalar, hayali yaratıklar, bellerinde kırmızı şallı, siyah benekli gülünç devler vardı. Eskiden onu güldüren bu resim şimdi canlanmış ve korkutmaya başlamıştı. Gayri ihtiyari kalktı, odada boylamasına birkaç adım yürüdü. Bitişik odanın kapısında durdu, kolunu çevirdi. Kapı açıldı. Karanlıkta iki parlak gözün ona dikili olduğunu görünce yüreği küt küt atmaya başladı. Gerisin geri gitti; feneri alıp yaklaştırdı. O sırada cılız bir kedinin kırık camdan dışarı atladığını görünce rahat bir nefes aldı. Burası Ferengis’in özel odasıydı. Masanın üstünde duran vazodaki çiçekler kurumuştu. Yaklaştı, çiçekleri parmakları arasında sıkıştırdı. Ufalanan çiçekler masanın üstüne dökülürken gözleri dolu dolu oldu. Menekşe kokusu yayılmıştı odaya; Ferengis’in sevdiği kokuydu bu. Kanepenin altında terliklerini gördü. Mavi şeritli peçesi perde çivisine asılıydı. Hiçbirine el sürülmemiş, tabii halinde kalmıştı ama sahibi orada yoktu. Hayır, inanamıyordu Ferengis’in öldüğüne. Her an kapıyı açıp odasına girebilirdi! Birden sobanın üstündeki saate ilişti gözü. Korkudan çığlık atmak istedi. Saat yediyi on gece durmuştu. Ferengis’in kollarında can verdiği saatti bu. Vücudundan soğuk terler boşandı. Feneri alıp kendi odasına döndü. Bir daha dönüp bakmaya korkuyordu. Bir sigara yakıp koltuğa attı kendini.

Bu acı düşünceler kafasını boşaltmış, vücudunu işlemez hale getirmiş, iradesini yitirmişti. Yine Nesteren’in sözünü hatırladı: “Ferengis’in eşi geceleri tar çalıyor.” Karısının ölüm ânı geldi aklına. Vasiyette bulunacak yerde tehditkâr bir üslupla “Ben ölüyorum ama öbür dünya var. Sana ispat edeceğim!” demişti.

“Ruh mu acaba? Belki de onun ruhu. Öbür dünyayı ispat etmek için geliyor ve öteki dünyanın gerçek olduğunu bana anlatmak istiyor. Ama ruh nasıl tar çalar?”

Yerinden kalktı; duvardaki raftan Fransızca ruh çağırma kitabını aldı. Kitabın tozunu üfledikten sonra oturup rastgele sayfaları çevirmeye bayladı. Gözü şu cümleye ilişti: “Ruh çağırma meclislerinde hafiften bir saz çalınırsa, ruhun görünmesine yardım eder.” Yine sayfaları çevirdi. Bir başka yerde şunlar yazılıydı: “Ünlü İtalyan ruh çağırıcı Oza Piapalladino trans haline geçince, arkasındaki perde şişip yaklaşıyordu. Kapıdan, duvardan fiske sesleri geliyor, masa sarsılıyor, iskemle dans ediyor, mandolin havada asılı kalıyor ve ruhlar onunla melodi çalıyorlardı.”

Kitap elinden düştü; gizemli bir kuruntu ve ürküntüye kapıldı.

“Ruh saz çalar mı acaba? Doğru mu bu? Geceleri gelip saz çalıyor. Öbür dünya var galiba! Hümayun’u çalıyor. Hayır, hayır, o kadar da basit değil” diye mırıldanıyordu. Yine o sırada yalnız olmadığını, Ferengis’in ruhunun yakınlarında bir yerde olduğunu, muzaffer bir eda ile ona güldüğünü hissetti.

Pencereden, geceleri tar çalınan karşıdaki binaya baktı. Yine mırıldandı kendi kendine: “Ben de kocakarıların laflarına inanıyorum! Daha ne bir ses duydum, ne bir şey oldu. Belki de Nesteren uydurdu. Öbür dünyadan da midem bulanıyor. Ölülerde de dirilerdeki aynı zayıf taraflar, aynı meşgaleler, aynı şehvet ve düşünce varsa, onlar da dambır dambır tar çalarlarsa, yeryüzündeki pislikleri onlar da yaparsa… ne çocukca! İnsanların bunları avunmak için yapmadıkları ne malum!? Bu hastalık beni zayıf düşürdü aslında. Yarın sabah şu sırrın perdesini kaldırmalıyım. Tarı odaya getireyim bakalım, kim çalıyormuş.”

Bu sırada uzun bir vızıltı şekerlemesini böldü. İrice bir sineğin kendini çılgınca gaz lambasının şişesine sokmaya çalıştığını gördü. Lambanın fitili onu aşağı çekip duman veriyordu. Kalkıp bir sigara daha yaktı. Gaz lambasında gaz kalmamıştı. Üfleyip lambayı söndürmesiyle oda karanlığa gömüldü. İçinde bir huzur hissediyordu.

Koltuğu pencerenin yanına çekti. Pencere pervazına elini dayayıp dışarıya bakmaya başladı. Karanlık ve gizemli bina tam karşısındaydı. Kurumuş yaprakları o yana bu yana sürükleyen rüzgârın sesi geliyordu. Ağaç gölgeleri koyu, kapkara bir dumana benziyordu. Çıplak dalları ise umutsuzca açılan eller gibi bomboş gökyüzüne uzanıyordu.

Karmakarışık, korkunç düşünceler akın etti birden. Derken kurşuni bir karaltı ilişiverdi gözüne. Ağaçların arasından usul usul süzülüyor, bazen duruyor, tekrar hareket ediyordu. Bu karaltı nihayet eski binanın arkasında gözden kayboldu. Feridun’un gözleri yuvasından fırlamış, olduğu yerde donakalmıştı. Başı ağrıyordu. Yorgun, bitkin bir haldeydi. Yavaş yavaş düşünceleri silindi ve gözleri kapandı.

Rüyasında, Marsilya limanında, pis ve basık bir pavyondaydı. Gemiciler, haydutlar ve Cezayirli kılıksız Araplardan oluşan bir güruh masa başlarında şarap içip konuşuyorlardı. Kırmızı atkılı ve kirli yün gömlekli iki kişiden biri banjo, diğeri bir başka enstrüman çalıyordu. Aşırı makyajlı, kırmızı dudaklı pasaklı kadınlar serseri takımıyla dans ediyorlardı.

Ansızın kapı açıldı ve eli, haydut kılıklı, baldırıçıplak bir arabın boynunda Ferengis içeri girdi. Gülüşüp onu gösteriyorlardı. Feridun yerinden kalktı. O sırada herkesin kalkıp iskemleleri birbirlerine atmaya başladıklarını gördü. Şarap kadehleri yere düşüp kırılıyordu. İçeri giren Arap, abasının altından bir bıçak çıkardı, birinin yakasına sarılıp çekti ve başını kesti. Ama elinde tuttuğu ve sürekli kanayan kesik baş korkunç sesler çıkararak gülüyordu. Bu sırada ellerinde tabanca üç polis girdi içeri ve oradakileri önlerine katıp çıkardılar. Feridun şaşkınlığından donmuş kalmıştı. Dikkatle bakınca, Ferengis’i de orada gördü. Lüle lüle siyah saçlarını salmıştı ve her zamankinden daha zayıftı. Gitti, masanın üstünden enstrümanı aldı ve bitkin haliyle Hümayun’u çalmaya başladı. Enstrümanın tellerini çekerken gözünden yaşlar boşanıyordu.

Feridun korkuyla uykusundan sıçradı. Vücudundan soğuk terler boşanırken ilkin kâbus gördüğünü düşündü, gözlerini ovuşturdu. Ama saz sesini işitiyordu yine. Saz sesi kesik kesik ağlayışlar gibi dalgalanıyordu havada. İşittiği her ince ve kalın ses vücudunu zerrelerine kadar parçalıyordu. İniltiye benzer, boğuk ve çirkin bir ses geliyordu kulağına. Ferengis’in sevdiği Hümayun şarkısıydı bu.

Griye çalan bulut kümeleri sabahın yaklaşmakta olduğunu bildiriyor, serin bir rüzgâr esiyordu. Ufukta koyu mor dağların gölgeleri belirmişti. Tavladan eşinen bir atın ayak sesleri geliyordu.

Feridun yerinden kalktı. Ayaklarının ucuna basa basa, koridordaki basamaklardan indi. Gözü karanlığa alışınca, sundurmanın merdiveninden inerek olanca ihtiyatıyla eski binaya gitti. Saz sesini çok iyi duyabiliyordu. Kalbi, atışlarını hissedecek kadar şiddetli çarpıyordu.

Nesteren Bacı’nın oda kapısını açtı, koridora açılan öbür kapıdan çıktı. İyice kulak kabarttı; saz sesi kesilmişti. On adım ötesinde saz çalınan salonun kapısı vardı. Daha da yaklaşıp anahtar deliğinden içeri bakınca şaşkınlığı biraz daha arttı. Masada bir şamdan yanıyordu ve kapının sürgüsü çekili değildi. Bu arada birbiriyle konuşan iki kişinin sesini işitti. Gayri ihtiyari kapıya abandı. Bir tahtanın çatırdaması, bir şeyin yere düşüş sesi ve odadan korkunç bir çığlık sesi geldi. Feridun yumruklarını sıkarak odaya daldı ama gördüğü manzara karşısında dondu kaldı.

Gri elbiseli, kızıl suratlı, kalın enseli, kaba saba bir adam kanepeye kaykılmıştı. Öncekinden daha güzel ve toplu olan Gülnaz üstünde geceliğiyle, saçları dağınık vaziyette ayakta duruyordu. Ferengis’in enstrümanı ayağının önünde yere düşüp kırılmıştı. Küçük, fıldır fıldır gözlü adam Feridun’u tepeden tırnağa süzdü, bir şey demeden kalktı, başını öne eğdi, kamburlaşmış sırtıyla, ağır ağır yürüyerek bahçeye açılan kapıdan çıktı.

Feridun ellerini beline dayamış, kahkahalar atıyor, korkunç gülüşlerle kıvranıyordu.

Kapı önünde toplananlardan kimsede içeriye girecek cesaret yoktu. Gülmekten ağzı köpüren Feridun yere öyle bir düştü ki avize bile birkaç dakika süreyle sarsıldı.

Herkes Feridun’a cinlerin iliştiğini sanıyordu ama aslında çıldırmıştı o.

Sadık Hidayet
Kaynak: Alacakaranlık
Farsça Aslından Çeviren: Mehmet Kanar, YKY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir