Osmanlı devletinde din, bir baskı ve istibdat unsuru muydu? – Sevan Nişanyan

Osmanlı yönetiminin tarikat olgusuna karşı tavrı hiçbir zaman bütünüyle olumlu olmamıştır. Fatih döneminde tüm tarikatlere yöneltilen baskıların benzeri gerçi daha sonraları görülmemiştir; fakat örneğin Yavuz, Kanuni ve IV. Murat zamanlarında çeşitli tarikatlerin şiddetli takibe uğradığı bilinmektedir. II. Mahmud devrinde Bektaşilik yasaklanmış…

Tarihin çeşitli dönemlerinde dinin, istibdat rejimleriyle uzlaşmış, ve hatta istibdat rejimlerine ideolojik meşruiyet sağlamış olduğunu inkâr edemeyiz. İslam dininin özellikle Sünni kanadının, siyasi iktidarla uzlaşma konusunda son derece güçlü birtakım eğilimlere sahip olduğu da kabul edilmelidir. Bundan, dinin, istibdada karşı yetersiz bir dayanak olduğu sonucunu çıkarmak mümkün olabilir.

Ancak bu gözlem, tek tanrılı dinlerin tarih boyunca oynamış oldukları çok daha derin ve kalıcı bir başka rolü gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Tek tanrılı dinlerin – devleti ilahlaştıran eski Mısır, Roma ve Çin dinlerinden farklı olarak – temel özelliği, devletten bağımsız ve devletten üstün bir otorite kaynağı kabul etmeleridir. Böyle bir otoritenin mevcudiyetinden doğan başlıca objektif sonuç ise, devleti yönetenlerin özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Hükümdardan ayrı bir Tanrı’nın hüküm sürdüğü yerde, hükümdarın gücü hiçbir zaman mutlak olamaz.

Bundan ötürü, tarihte devlet gücüyle mutlak hakimiyet kurmayı tasarlayan zorbaların tümü, ya a) dini siyasi iktidarın kontrolüne sokmaya gayret etmişler, ya da b) dinin örgütlü gücünü ve etkisini yok etmeyi denemişlerdir. Roma imparatoru Konstantin, İngiliz kralı VIII. Henry, Fransa kralı XIV. Louis, Rus çarı Büyük Petro, Osmanlı padişahı II. Mahmud, İtalya diktatörü Mussolini birinci yaklaşıma; Robespierre, Lenin, Hitler ve Mao ise ikinci yaklaşıma örnektir.

Osmanlı devletinde dinin kısıtlayıcı rolü

Osmanlı hükümdarlarının (ve hükümdar namına güç kullanan askeri sınıfın) görünürde mutlak olan hakimiyetini kısıtlayan faktörlerin başında, İslam dininin çeşitli değer ve kurumları bulunur. Bunlardan birkaçına kısaca değinelim:

1. Ahlak: Din her şeyden önce bir ahlaki yargılar sistemidir. Siyasi konularda ne kadar çekingen olursa olsun, ve hükümdara ne kadar esnek bir eylem alanı tanırsa tanısın, bu sistemin, iktidarın keyfi muamelelerine karşı bir çeşit “kamuoyu” (veya kamu vicdanı) yaratacağı muhakkaktır.

Osmanlı sultanlarının kılıç kuşanma merasiminde, bir din görevlisinin sürekli hükümdarın kulağına eğilerek “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!” diye fısıldadığı söylenir. Dinin Osmanlı düzenindeki işlevi hakkında sanırız bundan daha ilginç bir simge olamaz.

Allah korkusunun, Osmanlı padişahlarının gururunu gemlemekte gerçekte ne kadar etkili olabildiği ise, ayrı bir konudur.

2. Hukuk: Hukukun temel sorunlarından biri, devletin kişi haklarına ilişkin keyfi tasarruflarına engel olabilmektir. İslam dininin temel kurumlarından biri olan şer’i hukuk öğretisi, Osmanlı devletinin tümüyle örfi (keyfi) bir yönetime kaymasına karşı tek güvenceyi oluşturmuştur. Şer’i hukukun olağanüstü çetrefil yapısı – tıpkı eski şark kentlerinin labirent benzeri mimarisi gibi – devlet güçlerinin olası saldırısına karşı son derece esaslı bir savunma önlemidir. Devletten idari ve mali yönden bağımsız bir eğitim sisteminin ürünü olan, kavranması güç bir akademik zırhın ardına sığınan, ideolojik olarak kendini devlete değil Tanrıya karşı sorumlu sayan, ve devletten bağımsız gelir kaynaklarına sahip bulunan bir hukuk mesleği – müderris, kadı ve müftüler – Osmanlı toplumunda hukukun devlete karşı bağımsızlığının kıskanç savunucusu olmuştur.

İslamda “ictihad kapısının kapanmış olduğuna” dair inanışın, Sünni fıkıh okullarını zamanla nasıl bir teorik çıkmaza mahkûm ettiğine yukarıda değindik. Buna karşılık, teorik olarak dahi olsa mutlaklaşmış bir hukuk öğretisinin, keyfi karar ve müdahalelere karşı ne denli katı bir direniş duvarı ördüğü göz ardı edilmemelidir: unutulmamalıdır ki yorumlarında serbest olan bir ulema, despotizm ikliminde, günün siyasi rüzgârına en kolay kapılacak olan ulemadır. Yorumun serbest olduğu oranda, padişahın keyfine uyan gerekçeleri Kuran ve hadiste keşfetmeyi bilen hukukçuları bulmak kolaylaşır.

Osmanlı entelektüel dünyasının zamanla saplanmış olduğu dar muhafazakârlığın kaynakları, belki de İslam dininin yapısından çok, devletin zorbalığına karşı toplumun geliştirdiği bir içe-kapanış refleksinde aranmalıdır.

3. Siyasi veto: Padişahlar, önemli siyasi kararlarda (ve birçok tali konuda), İslam alimlerinin fetvasını almak ihtiyacını duymuşlardır. Harp ve sulh ilanı gibi temel kararlarda, 16. yüzyıldan itibaren fetvaya başvurulmuştur. Bir isyan halinde padişahın tahttan indirilmesi de yine fetva iledir.

Önceleri belirli bir mercie bağlı olmayan fetva yetkisini siyasi denetim altına almak kaygısıyla, 16. yüzyıl başlarında, Osmanlı devletine özgü bir kurum olan şeyhülislamlık makamı oluşturulmuştur. Şeyhülislam, hükümdar tarafından atanan ve azledilebilen bir memurdur; dolayısıyla fiili bağımsızlığı hayli kısıtlıdır. Buna rağmen şeyhülislamların, Sünni ulemanın – yani toplumun okumuş kesiminin – ortak görüşünü, moda terimiyle konsensusunu ifade etmek gibi bir işlev yüklendikleri görülmektedir. Ebussuud Efendi (1545-1574) gibi siyasi otoriteye tamamen teslim olmuş bir şeyhülislamın fetvalarına karşı dönemin uleması arasında görülen yoğun ve şiddetli tepkiler, konsensus ihtiyacının hiçbir zaman tam olarak terk edilemediğinin göstergesidir. Kaldı ki, Yavuz Selim’e meydan okuyan Zenbilli Ali Efendi (1501-1525) gibi alabildiğine cesur müftüler de zaman zaman çıkabilmiştir.

Osmanlı ulemasının eğitim bakımından yetersizliği, ufkunun darlığı, muhafazakârlığı vb. geçerli eleştiriler olabilir. Ancak bunlar, ulemanın denetim işlevi olmadığını göstermez; olsa olsa denetimin eksik veya güçsüz kaldığını gösterir.

4. Vakıf: Mülkiyet hukukunun son derece kaypak ve belirsiz olduğu bir toplumda, vakıf, özel mülkiyeti devletin saldırısına karşı güvenceye almanın en etkili yöntemlerinden biri olmuştur. Mülkiyet hakkının, bireyin devlet karşısındaki gücünü ve özerkliğini korumadaki önemi ise küçümsenmemelidir.

İslamiyette camiler, tekkeler, okullar, hastaneler, hamamlar gibi toplumsal dayanışma müesseselerini kurma ve yaşatma görevi devlete değil, bireye ve cemaate aittir. Belli koşulları yerine getiren her reşit birey, özel mülkünü ve mülkünün gelirini böyle bir amaca vakfedebilir. Bunun için, vakfın hangi koşullarda yönetilmesi, kimlerin ve hangi usullere göre yararlanması isteniyorsa bunları vakfiye adıyla bir statüde düzenlemek ve mahkeme siciline kaydettirmek yeterlidir. Vakıf şartı, İslam hukukunda nas – Kuran ayeti – değerinde sayılır; dolayısıyla şartın ihlali dinen küfür niteliğindedir. Fatih ve II. Mahmud gibi en müstebitleri dışında Osmanlı hükümdarlarından hiçbiri, küfrü göze alamayarak, vakıf kurumuna dokunamamışlardır.

Uygulamada vakıflar, hayır işleri dışında, belli bir mülkü aile içinde korumak, hatta belli bir nakit birikimini gelir getirecek şekilde işletmek gibi işlevlere kavuşmuşlardır. Bu uygulamaların, vakıf kurumunun asıl (dinî-toplumsal) amacına aykırı olduğu ileri sürülebilir. Ancak ilginç olan, mülk ve gelirin dinî bir kisveye bürünerek korunuyor olmasıdır. Şark despotizminin doymak bilmez soygunculuğuna karşı, toplum, ancak dinî bir kuruma sığınarak kendini savunabilmiştir.

5. Tarikat: Tarikat, İslam toplumlarında, devletten bağımsız – ve bazen devlete muhalif – sosyal ve manevi dayanışma ağlarının oluşmasında en büyük rolü oynamıştır. Şark devletinin mutlakiyetçi baskısı karşısında, ancak din kisvesine bürünen ve dinin sağladığı nispi dokunulmazlığa sığınan bu tür örgütler ayakta kalma şansına sahip olabilmişlerdir.

Tarikat, imparatorluğun her ucuna yayılan, her sosyal sınıftan insanları barındıran, güçlü bir haberleşme ve kardeşlik ağıdır. “Sivil toplum” birimlerinin gelişmesine izin verilmeyen bir sosyal yapıda, o birimlerin işlevini tarikat üstlenmiştir. Tarikat şeyhleri, kendilerine sadık olan kitleler aracılığıyla, bazen siyasi uzantıları da olabilen muazzam bir sosyal güç birikimini temsil etmişlerdir. Ayrıca bazı tarikatler (örneğin Mevleviler), kontrol ettikleri vakıflar sayesinde önemli bir mali güce sahip olmuşlardır.

Osmanlı yönetiminin tarikat olgusuna karşı tavrı hiçbir zaman bütünüyle olumlu olmamıştır. Fatih döneminde tüm tarikatlere yöneltilen baskıların benzeri gerçi daha sonraları görülmemiştir; fakat örneğin Yavuz, Kanuni ve IV. Murat zamanlarında çeşitli tarikatlerin şiddetli takibe uğradığı bilinmektedir. II. Mahmud devrinde Bektaşilik yasaklanmış, mensupları sürülmüş ve idam edilmiş, Bektaşiliğe yakın sayılan bazı tarikatler ceza görmüştür. Kendisi bir ara Kadiriliğe intisap eden II. Abdülhamid’in saltanatında Mevlevilik çeşitli baskılara konu olmuş, önemli Nakşi ve Halveti şeyhleri sürgüne gönderilmiş, ayrıca tüm tarikatlerin ulema denetimine sokulması için çeşitli çabalar gösterilmiştir. Sünni ulemanın tarikat olgusuna öteden beri kuşkuyla baktığı da bilinir.

İlginç olan bir başka husus da, tarikat benzeri kurumların İslamiyet dışında eski Çin, ateşperest İran, Bizans ve Rusya gibi Asya devletlerinde de ortaya çıkmış olmalarıdır. Söz konusu imparatorlukların her birinde yarı-gizli ve mistik özellikler taşıyan kurumlar, üç-beş kuşakta bir ortaya çıkan popüler direniş ve ayaklanma hareketlerinin örgütsel nüvesini oluşturmuşlar; yüzyıllarca süren baskılara rağmen, okyanusun derinliklerinde yaşayan kabuklular gibi içlerine kapanarak, bir şekilde varlıklarını sürdürmeyi başarabilmişlerdir. Despot hükümdarların dönem dönem bu tür örgütlere yönelttikleri ağır baskılar, çoğu zaman 20-30 yıllık bir sessizlikten sonra örgütlerin eskisi kadar güçlü bir şekilde yeniden sahneye dönmesinden başka bir sonuç doğurmamıştır. Yaklaşık ikibin yıllık bir tarih boyunca izlenebilen bu sürecin, bugün de sona ermiş olduğuna ilişkin bir kanıt bulunmamaktadır.

Sonuç

Şark despotizminin kaynaklarını İslam dininde aramak, beyhude bir çaba olur. Amaç eğer Nabukadnezar’ı, Ramses’i, Keyhusrev’i, Cengiz’i, Timur’u, IV. Murat’ı, Şah Abbas’ı anlamak ve açıklamak ise, din faktörünü işe katmak gerekli değildir: insan tabiatının zaafları, toplum yapısının özellikleri ve Asya topraklarının kadim gelenekleri, yeterli açıklamayı sağlarlar.

İslam dininin, Asya despotizmine karşı yeterince güçlü bir direniş zemini oluşturabildiğini ileri süremeyiz: istibdat, dine rağmen ve bazen dinin desteğiyle, hükmünü sürdürmüştür. Ancak mutlak (total) hakimiyeti tasarlayan bir devletin, Türkiye’de İslam dininin inanç ve kurumlarını yok etmekle neler kazanabileceği, sanırız yukarıda anlatılanlardan yeterli açıklıkla ortaya çıkmaktadır.

İslamiyetin, despotizme karşı yeterli bir mücadele sürdüremeyişinin nedenleri nelerdir? Nihai bir yargı iddiası gütmeksizin, bir-iki gözlemimizi özetleyelim:

a. İslam hukuku, şahıs hukukundaki gelişmişliğine karşılık, kamu hukuku (özellikle anayasa, idare ve vergi hukuku) alanlarında yetersiz kalmıştır.

b. Devletten bağımsız bir örgütsel yapıya (örneğin Hıristiyanlıkta olduğu gibi, özerk bir “kiliseye”) sahip olmayışı, hareket kabiliyetini sınırlamıştır. Din içi fikir ayrılıklarını çözümleme yetkisine sahip bir merciin yokluğunda, bu görev devlete düşmüştür.

c. Bireyin ahlaki özerkliği ilkesi, (“Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya vermek” deyimiyle özetlenen moral otonomi ideali), İslamiyette Hıristiyanlığa oranla daha zayıf bir ilgi görmüştür. Toplum yönetimini dinin ayrılmaz bir parçası sayan anlayış, ister istemez, toplumsal kaygılar ile iman – Sezar ile Tanrı – arasında uzlaşmalar aramak zorunda kalmış; toplum yönetiminde söz sahibi olma zorunluğu, dinin manevi özgürlüğünü zedelemiştir.

Din ile devletin karşılıklı bağımsızlığını hedefleyen gerçek anlamda laik bir rejim, bu zaaf ve sakıncaların telafisi yönünde önemli bir adım olabilir. Devlet vesayetinden kurtularak kendi bağımsız karar organlarını oluşturma sorumluluğunu yüklenen, buna karşılık kamu yönetimi alanını terk ederek ahlakî ve felsefî mutlaklar üzerinde yoğunlaşma fırsatını bulan bir İslamiyet, devletin zorbalığına karşı koyabilecek ahlakî metanete ve örgütsel güce sahip bir toplum kurma yönünde, eskisinden çok daha güçlü bir rol oynayabilir. Gerçek anlamıyla laiklik, İslamiyetin ilke olarak sahip olduğu fakat uygulamada yeterli ölçüde yerine getiremediği bir denetim ve uyarı görevini pekiştirmekte gerçek bir devrim sağlayabilir.

Cumhuriyet rejimi, “laiklik” adı altında işte bu hedeflere taban tabana zıt bir politika gütmüştür. Bu olguyu, Şark despotizminin binlerce yıllık içgüdüleri dışında herhangi bir faktörle açıklamaya imkân göremiyoruz.

Sevan Nişanyan
Yanlış Cumhuriyet

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz