Dinlerin halklar üstündeki etkisine çok fazla önem verildiğine, buna karşılık, halkların dinler üstündeki etkisine yeterince önem verilmediğine inanıyorum ben.
Papalık konusundaki bir başka çelişki de, son derece muhafazakâr olan bu kurumun, ilerlemenin muhafazasına da olanak sağlamasıdır. Sıradan gelebilecek bir örnekle bunu açıklayayım: Çocukluğumda, Katolik bir kadın, başını ve omuzlarını örtmeden ayine gidemezdi; hiçbir inanan da -ister hizmetçi, isterse kraliçe olsun- rahiplerin büyük çaba göstererek ve kimi zaman da mizah yoluyla uygulanmasını sağladıkları bu kuralı çiğneyemezdi. Mizah yoluyla derken, cemaatinden bir kadına yönelip ona bir elma veren papazı düşünüyorum örneğin; genç kadın bu işe şaşırdığında, papaz Havva’nın ancak elmayı ısırdıktan sonra çıplak olduğunu anladığını söylemiş kendisine.
Kadıncağız elbette çıplak değildi, sadece uzun saçlarını açık bırakmıştı, ama giyim yasası çiğnenemezdi. Bu durum Vatikan’ın, 1960’lı yılların başında, artık kadınların başörtüsü takmadan kiliseye gidebileceklerine karar vermesine dek sürdü. Sanırım bazı kişiler bu değişikliğe bozulmuş, hatta çok öfkelenmiştir, sonuçta kökeni ta Aziz Pavlus’a dayanan çok eski bir geleneğe aykırı düşüyordu bu karar; Aziz Pavlus, Korinthoslulara Birinci Mektup’ta “Erkek başını örtmemeli; o, Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. Kadın da erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler uğruna kadının başı üzerinde yetkisi olmalıdır” dememiş miydi? Öte yandan, gün geçtikçe, bir başka zamana ait olan bu sözler, toplum nezdinde geçerliliğini yitirmiş, Katolik kadınları başlarını örtmeye kimse zorlamaz olmuştu ve bu ilerlemenin bir daha tartışma konusu yapılmayacağı da akla yatkın geliyor.
Lafı buraya getirmek istediğim için yineliyorum: Papalar on dokuz yüzyıl boyunca giyim yasasındaki her türlü esnekliğe karşı çıkmışlardı kuşkusuz; ama bu düzenlemeye artık gerek olmadığı kanısına varmalarının ardından, önünde sonunda düşünce tarzlarının evrimini göz önünde bulundurmalarının ardından, bir şekilde, bu değişimi fiilen geri döndürülemez kılarak “geçerli” hale getirdiler.
Batı tarihinde, Kilise kurumu genelde bu tarzda hareket etti; Avrupa uygarlığının maddi ve manevi ilerlemesini bir yandan sınırlandırmaya çalışarak o ilerlemeye katkıda bulundu. Söz konusu olan, ister bilim ister ekonomi ister siyaset isterse başta cinsellik olmak üzere toplumsal davranışlar olsun, papalık hep aynı yolu izledi. Başlangıçta, sertçe itiraz etti, frenledi, verip veriştirdi, tehditler savurdu, suçladı, yasakladı. Sonra, zaman geçtikçe, genellikle de çok uzun bir sürenin ardından, düşüncesinden vazgeçti, olayı yeniden inceledi, yumuşadı. Ardından da, birtakım çekincelerini korusa da, toplumların yargısına uydu. O andan sonra da geriye dönülmesini isteyen fanatiklere bir daha hoşgörü gösterilmedi.
Katolik Kilisesi, yüzyıllar boyunca, Dünya’nın yuvarlak olduğuna ve Güneş’in çevresinde döndüğüne inanmayı reddetmişti; türlerin kökeni konusunda da, başlarda Darwin’i ve evrimciliği suçlamıştı; bugünse, piskoposlarından biri, Arabistan’daki bazı ulemanın ya da Amerika’daki Kitabı Mukaddes vaizlerinin hâlâ yaptığı gibi, kutsal metinleri sözcüğü sözcüğüne bağlı kalarak yorumlamaya kalksa, buna çok öfkelenir.
Müslümanlık geleneğinde, tıpkı Protestanlık geleneğinde de olduğu gibi, dinsel merkezi bir yetkeye karşı sergilenen güvensizlik kesinkes meşru ve esinlenişi açısından da son derece demokratiktir; ama bunun ikincil, uğursuz bir etkisi olmuştur; o katlanılmaz merkezi yetke olmaksızın, hiçbir ilerleme geri döndürülemez biçimde insanlar arasında kendine yer edinemez.
İnananlar on yıllar boyunca inançlarını en yüce gönüllü, en aydınlık, en hoşgörülü şekilde yaşadıklarında bile “yeniden eskiye dönme” tehlikesinden ve günün birinde gelip bütün elde edilen değerleri ortadan silip süpürecek ateşli bir yorumdan kurtulmuş sayılmazlar asla. Burada da söz konusu olan ister bilim ister ekonomi ister siyaset isterse toplumsal davranışlar olsun, iyi niyetli bir fetvanın daha dün izin verdiği şeyi, yarın hırçın bir fetva sert biçimde yasaklayabilir. Aynı aykırılıklar yasak olan ile olmayan, dine aykırı olan ile olmayan konularında sürekli yinelenip duruyor; bir üst yetkenin yokluğunda, hiçbir ilerleme sonsuza dek “geçerli” olmuyor ve yüzyıllar boyunca dile getirilen hiçbir düşünce, kesin olarak geçersiz damgası yemiyor. İleriye doğru atılan her adımı bir geri adım izliyor, o kadar ki, neresinin ilerisi, neresinin gerisi olduğu bile artık bilinmez hale geliyor. Her türlü olur olmaz vaade, her türlü katılığa, her türlü gerilemeye kapı her zaman açık.
Aynı şekilde, bir zamanlar öğrencilerine akılcı bir eğitim veren bazı Amerikan okullarının, birden, yeni kuşaklara evrenin bundan altı bin yıl önce -MÖ 4004’te, tam olarak 22 Ekim’de, akşam saat sekizde- yaratıldığını ve yüz binlerce yıl öncesine ait gibi duran kemik kalıntılarının bulunmasının nedeninin de, aslında Tanrı’nın onları mucizevi biçimde yaşlandırıp inancımızın ne kadar sağlam olduğunu sınamak için oraya koyması olduğunu öğrettiğini okuyunca, yine bu gerileme sözcüğü geliyor dilimin ucuna.
Daha genel anlamda, neşeyle dünyanın sonunun geldiğini haber veren ve hatta bunu hızlandırmak için çalışan, tuhaf, endişe verici öğretiler yaygınlaşıyor. Kuşkusuz, yoldan çıkmış bu eğilimler, Hıristiyanlığın yalnızca küçük bir bölümünü, kırk elli milyon kişiyi etkiliyor; ama ABD’de bulunduğu, sürekli olarak iktidar koridorlarını arşınladığı ve hatta kimi zaman tek süper gücün tutumunda belirleyici olabildiği göz önüne alınınca, bu azınlığın etkisi yadsınamaz.
Benim olarak nitelediğim iki “uygarlığın” karşılaştırmalı evriminde, “örgütsel”, kültürel, ulusal ya da daha genel olarak tarihsel etkenlerin etkisini ve bütünüyle öğretilere ilişkin farklılıkların ne kadar az etkili olduğunu yansıtacak daha binbir türlü şey, binbir türlü önemli örnek var.
Dinlerin halklar üstündeki etkisine çok fazla önem verildiğine, buna karşılık, halkların dinler üstündeki etkisine yeterince önem verilmediğine inanıyorum ben. Dördüncü yüzyılda, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlaştığında, Hıristiyanlık da Romalılaşmıştı, hem de nasıl. Öncelikle bu tarihsel durum, egemen bir papalığın ortaya çıkışını açıklıyor. Daha geniş bir perspektifte, Hıristiyanlık, Avrupa’nın şu an olduğu şeye dönüşmesine katkıda bulunduysa, Avrupa da aynı şekilde Hıristiyanlığın şu an olduğu şeye dönüşmesine katkıda bulundu. Batı uygarlığının iki temel direği olan Roma hukuku ve Atina demokrasisi de Hıristiyanlık öncesi döneme aittir.
İslamiyet konusunda da aynı şekilde dindışı öğretilere ilişkin buna benzer gözlemler yapılabilir. Komünizm, Rusya ya da Çin tarihine etki ettiyse, bu iki ülke de komünizmin tarihinde belirleyici rol oynamıştır; komünizm, Almanya’da ya da İngiltere’de üstün gelseydi çok farklı bir yazgıya sahip olurdu. Kutsal ya da dindışı temel metinler çelişik yorumlara açıktır. Deng Xiaoping’in, özelleştirmelerin Marx’ın düşüncelerinin doğrultusunda gerçekleştirildiğini ve ekonomik reformunun başarılarının, sosyalizmin kapitalizmden üstün olduğunu ortaya koyduğunu söylemesi insanı güldürebilir. Ama aslında bu yorum diğerlerinden daha gülünç değildir; hatta Das Kapital’in yazarının düşlerine, Stalin’in, Kim İlsung’un, Pol Pot’un ya da Mao Zedong’un çılgınlıklarından daha yakındır.
Öyle ya da böyle, gözlerimizin önünde gerçekleşen Çin deneyimine bakıldığında, dünya tarihinde kapitalizmin kazandığı en şaşırtıcı başarılardan birinin, bir komünist parti yönetiminde ortaya çıkacağını kimse yadsıyamaz. Öğretilerin esnetilebilirliğinin ve insanların bu öğretileri işlerine geldiği gibi yorumlamaktaki sonsuz becerisinin güçlü bir kanıtı değil mi bu?
İslam âlemine dönecek olursak, din adına hareket ettiğini söyleyen kişilerin siyasal tutumlarını anlamak ve bunları değiştirmek yönünde adım atmak istenirse, bu durumun neden olduğu sorun ve bunun çözümü kutsal metinlerde aranmamalıdır. İşin kolayına kaçıp çeşitli Müslüman toplumlarında olup biten şeyleri “Müslümanlığa özgü” şeyler olarak açıklamak, beylik sözlerle yetinmek demektir, cahilliğe ve acizliğe mahkûm olmak demektir.
Bugünün gerçekliklerini anlamak isteyenler için, dinlerin, etnik grupların, kültürlerin kendine özgülüğü, yararlı olmakla birlikte kullanımı güç bir kavramdır. Yadsındığında, ince ayrımlar kavranılmaz olur; aşırı önemsendiğindeyse işin özü kavranılamaz.
Günümüzde, bu, aynı zamanda ikircil bir kavramdır. Apatheid kesin olarak Siyahilerin “kendine özgülüklerine saygı” ilkesi üstüne kurulmamış mıydı? Her halk, Avrupa ya da Afrika kökenli olmasına göre, kendi kültürünün ona “çizdiği” yolu izlemek durumunda görülüyordu; bazılarının modernliğe doğru ilerlemesi gerekirken, başkaları atalarından kalma geleneklere saplanıp kalmak zorundaydılar.
Güney Afrika örneği çarpıtılmış ve geride kalmış bir örnek olarak görülebilir. Ne yazık ki, öyle değil. Apartheid ruhuna bugünün dünyasında her yerde rastlanıyor ve bu ruh yaygınlaşmayı sürdürüyor. Kimi zaman kasıtlı olarak, kimi zaman da, bunun tersine, dünyanın en iyi niyetleriyle.
Size, bu yüzyılın başında, Amsterdam’da meydana gelen bir olayı anlatayım. Cezayir kökenli genç bir kadın gönlünde yatan bir tasarıyı gerçekleştirebilmek için belediyeye gitmiş: Mahallesindeki göçmen kadınlar, kendi aralarında buluşabilsinler, aile içi mikrokozmostan biraz olsun çıkabilsinler, hamamda yorgunluk atsınlar ve özgürce sorunlarından söz etsinler diye bir tür kulüp kurmak istiyormuş. Bir yetkili kendisini kabul etmiş, dinlemiş, notlar almış ve belediyenin kendisine yardım edip edemeyeceğini öğrenmek üzere birkaç hafta sonra yine gelmesini istemiş. Genç kadın çıkmış, işin olacağına inanıyormuş. Belirlenen tarihte yeniden belediyeye gittiğinde, bir de ne duysun, ne yazık ki, tasarı gerçekleştirilemezmiş. “Mahallenizdeki imamla görüştük, bunun iyi bir fikir olmadığını söyledi. Üzgünüz! “
Bu sözleri söyleyen memurun, ağzından çıkanları ayrımcılık olarak değerlendirmediğine inanıyorum, hatta tersine bu tavrın son derece saygılı olduğunu düşünüyordu büyük olasılıkla. Bir etnik topluluğun ihtiyacına göre yapılması gerekene karar verirken, “dini lider”in fikrine göre hareket etmek yerinde bir davranış değil mi? Safça bir soru akla geliyor o zaman: Genç bir AvrupalI kadın bir tasarı öne sürmüş olsaydı, bu konudaki karar bağlı bulunduğu ruhani çevrenin Katolik ya da Protestan papazına mı bırakılırdı? Kesinkes hayır. Peki niye, diye sorulabilir aynı saflıkla. Alınacak yanıtlar da ister istemez anlaşılmaz olacaktır. Burada, asıl sorun, söylenmeyendedir, açıkça ifade edilmeyendedir ve etnik önyargıdadır. Özetle, bu şekilde hareket edilmiştir, çünkü “o insanlar” “bizim” gibi değildir. Öteki’ne karşı gösterilen bu “saygı”nın bir tür küçümseme olduğunu ve bir tiksinmeyi yansıttığını anlamamak için her türlü duyarlılıktan yoksun olmak gerekir. Her şekilde, “saygı duyulan” insanlar bunu böyle görüyorlar.
Öteki’ni dinsel ya da etnik özelliklerine göre değerlendirmeye yönelik bu eğilim, başka yerlerden gelmiş insanları geleneksel aidiyetlerine iten bu düşünce alışkanlığı, kişileri ten renginden, aidiyetinden, şivesinden ya da adından bağımsız olarak görmeyi engelleyen bu düşünsel zayıflık, çok eski zamanlardan beri insan toplumlarını etkilemiştir. Ama bugünün “küresel köy”ünde böylesi bir tutum artık hoşgörülemez, çünkü her ülkede, her kentte birlikte yaşama olasılığını tehlikeye düşürür ve bütün insanlık için onulmaz bölünmeler, şiddetle dolu bir gelecek hazırlar.
Ne yapmak gerekirdi, diye sorulacaktır bana. Farkları görmüyormuş gibi mi yapmalıydı? Sanki bütün insanlar aynı renkteymiş, aynı kültüre ve aynı inançlara sahipmiş gibi mi davranmalıydı?
Yerinde sorular bunlar, bir süre durup düşünülmeyi hak ediyor.
Herkesin, kendisini aidiyetlerinin bayrağını açıp dalgalandırmak ve bu şekilde muhataplarının bayrağını pekâlâ gördüğünü belli etmek zorunda hissettiği bir dönem yaşıyoruz. Bunun bir kurtuluş mu, yoksa kendini kaybetme mi; çağdaş bir nezaket mi, yoksa bir hoyratlık mı olduğunu bilmiyorum. Kuşkusuz, koşullara ve tarzlara bağlı bir şey söz konusu. Ortada bir ikilem olduğu gerçek. Ten renkleri, cinsiyetler, aksanlar, adların ses düzeni arasında bir fark yokmuş gibi davranmak, kimi zaman çok eskilerden beri var olan adaletsizlikleri gizlemekle ve sürdürmekle eşdeğerdir. Bunun tersine, ayırt edici özelliklerin kasıtlı olarak ve açıkça göz önünde bulundurulması da insanların aidiyetleri içine gömülmelerini ve karşılıklı “klan”ları içine hapsedilmelerine neden olur.
Bilgelik bence daha etkili, daha incelikli ve daha emek isteyen bir yaklaşımda yatmaktadır. Olması gereken, bir HollandalI ile bir Cezayirli arasında -aynı örnek içinde kalmak amacıyla onları seçtim- var olabilecek farklılıkları görmezden gelmek değildir; bu farklılıkları kabul edip, bir yandan da ne bütün HollandalIların ne de bütün Cezayirlilerin aynı olduğunu göz önünde bulundurarak onları aşmak gerekir; bir HollandalI inançlı ya da agnostik, bilgili ya da dar kafalı, sağcı ya da solcu, kültürlü ya da kültürsüz, çalışkan ya da tembel, namuslu ya da serseri, hırçın ya da neşeli, eli açık ya da cimri olabilir, keza bir Cezayirli de.
Bedensel ya da kültürel farklılıklar yokmuş gibi davranmak saçma bir tutumdur; ama daha ileriye doğru, birey olarak kişinin kendisine yönelmektense, göz önündeki farklılıklarla yetinilirse, işin özü anlaşılamaz.
Bir kadına ya da bir erkeğe saygı duymak demek, onunla her hakka sahip bir insan gibi, özgür ve yetişkin bir insan gibi konuşmak demektir, yoksa onu, toprağa ait bir serf gibi, içinde yaşadığı topluluğa ait olan, bağımlı bir varlık olarak görmek değil.
Cezayirli göçmene saygı duymak demek, bir tasarı hazırlamış ve onu yetkililere sunma cesaretini göstermiş biri olarak ona saygı göstermek demektir. Yoksa onu tutup dini liderinin sultası altına sokmak değil.
Amsterdam’da meydana gelen bir olayı bile bile örnek verdim. Avrupa’nın, 17. yüzyıldan başlayarak, dinsel hoşgörüye doğru ağır ilerleyişinde öncü bir rol üstlenmiş bir kenttir Amsterdam. Öte yandan, belediye çalışanının mahalle imamına danışırken, kentte her zaman egemen olmuş açılım ruhu doğrultusunda hareket ettiğini düşündüğüne de eminim.
Çünkü dört yüzyıl önce hoşgörü bu şekilde işliyordu. Dinsel azınlıklar özgürce ibadet edebiliyor; içlerinden biri uygunsuz bir davranışta bulunduğunda, kendi topluluğunun liderleri tarafından sertçe uyarılıyordu. Örneğin Spinoza 1656’da dindaşları tarafından bu şekilde aforoz edilmişti, çünkü varsayılan tanrıtanımazlığı Hıristiyan hemşerileriyle olan ilişkilerini tehlikeye düşürüyordu. Felsefecinin öz babası da dahil olmak üzere, birçok Yahudi’nin, İber Yarımadasından kovulduktan sonra görece yakın bir tarihte Amsterdam’a gelmesi ve o dönem için alışılmadık biçimde gönül yüceliği sergileyen ev sahiplerine karşı uygunsuz davranışlarda bulunulmasından korktukları göz önüne alındığında, daha da hassaslaşan bir sorundu bu.
Kaldı ki, bugünün gerçeklikleri çok farklı ve son derece karmaşık, tutumlarsa aynı değil. Dünya çapındaki cemaatçi bir gelişimin tehdidi altındaki zamanımızda, kadınlar ile erkeklerin dinsel topluluklarına “zincirlenmesi” sorunları çözeceğine daha da ciddileştiriyor. Buna karşın, Avrupa’daki birçok ülkenin göçmenlerin dinsel bir temel üstünde örgütlenmelerini teşvik ederek ve cemaatçi muhatapların ortaya çıkmasını sağlayarak yaptığı sadece bu.
Batı, dünyanın geri kalanıyla olan ilişkilerinde sık sık bu hataya düştü. Yüzyıllar boyunca, kendi yurttaşlarına uyguladığı ve büyüklüğünün kaynağı olan ilkeleri, yazgılarını elinde tuttuğu halklar başta olmak üzere, öteki halklara uygulayamadı. Örneğin, sömürge dönemi Fransası, Cezayir’deki eyaletlerinde yaşayanların bütün haklara sahip olmasını engellemek için, onları “Müslüman Fransızlar” statüsüne aldı; laik bir cumhuriyet için oldukça akıldışı bir adlandırmaydı bu.
Amin Maalouf
Çivisi Çıkmış Dünya
Uygarlıklarımız Tükendiğinde
Çeviren: Orçun Türkay, YKY