“Onlar öyleydiler işte. Siz de böylesiniz…” Komutanlığa Yürüyüş – Italo Calvino

Seyrek bir ormandı, yangınlarla kemirilmiş, yanık ağaç gövdeleri boz, çamların kuru dikenleri kızıl renkleriyle öylece kala-kalmışlardı. Silah kuşanmış adamla, silahsız adam yukarıdan inerlerken ağaçların arasında zikzaklar çizerek ilerliyorlardı.

“Komutanlığa gidelim,” diyordu silahlı olanı. “Komutanlığa gidelim. Aşağı yukarı yarım saatlik bir yürüyüş uzaklığındadır.”
“Peki sonra?”
“Sonra ne?”
“Sonra beni bırakırlar mı?” diye sordu silahsız adam; her yanıtı yanlış bir nota yakalamaya çalışırcasına hece hece, dikkatle dinliyordu.
“Elbette bırakırlar sizi,” diyordu silahlısı. “Ben taburun belgesini veririm, onlar deftere kayıt ederler, sonra evinize dönebilirsiniz.”
Silahsız olanı başını sallıyordu, kötümser bir edası vardı.
“Eh, bunlar uzun işler, anlıyorum…” diyordu, belki de şu sözleri yeniden duyabilmek için öyle diyordu:
“Sizi hemen bırakacaklardır, söylüyorum işte.”
“Hesaplıyorum da,” diye ekledi, “bu akşam evde olacağımı sanıyordum.’ Neyse.”
“Ben diyorum ki, akşam evinizde olursunuz,” diye karşılık verdi silahlı adam. “Onlara tutanak tutacak kadar bir süre tanıyın, sonra sizi bırakacaklardır. Önemli olan sizi casus kayıtları arasından silmeleri.”
“Casusların kayıtları mı var?”
“Elbette var. Casusluk yapan herkesi biliriz. Ve de birer birer yakalarız.”
“Peki orada benim adım da yazılı mı?”
“Evet. Sizin adınız da vardı. Ama şimdi onu güzelce sildirelim de bir kez daha yakalanma tehlikeniz olmasın.”
“O zaman biz’zat ben gideyim ve onlara bütün olan biteni anlatayım.”
“İşte gidiyoruz zaten. İyice gözden geçirmeli, incelemeliler.”
“Ama artık,” dedi silahsız adam, “artık biliyorsunuz ki onlar sizin adamlarınızdı, ben hiç casusluk yapmadım.”
“Elbette. Artık biliyoruz. Artık rahat olabilirsiniz.”
Silahsız adam onaylıyor ve çevresine bakınıyordu. Şimdi büyük bir açıklığa gelmişlerdi; burada yangınların öldürdüğü cılız karaçamlar ve çamlar vardı, yerlere dökülmüş dallar yürümelerini engelliyordu. Silahsız adam buraları tanımıyordu ve akşam ince sis perdesiyle birlikte inmek üzereydi; aşağıda orman karanlığın içinde sıklaşmaktaydı.
Patikadan uzaklaşmak onu kaygılandırıyordu; -öteki sanki belli bir yol tutturmaksızın yürüyormuş gibi geldiğinden- sağa doğru ilerlemeyi denedi, patika belki o yönde devam ediyor olabilirdi, öteki de, sanki rastlantısalmış gibi sağa döndü. Eğer onu izleyecekse, o da istediği yöne doğru ilerleyebilirdi.
Sonunda cesaretini toplayıp sordu: “İyi ama komutanlık nerede?”
“Gidiyoruz ya,” dedi silahlı adam. “Az sonra göreceksiniz.”
“İyi de hangi köyde, hangi yörede aşağı yukarı?”
“Nasıl söylenebilir ki,” diye yanıtladı onu beriki. “Komutanlığın bir köyde, bir yörede olduğu söylenemez. Komutanlık, komutanlıktır. Anlarsınız ya.”
Anlıyordu; o, silahsız adam söylenenleri anlayan biriydi. Gene de sordu: “İyi ama oraya gitmek için bir yol yok mu?”
Öteki yanıtladı: “Bir yol. Bilirsiniz. Yollar her zaman bir yerlere giderler. Komutanlığa yollardan geçilerek gidilmez. Bilirsiniz.”
Silahsız adam anlıyordu, o olayları anlayan, kurnaz bir adamdı. Yeniden sordu: “Siz komutanlığa sık sık gider misiniz?”
“Sık sık,” dedi silahlı adam. “Sık sık giderim.”
Hüzünlü bir yüzü, belirsiz bakışları vardı. Çevreyi iyi tanımıyordu, sık sık yolu yitirmiş olduklarını düşünüyordu, ama gene de bunu önemsemezmişçesine yürümeyi sürdürüyordu.
“Bugün nöbet sırası siz de miydi, beni almaya neden sizi gönderdiler?” diye sordu silahsız adam onu inceleyerek.
“Bu benim üstüme düşen bir görev, size eşlik etmek,” diye yanıtladı onu. “İnsanları komutanlığa götürmek benim görevimdir.”
“Siz ulak mısınız?”
“Ah, evet,” dedi silahlı adam, “ben ulağım.”
“Tuhaf bir ulak,” diye düşünüyordu silahsız adam, “yolları tanımayan bir ulak. Ama,” diye düşünüyordu gene, “bugün, ben yolları öğrenmeyeyim diye anayollardan gitmiyor, çünkü bana güvenmiyorlar.” Ona hâlâ güvenmiyor olmaları iyiye işaret değildi; silahsız adam ısrarla bunu düşünüyordu. Ama bunda, bu kötü işarette, gene de bir güvenlik vardı, onu komutanlığa götürüyorlardı, onu serbest bırakmak istiyorlardı ve bu kötü işaretin ötesinde daha kötü bir belirti vardı ki o da ormanın giderek sıklaştığı, buradan çıkmaya pek olanak olmadığı ve de bu silahlı adamın sessizliğinin, hüznünün ortalığa egemen olmasıydı.
“Sekreteri de götürdünüz mü komutanlığa? Ya değirmencinin erkek kardeşlerini?
Peki ya öğretmen hanımı?” Bu soruları bir solukta sıraladı; bunlar hiç düşünmeden, her şeyi açıklayan can alıcı sorulardı: Belediyenin genel sekreteri, kardeşler, öğretmen bunlar hep alınıp götürülen ve bir daha asla geri gelmeyen, haklarında hiçbir şey öğrenilemeyen insanlardı.
“Sekreter bir faşistti,” dedi silahlı adam; “kardeşler milislere katılmıştı, öğretmen ise destekçilerin arasındaydı.”
“Öylesine sormuştum, geri gelmediler ya, öğreneceğim diye yani.”
“Söylüyorum işte,” diye direndi silahlı adam. “Onlar öyleydiler işte. Siz de böylesiniz. Karşılaştırma yapmaya olanak yok.”
“Elbette dedi öteki. “Karşılaştırma yapılamaz. Sadece onlara ne olduğunu sormuştum, merakımdan işte.”
Silahsız adam kendinden emin duruyordu, müthiş emindi kendinden. O köyün en kurnaz adamıydı, onu yok etmek kolay olmayacaktı. Ötekiler, sekreter ve öğretmen dönmemişlerdi; o dönecekti. “Ben büyük kamarad,” diyecekti Mareşal’e. “Partizan hiç kaputt beni. Ben kaputt bütün partizan.” Mareşal bunları duyunca belki de gülecekti.
Ama yanık orman bitmek bilmiyordu ve adamın düşünceleri bu ormanın ortasındaki açı alanlar gibi yabancı ve karanlıktı.
“Ben sekreteri pek iyi tanımam, ötekileri de. Ben sadece ulağım.”
“İyi ama komutanlıkta biliyorlardır herhalde,” diye direniyordu silahsız.
“İşte. Siz kendiniz sorarsınız kumandana. Orada bilirler.”
Akşam oluyordu. Bu engebeli yolda yürürken gizli taşların, sık çalıların üstüne basmamak için adımlarını dikkatli atmalıydı. Ve aynı zamanda kaygının yoğun sisi içerisinde düşünceleri birbiri ardına nasıl dizmesi gerektiğine özen göstermeli, kendini bir korku mezarına gömülmüş bulmamalıydı.
Elbette, onun casus olduğunu düşünselerdi, ona pek de göz kulak olmayan bir adamla ormanda yalnız bırakmazlardı; istediği her an kaçabilirdi. Acaba kaçmaya yeltenseydi, öteki ne yapardı?
Silahsız adam, ağaçların arasından inerlerken aralarındaki mesafeyi biraz açmaya, o sola doğru giderken, biraz sağa kaymaya başladı. Ama silahlı adam onu takmadan yürümeyi sürdürüyor, böylece o seyrek ormanda birbirlerinden oldukça uzak yürüyorlardı. Hatta arada bir birbirlerini gözden yitiriyorlar, ağaç gövdelerinin, sık çalılıkların arkasında yok oluyorlardı, sonra silahsız adam yeniden ortaya çıkıyor ve onu belli bir uzaklıkta da olsa hep arkasında tutmayı beceriyordu.
“Beni bir an serbest bırakırlarsa, bir daha yakalayamazlar.” Silahsız adam şu âna dek böyle düşünüyordu. Ama birdenbire başka bir düşüncenin zihnine egemen olduğunun ayırdına varınca şaşırdı: Kaçmayı becerebilsem, o zaman… Ve şimdiden zihninde Almanlar, tabur tabur Almanlar, kamyonlar ve tanklar üzerindeki Almanlar, başkaları için ölüm, kendi için güvenlik, kurnaz adam, kimsenin yok edemeyeceği adam görüntüleri belirmeye başlamıştı.
Seyrek ve taşlıklı yollardan çıkmışlar, sık ve yeşil ormana girmişlerdi; buralar da yangından paylarına düşeni almıştı, yerler kuru çam yapraklarıyla örtülüydü. Silahlı adam geride kalmıştı, belki de başka bir yol tutturmuştu. Bunun üzerine silahsız adam temkinlice, dili dişlerinin arasında, adımlarını hızlandırdı ve çamların arasına, ormanın en sık yerlerine doğru seğirtmeye başladı. Kaçıyordu, bunu fark etti. O zaman korktu; ama artık çok uzaklaşmış olduğunu anladı; demek ki öteki de onun kaçmaya çalıştığını anlamış olmalıydı ve onun peşine düşmüştü: Artık koşmaktan başka çıkar yolu yoktu; artık kaçmaya yeltenen biri olarak onun göz erimine girmemeliydi.
Ayak sesleri duyunca arkasına dönüp baktı: Birkaç metre gerisinde silahlı adam vardı, son derece sakin, kayıtsız bir yürüyüşle onu izliyordu. Silahı elindeydi. Şöyle dedi: “Şurada kestirme bir yol olmalıydı,” ve onu izlemesi için işaret etti.
O zaman her şey eskisine döndü, her şeyin hem iyi hem kötü olduğu o belirsiz dünyadaydılar: biteceğine giderek sıklaşan orman, hiçbir şey söylemeden, kaçmasına neredeyse göz yuman bir adam.
Şöyle sordu: “İyi ama bu ormanın sonu yok mu?”
“Tepeyi döner dönmez varacağız,” dedi öteki. “Cesaret, bu akşam evinizde olacaksınız.”
“Yani siz beni serbest bırakacaklarından eminsiniz değil mi? Ne bileyim, sözgelimi beni rehin tutmak isteyebilirler mi?”
“O ne demek, biz Alman mıyız da, insanları rehin alalım. En çok bizler yalınayak kaldığımız için sizin botlarınıza el koyabilirler.”
Sonra adam, sanki en çok bu bot sorunundan korkarmışçasına homurdanmaya başladı, ama gene de neşesi yerindeydi. İyi de olsa, kötü de olsa, alınyazısının her türlü ayrıntısı ona güvence vermeye yetiyordu.
“Dinleyin,” dedi silahlı adam, “mademki siz bu konuda çok duyarlısınız, şöyle yapalım: Siz komutanlığa gidene dek benim botlarımı giyin, ne de olsa benimkiler yırtık pırtık olduğundan onlara el koymaya kalkışmazlar. Ben de sizinkileri giyeyim, sonra dönüş yolunda size geri veririm.”
Bir çocuk bile bunun masal olduğunu anlardı. Silahlı adam açık açık onun botlarını istiyordu, zaten silahsız adam ona her şeyini vermeye hazırdı, o anlayışlı bir insandı ve canını böyle ucuza kurtarmaya çoktan razıydı. “Ben büyük kamarad,” diyecekti Mareşal’e. “Ben onlara ayakkabı verdim, onlar beni serbest bıraktılar.” Mareşal belki de ona Alman askerlerinki gibi bir çizme bile verebilirdi.
“O halde siz kimseyi alıkoymuyorsunuz, rehin ya da tutuklu. Belediye sekreterini ya da başkalarını bile değil mi?”
“Sekreter, üç arkadaşımızı yakalattı; kardeşler milislerle birlikte arama tarama yapıyorlardı; öğretmen ise vergicilerle yatıyordu.”
Silahsız adam durdu ve şöyle dedi: “Umarım benim de bir casus olduğumu düşünmüyorsunuzdur. Umarım beni buraya öldürmek için getirmemişsinizdir” ve sanki gülümsermiş gibi yaptı.
“Senin casus olduğuna inansaydık,” dedi silahlı adam, “bu kadar uğraşmazdım.” Sonra silahının emniyetini açtı. İşte böyle. Sonra silahı adamın sırtına doğrulttu, ateş edecekmiş gibi yaptı.
“İşte,” diye düşünüyordu casus, “ateş etmiyor.”
Ama öteki silahını indirmiyordu, sadece parmağı tetikteydi.
“Şimdi ateş edecek, ateş edecek,” diye düşünmeye zamanı kaldı casusun. Ve arkasından ateş yumruğu gibi inen kurşun seslerini duyduğu zaman bile, şunu düşünmeye zamanı kaldı: “Beni öldürdüğünü sanıyor, oysa hâlâ yaşıyorum.”
Yere düştü ve yüzü toprağa yapıştı; son gördüğü şey üstünden atlayan ve kendi botlarını giymiş bir çift ayaktı.
İşte ormanın derinliğinde, ağzı çam yaprakları dolu, böylece kaldı. İki saat sonra bütün bedenini karıncalar kaplamıştı bile.

Italo Calvino
Komutanlığa Yürüyüş 
Çeviren: Eren Yücesan Cendey

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz