Sabah erken Korsika görünür; ufukta asılı kalmış, dağ yüklü bir gemiye benzer. Başka bir ülkede olsa, ne çok efsane yaratılmış olurdu; bizde hiç yoktur: Korsika yoksul bir ülkedir, bizimkinden de yoksuldur, şimdiye dek oraya giden olmamıştır, kimse bunu aklına bile getirmemiştir. Sabah Korsika görünürse, bu, havanın açık ve durgun olacağına, yağmur yağmayacağına işarettir.
Böyle sabahların birinde, tanyeri ağarırken babam ve ben köpeğe zincirini takmış, Colla Bella taşlığını tırmanıyorduk. Babam göğsünü ve sırtını kaşkollar, kısa pelerinler, cepli yelekler, heybeler, mataralar, fişeklilerle sarıp sarmalamıştı; bacaklarını ise bütünüyle çizilmiş deri paçalıklarla koruyordu. Bense yırtık pırtık, daracık bir mont giymiştim ve hem bileklerim hem böbreklerim açıkta kalmıştı, pantolonum da aynı derecede yırtık ve dardı, babam gibi uzun adımlar atarak yürüyordum, ama ellerimi ceplerime gömmüş, uzun boynumu omuzlarımın arasına sıkıştırmıştım. Her ikimizin elinde de eski av tüfeklerimiz vardı, bunlar aslında iyi silahlardı, ama pek bakımsız oldukları gibi aynı zamanda pas tutmuşlardı. Köpek, tavşan avı için uygundu, kulakları yeri süpürüyordu, tüyleri kısa, derisini delip çıkacakmış gibi duran bacak kemiklerinin üstündekiler diken gibiydi; köpekçiğin peşi sıra sürüklediği zincir, aslında bir ayı için daha uygundu.
“Sen köpekle burada duracaksın,” dedi babam. “Bu patikanın öteki ucu iki adım. Ben oraya gideceğim ve gelince sana ıslık çalacağım; sen de köpeği çözeceksin. Gözlerini dört aç, çünkü tavşan bir saniyede geçiverir.”
Babam taşlık yoldan yürümeye devam etti, ben de onu izlemek istediği için inleyen köpeği tutarak yere oturdum. Colla Bella ölgün derelerin kenarında yükselen sert otların, eski terasların yıkık duvarlarını içten içe kemirdiği kıraç bir topraktı. Daha aşağıda, zeytinliklerin oluşturduğu kara bulutlar başlar, daha yukarıda ise yangınların yaşlı köpeklerin sırtı gibi seyrelttiği ormanlıkların kızıl rengi yükselirdi. Sabahın griliği her şeyi tembelleştiriyor, sanki uykulu gözkapakları yavaş yavaş iniyordu. Gözün görebildiği en son nokta pusla örtüldüğünden denizin üstünde sınırlar belirsizdi.
Babamın ıslığı duyuldu. Zincirinden kurtulan köpek taşlıkta büyük zikzaklar çizerek koşmaya ve havlamalarıyla ortalığı gürültüye boğmaya başladı. Sonra sustu, toprağı kokladı ve altında eşkenar bir dörtgenin ışıl ışıl parladığı kuyruğunu havaya dikip yeri dikkatle koklayarak ilerlemeye başladı.
Ben tüfeği dizime dayayıp ileriye doğrultmuştum, gözlerim patikaların kesiştiği noktaya dikilmişti; tavşan bir an içinde geçebilirdi. Güneş yükselerek renkleri birer birer birbirinden ayırıyordu. Önce yabanyemişlerinin kırmızısı, çam ağaçlarının seyreltisi göze çarptı. Sonra yeşil, kırların, çalıların, ormanların bin bir yeşili ortaya çıktı; oysa az önce hepsi aynı renkti. Şimdi her an yeni bir yeşil ortaya çıkıyor, ötekinden farkını ortaya koyuyordu. Sonra mavi, her şeyi sağır eden ve gökyüzünü solgun ve ürkek kılan denizin mavisi. Işığın soğurduğu Korsika belirdi, ama denizle gökyüzü arasındaki ufuk ayrılmadı, o nokta belirsiz ve yitikti, sanki öyle bir yer yokmuşçasına oraya bakmak insanı korkutuyordu.
Bir anda deniz kenarında, tepelerin eteğinde evler, çatılar, sokaklar doğdular. Kent her sabah gölgelerin krallığından böyle doğuyordu, her şey bir anda oluyordu, çatılar bakırrengine boyanıyor, camlar bir görünüp bir yok oluyor, badanalar kirece bulanıyordu. Işık her sabah en küçük ayrıntılara dek her şeyi yeniden resmediyordu, bütün yolları yeniden açıyor, bütün evleri yeni baştan sayıyordu. Sonra tepelere çıkıyor, gene yepyeni ayrıntılar bulup çıkarıyordu: yeni tarlalar, yeni evler. Ve Colla Bella’ya geliyordu, sarı, kıraç ve ıssız; sonra tepede, gözden ırak bir yerde, ormanın başlamasından önceki en yüksek evi, benim tüfeğimin bir atışlık eriminde olan Baciccin Beato’nun evini aydınlatıyordu?”
Baciccin Beato’nun evi gölgedeyken bir taş yığınını andırıyordu; çevresindeki bir avuç toprak, ay toprağı gibi boz ve kabuk kabuktu, bu toprakta biten cılız çalılar birinin orada değnek yetiştirdiğini akla getirebilirdi. Çamaşır asmaya yarayabilecek ipler gerilmişti, oysa bunlar da sıska ve ölgün asmalar için gerilmişti. Sadece çelimsiz bir incir ağacı, yapraklarını taşıma gücünü bulabilmiş ve toprak parçasının en ucunda çarpık çurpuk büyümüştü.
Baciccin dışarı çıktı, öylesine zayıftı ki, görülebilmesi için yan dönmesi gerekirdi; karşıdan sadece gri ve seyrek bıyıkları görünüyordu. Başında yalnızca gözlerini açıkta bırakan, boynuna dek inen yün bir şapka vardı, üstüne kaba kumaştan bir giysi geçirmişti. Beni gördü ve yanıma geldi.
“Tavşan, tavşan,” dedi.
“Tavşan, hep tavşan,” dedim.
“Geçen hafta şu kıyıda bu kadar büyük bir tane vurdum. Sanki buradan şuraya kadardı.”
“Hataydı.”
“Uğursuzluk.”
“Uğursuzluk, uğursuzluk. Zaten ben tavşana alışık değilimdir. Bir çamın altına oturup ardıçkuşu beklerim. Bir sabahta beş-altı tanesi vurulur.”
“Karnınızı böyle doyuruyorsunuz, Baciccin Beato.”
“Evet. Ben zaten hep yanlış yaparım.”
“Olur, olur. Fişek bu.”
“Fişek, fişek.”
“Sattıkları hep palavra. Siz kendiniz doldurun.”
“Tabii, ben kendim dolduruyorum. Belki de kötü dolduruyorumdur.”
“Eh, bilmek gerekir tabii.”
“Evet, evet.”
Bu arada kollarını göğsüne kavuşturmuş, yol ağzında dikilmişti. O böyle ortada durursa, tavşan asla geçmezdi. “Şimdi ona çekilmesini söyleyeyim,” diye düşünüyor, ama bir türlü söyleyemiyordum, ancak gene de tavşan gözlemekten vazgeçmiyor, pusuda bekliyordum.
“Yağmur yağmıyor da yağmıyor,” diyordu Baciccin.
“Korsika’yı gördünüz mü bu sabah?”
“Korsika. Kupkuru. Korsika.”
“Kötü bir yıl bu Baciccin Beato.”
“Kötü bir yıl. Siz bakla dikersiniz. Çıktılar mı?”
“Çıktılar mı?”
“Çıktılar mı? Hayır.”
“Kötü tohum satmışlar size Baciccin.”
“Kötü tohum, kötü yıl. Sekiz kök enginar.”
“Hay Allah.”
“Söyleyin kaç enginar aldım?”
“Söyleyin siz.”
“Hepsi öldü.”
“Hay Allah.”
Baciccin’in kızı Costanzina çıktı evden. Yaşı on altı olabilirdi, yüzü zeytin biçimindeydi, gözleri, ağzı, burun delikleri de zeytine benziyordu ve örgüleri omuzlarından aşağı iniyordu. Herhalde göğüsleri de zeytin gibiydi, hepsi aynı biçim; aslında minik bir heykel gibiydi, bir keçi gibi yabanıldı. Yün çorapları dizine kadar çıkıyordu.
“Costanzina,” diye seslendim.
“Ah!”
Ama yaklaşamıyordu, tavşanları ürkütmekten çekiniyordu. “Daha havlamıyor, yakalayamadı,” dedi Beato. Kulak kabarttık
“Havlamıyor, daha beklenebilir,” dedi ve gitti.
Costanzina gelip yanıma oturdu. Baciccin Beato gariban toprakları üzerinde dolaşıyor, çelimsiz asmalarını düzeltiyordu; arada bir de çene çalmak için yanımıza geliyordu.
“Gene ne oldu Colla Bella’da, Tancina,” diye sordum. Kız da dikkatle anlatmaya başladı:
“Dün gece ay ışığında, şu aşağıda tavşanların hoplayıp zıpladıklarını gördüm. Gi, gi, diye ses çıkarıyorlardı. Dün meşenin arkasında bir mantar çıktı. Zehirli, kırmızı ve beyaz benekli bir mantar. Onu bir taşla öldürdüm. Büyük ve sarı bir yılan öğle vakti patikadan indi. Şu çalılıkta yaşıyor. Ona taş atma, iyi huyludur.”
“Colla Bella’da yaşamayı seviyor musun Tancina?”
“Akşamları hayır. Saat dörtte sis iniyor ve kent gözden yitiyor. Sonra gece baykuşun ötüşü duyuluyor.”
“Korkuyor musun baykuştan?”
“Hayır. Ben bombalardan, uçaklardan korkuyorum.” Baciccin yaklaştı.
“Peki ya savaş, savaş nasıl gidiyor?”
“İşin en hoş yanı Baciccin, savaş artık bitti.”
“İyi. Bakalım savaşın yerini ne alacak? Zaten ben bittiğine inanmam. Bunu pek çok kez söylediler, ama savaş her sefer yeni bir biçimde yeniden başladı. Yanlış mı diyorum?”
“Hayır, doğru diyorsunuz.”
“Sen daha çok Colla Bella’yı mı seviyorsun, kenti mi Tancina,” diye sordum.
“Kentte, dart oyunu var,” dedi; “tramvaylar, itişen insanlar, sinema, dondurma, büyük şemsiyeli kumsallar var.”
“Bu da,” dedi Baciccin, “kente gitmeye pek hevesli değil, ama öteki pek meraklıydı ve bak geri gelmedi.”
“Şimdi nerede?”
“Bilmem.”
“Bari yağmur yağsa.”
“Sahiden. Yağsa. Korsika’ya bu sabah yağdı. Yanlış mı diyorum?”
“Doğru diyorsunuz.”
Uzaktan çılgınca bir havlama duyuldu.
“Köpek tavşanı yakaladı,” dedim.
Beato gene kollarını göğsünde kavuşturdu ve öylece dikildi.
“Vuruyor, vuruyor,” dedi. “Benim dişi bir köpeğim vardı, adı Cililla idi. Üç gün bir tavşanın peşinden koşabilirdi. Bir keresinde ormanın ta tepesinde bir yuvadan çıkardı tavşanı, tüfeğimin iki metre yakınına getirdi. İki el ateş ettim. Hataydı.”
“Her şey yolunda gitmez ki!”
“Elbette. Sonra iki saat daha tavşan kovaladıydı.”
İki el ateş sesi duyuldu, ama köpeğin havlaması giderek yaklaşmaya başladı.
“… iki saat sonra,” diye yeniden konuşmaya başladı Baciccin, “bana tavşanı bozulmadan getirdi. Gene yanlış yaptım, lanet olsun.”
Birdenbire minik bir tavşan patikadan hoplamaya başladı, Baciccin’in bacaklarına kadar geldi, sonra çalılara daldı ve yok oldu. Ben silahımı doğrultmayı bile becerememiştim.
“Lanet olsun,” diye bağırdım.
“Ne var?” dedi Beato.
“Hiç,” dedim.
Costanzina bile görememiş, eve dönmüştü. “İyi,” diye yeniden söze başladı Beato, “o dişi köpek ben vurana dek gidip gidip getirdi tavşanı. Ne köpekti!”
“Şimdi nerede?”
“Kaçtı.”
“Eh, her şey yolunda gitmez.”
Babam dili bir karış sarkmış köpekle geldi. Söyleniyordu. “Kıl payı kaçırdım. Şuradan buraya kaçtı. Şöyle bir hayvandı. Gördünüz mü?”
“Hiçbir şey görmedik,” dedi Beato.
Ben tüfeği omzuma astım ve patikadan aşağı inmeye başladık.
Öyküler – İtalo Calvino
Çeviren: Eren Yücesan Cendey