Zeffirino’nun babası hiç mayo giymezdi. Üstünde paçalarını kıvırdığı pantolonu ve tişörtü, başında beyaz bez kasketiyle gün boyu kayalıklardan ayrılmazdı. En büyük tutkusu, kayalara yapışan, her birinin sert kabuğu neredeyse taşla bütünleşmiş görünen Çin şapkası midyeler, yassı yumuşakçalardı.
Zeffirino’nun babası bunları ancak bıçakla yerlerinden çıkarırdı. Her pazar günü, gözünde kocaman gözlükleri, burundaki kayaları tek tek denetlerdi. Küçük sepetini dolduruncaya kadar da oradan ayrılmazdı; bazılarını hemen açıp yer, ıslak ve ekşimtrak eti kaşık gibi tuttuğu kabuktan emer, bazılarınıysa sepetine koyardı. Arada başını kaldırıp dümdüz denizi gözden geçirir ve “Zeffirino, neredesin?” diye bağırırdı.
Zeffirino bütün öğleden sonraları denizden çıkmazdı. Baba oğul buruna birlikte gelirler, sonra baba oğlunu bırakıp yumuşakçaların peşine düşerdi. O yerlerine yapışık, inatçı Çin şapkası midyelere Zeffirino hiç yüz vermezdi; ilk zamanlar yengeçler ilgisini çekmiş, sonra ahtapotlara, denizanalarına yaklaşmış ve yavaş yavaş her tür balıkla ilgilenmeye başlamıştı. Yaz aylarında gittikçe daha zor ve ustalık isteyen avlara çıkardı: artık yaşıtları arasında, sualtı tüfeğini onun kadar iyi kullanan çocuk yoktu. En iyi yüzücüler biraz bodur ve tıknaz, soluğu ve kasları güçlü olanlardan çıkar, Zeffirino da öyleydi. Karada, babasının elinden tutmuş giderken gördüğünüzde, başı sıfır numara tıraşlı, ağzı yarı açık, ensesine bir tokat inmeden yürümeyecek bir çocuk sanırdınız; oysa denize bir girdi mi, kimse onunla aşık atamazdı; hele dipten yüzmekte, üstüne yoktu.
Zeffirino o gün bütün sualtı takımlarını, araç gereçlerini toplamıştı. Şnorkeli zaten vardı, geçen yıl büyük annesi armağan etmişti; ayakları küçük bir kuzini kendi paletlerini ona vermiş, tüfeği ise amcasının evinden aşırmış ama babasına ödünç aldığını söylemişti. Aslında çok dikkatli, her şeyi temiz ve iyi kullanmasını bilen bir çocuk olduğu için ona güvenirler, eşyalarını ödünç verirlerdi.
Deniz pırıl pırıl, bir harikaydı. Zeffirino babasının bütün uyarılarına, “Tamam, baba” dedikten sonra denize girdi. Başında şnorkeli, solunum borusu, ayaklarında paletleri, elinde biraz mızrağı, biraz tüfeği, biraz da çatalı andıran zımbırtıyla doğrusu pek insana benzemiyordu. Ama suya girer girmez, dalmadan önce paletlerini vuruşundan, koltuğunun altına sıkıştırdığı tüfeği tutuşundan, başı suyun yüzünü yalayarak gayretli süzülüşünden hemen fark ediliyordu.
Denizin dibi sığlarda çakıllıydı, sonra bazısı çıplak ve aşınmış, bazısı kahverengi, sık yosunlarla örtülü kayalar başladı. Her kaya yarığından, akıntıda sallanan her yosun yığınından kocaman bir balık çıkabilirdi; şnorkelin camı arkasından Zeffirino’nun meraklı gözleri dikkatle köşeyi bucağı izliyordu.
İlk kez görüldüğü zaman denizin dibi güzeldir ama bütün şeylerde olduğu gibi, asıl güzellik kulaç kulaç her yer keşfedildikten sonra fark edilir. Deniz dibi görünümlerini sanki içersiniz, git git bir türlü sonu gelmez. Şnorkelin camı, gölgeleri ve renkleri yutmaya hazır koca bir göz gibidir. Karanlık sona ermiş, kayalıklardan çıkıyordu; dipteki kumda dalga devinimlerinin oluşturduğu menevişler vardı. Göz kırpan pırıltılar ve olta kovalayan ışıltılı balık sürülerinin arasından güneş ışınları buraya kadar ulaşıyordu; minicik balıklar dümdüz ilerliyor, sonra birden dik açı çizerek hep birlikte başka bir yöne dönüyorlardı.
Kuyruğunu dibe vuran bir karagözün kaldırdığı küçük bir kum bulutu yükseldi. Balık zıpkına yöneldiğini hiç fark etmemişti. Zeffirino dipten yüzüyordu, karagöz çizgili sırtını bir iki kez döndürerek dalgın dalgın yalpaladıktan sonra suyun orta yerinde birden uzaklaşıverdi. Balıkla avcı, denizkestaneleriyle dolu kayalıklar arasından gözenekli, neredeyse çıplak kayaların bulunduğu küçük bir koya kadar yüzdüler. Zeffirino, “burada artık elimden kurtulamaz” diye düşündü ve tam o sırada karagöz yine kayboldu. Deliklerden ve oyuklardan dizi dizi hava kabarcıkları yükseliyor, sonra birden kesiliyor ve başka bir yerde yeniden başlıyor, pusuya yatmış gibi bekleyen denizlaleleri pırıl pırıl parlıyorlardı. Karagöz bir yuvadan gizlice başını uzatıp hemen bir başkasına girdi ve az sonra çok uzaktaki bir delikten dışarı çıktı. Sivri bir kayanın çevresinde volta atarak yönünü değiştirdi ve dibi boyladı; Zeffirino aşağıda parlak yeşil bir yer gördü. Balık o ışıkta gözden kayboldu, Zeffirino da arkasından gitti.
Kayanın dibinde alçak bir kemerden geçti ve yukarıda suyu ve gökyüzünü gördü. Dört yanında açık renk taşların gölgeleri oynaşıyor, açık denizde yarı suya gömülü bir kayalık görünüyordu. Zeffirino paletlerini vurarak ileri atıldı, sonra soluk almak için yükseldi. Şnorkelinin içine girmiş olan birkaç damla suyu solunum borusundan dışarı üfledi ama başı suyun altında kaldı. Karagözü yeniden bulmuştu; hem de bir değil, iki tane! Tam nişan almıştı ki solunda sakin sakin yüzmekte olan bir balık sürüsü gördü, sağından da pırıl pırıl bir başka sürü geçiyordu. Burası küçük bir gölü andıran, balığı bol, tam avlanılacak bir yerdi; Zeffirino nereye baksa kaynaşan yüzgeçler, ışıltılı pullar görüyor, sevinç ve şaşkınlıktan tetiği çekmeyi bile düşünemiyordu.
Acele etmemek, dört yanına korku salmadan en iyi avların hangileri olduğunu araştırmak gerekti. Başı hep suyun altında, Zeffirino en yakın kayalara yöneldi ve birden aşağı sarkmış beyaz bir el gördü. Su kıpırtısızdı, dümdüz pırıl pırıl yüzeyde, yağmur damlaları düşüyormuş gibi iç içe geniş halkalar oluşuyordu. Çocuk başını kaldırdı ve baktı. Kayanın üstüne yüzüstü uzanmış şişman, mayolu bir kadın güneşleniyordu. Ve ağlıyordu. Yanaklarından yuvarlanan gözyaşları damla damla denize düşüyordu.
Zeffirino ‘şnorkelini alnına doğru iterek “Şey, kusura bakmayın” dedi. Şişman kadın “Zararı yok, çocuğum,” dedi ve ağlamasını kesmeden, “sen avlanmana bak” diye ekledi.
Zeffirino, “Burası balık dolu,” dedi, “gördünüz mü, ne kadar çok”.
Şişman kadın başını kaldırmış, yaş dolu gözleriyle karşıya bakıyordu. “Hiç görmedim,” dedi, “nasıl göreyim, ağlamaktan baş alamıyorum ki”.
Deniz ve balıklar söz konusu olduğunda zehir kesilen Zeffirino, iş insanlarla karşı karşıya gelmek oldu mu hemen o ağzı yarı açık, kekeme çocuk oluverirdi. “Çok affedersiniz, madam…” Karagözlerine dönmek istiyordu ama ağlayan şişman bir kadın görmek öyle alışılmadık bir şeydi ki, büyülenmiş gibi kendinden geçmiş, istemeden ona bakmayı sürdürüyordu.
Şişman kadın o soylu ve hafifçe genizden gelen sesiyle “Ben madam değilim, çocuğum,” dedi, “bana matmazel, de. Matmazel De Magistris. Ya senin adın ne?”
“Zeffirino.”
“Aferin sana, Zeffirino. Çok balık avladın mı? Yoksa, rastgele mi demeliyim?
“Nasıl dendiğini bilmem. Daha hiçbir şey avlamadım. Ama burası iyi bir yer.”
“O tüfeğe dikkat et ama. Kendim için demiyorum. Ben bitmişim zaten. Senin için, sakın bir yerini yaralama.”
Zeffirino kadına hiç merak etmemesini söyledi. Kayaya tırmanıp onun yanına oturdu ve bir süre ağlamasını izledi. Kadın bazen ağlamayı kesecek gibi oluyor, kıpkırmızı burnunu çekerek başını sallıyordu. Ama o arada göz pınarlarında biriken yeni damlalar, taşarak yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu.
Zeffirino ne düşüneceğini bilemiyordu. Bir kadını ağlar görmek içine dokunuyordu. İnsanın yüreğini istek ve sevinçle dolduran türlü türlü balıkla dolu bu koyda insan nasıl dertli olabilirdi? Ama işte, karşısında koskoca bir kadın gözyaşları içindeydi; kendisi nasıl o yemyeşil sulara dalıp balıkların peşinden gidebilirdi? O anda ve orada birbirine zıt ve bağdaşmaları olanaksız iki duygu vardı. Zeffirino ikisini birden algılayamıyor, ne birinden ne ötekinden vazgeçebiliyordu.
“Matmazel,” dedi.
“Söyle, çocuğum.” “Neden ağlıyorsunuz” “Sevdadan yana hiç şansım yok da ondan.” “Ya!”
“Sen anlayamazsın, daha küçüksün.” “Şnorkelle yüzmeyi denemek ister misiniz?” “Sağ ol, seve seve. Güzel midir?” “Dünyanın en güzel şeyidir.”
Matmazel De Magistris kalktı ve mayosunun askılarını ilikledi. Zeffirino şnorkeli ona verdi ve nasıl takacağını iyice anlattı. Kadın biraz alaycı, biraz da utanır gibi bir tavırla şnorkeli başına geçirdi ama camdan hâlâ dolu dolu olan gözleri görünüyordu. Bir fok gibi hantal devinimlerle denize girdi ve yüzü suya batmış, debelenmeye başladı.
Zeffirino da tüfeğini koltuğunun altına alıp suya atladı.
Matmazel De Magistris’e “Bir balık görünce bana haber verin” diye bağırdı. Zeffirino’nun denizde hiç şakası yoktu; kendisiyle avlanmak onurunu da başkalarına çok ender verirdi.
Ama matmazel başını kaldırıyor ve hayır der gibi işaretler yapıyordu. Şnorkelin camı buğulanmıştı ve yüzü görünmüyordu. Sonra şnorkeli çıkardı. “Hiçbir şey görmüyorum,” dedi, “ağlamaktan cam buğulandı. Yapamayacağım. Kusuruma bakma.” Ve denizin ortasında durup yine ağlamaya başladı.
Zeffirino “İş sarpa sardı” dedi. Yanında, cama eski parlaklığını verecek bir kesik patates yoktu ama tükürükle elinden geldiğince sildikten sonra şnorkeli kendisi taktı. Sonra şişman kadına dönüp “Bakın ben nasıl yapıyorum” dedi. Zeffirino başı suyun altında, paletlerini çırparak atılıyor, yan yan yüzen kadın bir kolunu ileri uzatmış, ötekini kıvırmış, başı dimdik, onulmaz kederler içinde; ikisi birlikte ilerlediler.
Matmazel De Magistris beceriksizce kulaçlar atarak hep yan yan ve çok kötü yüzüyordu. Metrelerce altında balıklar kaynaşıyor, denizyıldızlarıyla mürekkepbalıkları yol alıyor, denizşakayıkları ağızlarını açıp kapatıyorlardı. Zeffirino’nun gözleri önüne, insanı kendinden geçiren bir manzara serilmişti. Sular yükselmiş, dipteki kumlara dağılmış küçük kayalıkların arasındaki yosun yumakları denizin zar zor duyulabilen devinimiyle hafif hafif sallanıyordu. Ama yukarıdan bakınca, kıpırtısız denizin ve yosun yığınlarının arasında, dipteki kayalıklar sallanıyormuş gibi görünüyordu.
De Magistris birden çocuğun dalıp gözden kaybolduğunu, bir an kıçının su yüzüne çıktığını, önce paletlerinin, sonra gölgesinin, daha sonra da kendisinin hızla dibe indiğini gördü. Levrek tehlikeyi sezdiği zaman artık çok geçti: yandan vurulmuş ve zıpkının orta dişi kuyruğunu delip bir yandan girerek öbür yandan çıkmıştı. Levrek dikenli yüzgeçlerini doğrultarak suyu dövmeye başladı, zıpkının öbür dişleri gövdesine saplanmamıştı ve kuyruğu kopsa bile kaçabileceğini umuyordu. Ama yüzgeçlerinden birini zıpkının dişlerine kaptırdı ve savaşı kaybetti. Makaranın ipleri sarılmaya başlamıştı bile ve Zeffirino’nun mutlu, pembe gölgesi tam tepesindeydi.
Su yüzünde önce zıpkınlanmış levrek, sonra çocuğun kolu, arkasından da borusundan sular püskürten şnorkelli başı göründü. Zeffirino şnorkeli çıkarırken “Gördünüz mü ne güzel?” dedi, “Gördünüz mü, matmazel?” Gümüşi kara renkte koca bir levrekti. Ama kadın hâlâ ağlıyordu.
Zeffirino bir kayalığın burnuna tırmandı. De Magistris güç bela onun peşinden gitti. Balığını serin bir yerde saklamak isteyen çocuk, su dolu bir çukur buldu. Yan yana oracığa uzandılar. Zeffirino balığın yanardöner renklerini hayranlıkla izliyor, pullarını okşuyor, De Magistris’in de onun gibi yapmasını istiyordu.
“Gördünüz mü ne güzel? Bakın nasıl ısırıyor?” Sonra balıkla azıcık olsun ilgilenmenin şişman kadını bir nebze avundurduğunu sezince, “Ben gidip bir bakayım, belki bir tane daha vururum,” deyip takımlarıyla birlikte yine suya atladı.
Kadın balıkla yalnız kaldı. Hiç bu kadar mutsuz bir balık görmemiş olduğunu düşündü. Parmaklarını balığın halka gibi açık ağzında, solungaçlarında, kuyruğunda gezdiriyor, o gümüş gövdede binlerce minicik deliğin açıldığını görüyordu. Balıklara yapışan asalaklar olan minik subitleri çoktandır levreği ele geçirmişler, kemirip duruyorlardı.
Zeffirino bütün bu olan bitenden habersiz, zıpkınının ucunda altınrengi bir gölgebalığıyla çıkageldi ve balığı matmazel De Magistris’e sundu. Böylece, aralarında bir iş bölümü başladı. Kadın balığı zıpkından çıkarıyor ve su dolu çukura yerleştiriyor, Zeffirino da yeni bir tane yakalamak için yeniden denize dalıyordu. Ama her sefer, hâlâ ağlıyor mu diye durup De Magistris’e bakmayı unutmuyordu. Bir levrek, bir gölgebalığı görünce ağlamayı kesmezse, acaba başka neyle avunabilirdi?
Gölgebalığının yanlarında altınrengi çizgiler, sırtında da iki sıra yüzgeç vardı. Matmazel bu yüzgeçlerin arasında, zıpkının açtığından çok daha eski, ince ve derin bir yara gördü. Bir martı, balığın sırtını öyle güçlü gagalamıştı ki nasıl öldürmediği şaşılacak şeydi. Zavallı gölgebalığı kim bilir ne kadar zamandır bu acıyı çekiyordu!
Zeffirino’nun zıpkınından daha hızlı giden sinarit, bir sürü küçük ve şaşkın kaya balığının üstünde dolanıp duruyordu; bunlardan ancak birini yutmuştu ki zıpkın boğazına saplanıverdi. Zeffirino hiç böyle bir vurgun yapmamıştı.
Şnorkelini çıkarırken “Olağanüstü bir sinarit!” diye bağırdı. “Ben kaya balıklarını kovalıyordum! Bir tanesini yutar yutmaz hemen…” Heyecandan kekeleyerek o sahneyi anlatmaya çalışıyordu. Bundan daha iri ve güzel bir balık avlanamazdı. Zeffirino, Matmazel De Magistris’in de mutluluğunu paylaşmasını istiyordu. Kadın, balığın gümüşrengi şişman gövdesine, az önce o yeşilimsi küçük balığı yutan ve şimdi zıpkının dişleriyle parçalanmış ağzına bakıyordu: işte denizde yaşam böyleydi.
Zeffirino daha sonra biri gri, biri kırmızı lapina, sırtı sarı çizgili bir karagöz, iri bir mercanbalığı, yassı bir kupes ve bir de dikenli ve bıyıklı kırlangıçbalığı tuttu. Ama Matmazel De Magistris bunların hepsinde, zıpkın yarasından başka, ya supiresi ısırığından kalma izleri, ya bilinmeyen bir hastalığın bıraktığı lekeleri ya da çok önceden boğazlarına saplanmış birer olta iğnesi buluyordu. Çocuğun keşfettiği bu koy belki de uzun bir can çekişmeye mahkûm hayvanların bir sığınağı, umutsuz hastalar için bir tür deniz hastanesi, acıdan çılgına dönmüş balıkların düelloya tutuştukları bir yerdi.
Zeffirino şimdi kayaların arasında pusuya yatmıştı: ahtapotlar! Bir kayanın dibine gizlenmiş bir ahtapot sürüsü keşfetmişti. İşte, zıpkınının ucuna takılı koskoca, morumsu bir ahtapotun yarasından sulandırılmış mürekkep gibi bir sıvı damlıyordu. Matmazel De Magistris’in birden yüreği daralır gibi oldu. Ahtapotun boyuna göre yeni bir çukur bulundu; Zeffirino onun başından ayrılmıyor, yavaş yavaş renk değiştiren pembe-gri ahtapotu hayran hayran seyrediyordu. Artık saat ilerlemiş, o kadar uzun süre suda kalmaktan, çocuk yolunmuş tavuğa dönmüştü. Ama Zeffirino’da, yuvalarını daha yeni bulduğu ahtapot ailesini bırakacak göz var mıydı?
Matmazel ahtapotun kaygan etine, çekmenlerinin ağızlarına, kırmızı, neredeyse su gibi saydam gözlerine bakıyordu. İşte bu ahtapot, şimdiye kadar yakalananların içinde lekesi olmayan ve acı çekmeyen tek varlıktı. Sanki insan kasları gibi yumuşak, kıvrım kıvrım ve bir sürü gizli koltuk altlarını andıran dokunaçlar sağlığı ve yaşamı düşündürüyor, uyuşuk büzülüp açılmalarla çekmenleri yavaş yavaş büyüyüp genişliyordu. Matmazel De Magistris’in havaya kalkmış eli ahtapotun dokunaçlarını okşar gibiydi, onun kasılıp büzülmesine öykünen parmakları gittikçe hayvana daha çok yaklaşıyordu.
Akşam oluyordu, iri bir dalga kabaran denizin yüzeyini dövmeye başlamıştı. Ahtapotun dokunaçları birer kamçı gibi havada titriyordu ve bir tanesi bir anda bütün gücüyle Matmazel De Magistris’in koluna dolanıvermişti. Kayanın üstünde ayağa kalkan kadın, kendi kolundan kaçmak ister gibi “Ahtapot! Ahtapot beni parçalıyor!” diye bağırdı.
Bir kalamarı yuvasından çıkarmayı beceren Zeffirino başını sudan çıkardı, şişman kadının koluna dolanan ahtapotun dokunacını onun boynuna doğru uzattığını gördü. Matmazel uzun uzun ve avazı çıktığı kadar bağırdığı halde, çığlığının ancak son sözlerini duymuştu ama kadın artık ağlamıyordu galiba.
Elinde bıçakla bir adam koşup geldi, bıçağını ahtapotun gözüne saplamaya başladı ve kafasını bir vuruşta kesiverdi. Bu, sepetini Çin şapkası midyelerle doldurmuş ve kayalıklarda oğlunu aramaya çıkmış olan Zeffirino’nun babasıydı. Çığlığı duymuş, koca gözlüklerinin üstünden bakınca kadını görmüş ve elinde böcek kabuklarını açmakta kullandığı bıçakla yardımına koşmuştu. Ahtapotun dokunaçları hemen gevşeyip yumuşamışlardı; sonra Matmazel De Magistris bayıldı.
Ayıldığı zaman ahtapotun parçalanmış olduğunu gördü; Zeffirino’yla babası, kızartması için parçaları ona armağan ettiler. Akşam olmuştu. Zeffirino tişörtünü giydi. Babası matmazele en iyi ahtapot kızartmasının nasıl yapıldığını anlattı. Zeffirino durup durup kadına bakıyordu; bir iki kez yine ağlamaya başlayacak sandı ama matmazelin gözlerinden tek bir damla yaş akmadı.
Çeviren: Sernin Sayıt