Hugo.— Monsieur Andre Maurois’nın Olympio’sumı okuyorum: Victor Hugo’nun yaşamını, yazdıklarını anlatıyor. Çoktan almıştım o betiği, birkaç kez de açtım okumak için, yürümedi. Biliyorum, gene yürümeyecek. Betiği değil, Monsieur Maurois’nın deyişini, anlatmasını değil, Victor Hugo’yu sevemiyorum da onun için. Sevmeğe de çok çalıştım doğrusu. Nice kimseler büyük bir ozan olduğunu, Fıransızların en büyük ozanı olduğunu söylüyor, böyle bir yargı beni de etkilemez olur mu? “Fıransızların en büyük ozanı kimdir?” sorusunu Andre Gide, “Hugo, helas!” diye yanıtlamış. Üzülüyor, “Gönül istemezdi öyle olmasını” diyor, gene de yadsıyamıyor (inkâr edemiyor) Hugo’nun en büyük Fıransız ozanı olduğunu. Varsın büyük olsun, büyük ozanların hepsini de sevmek boynumun borcu değil ya!
Yırlarını okumak istedim mi, önce gözlerim kamaşsa bile, yoruluyorum çabucak, bunalıyorum. Parlak köğükler (mısralar), sanki bir gök gürültüsü, arka arkaya şimşekler. Gene de işlemiyor kişinin içine: Boşuna o gök gürlemesi, boşuna o şimşekler, kuru sıkı, bir türlü yağamıyor. Bir yırı, gerçekten sevdiğiniz, içinize işleyen bir yırı okurken bir durursunuz, bir yeri, bir iki köğüğü kavrayıvermiştir sizi, benliğinizi aydınlatıvermiştir, sanki sizin için yazılmıştır, kendinize daldığınız, ne olduğunu da bir türlü dile getiremediğiniz bir neni söylemiştir ozan, durur da bir daha okursunuz o yeri, o köğükleri. Geçici değildir içinize işlemesi, işlemekle kalmaz, işlenir içinize, unutamazsınız, sevinçli ya da acılı bir gününüzde, kendi kendinize daldığınız, ne olduğunu pek seçemediğiniz düşler kurduğunuz bir öğde (zamanda), yalan yanlış, dökülüverir o köğükler dudaklarınızdan. Victor Hugo’da bu yoktur işte. Dışarıda kalır hep, sizi en coşturduğu öğlerde bile dışınızda kalır. Bana öyle geliyor ki kimse onun için “Benim ozanım” diyememiştir, diyemez. “Fıransızların en büyük ozanı” demeleri de bunun için olmasın? Kimse benimseyemediği için bütün bir ulusa benimsetecekler… Topluluklar ozanı. Bütün yırları sanki birer seçim söylevi.
Ne de severmiş övülmeyi! Göklere çıkarırmış kendisini bir öveni, Monsieur Maurois anlatıyor. Victor Pavie adında ufacık bir ozanı bir yağlamış, sormayın. Gerçekten beğendiği için mi? Sanmıyorum. Salt övmek için, övmekte de usta olduğunu göstermek için. Karşılıksız çek… Bütün yırları birer karşılıksız çek gibi geliyor bana. Güzel, çok güzel köğükler ya, çoğunun içi yok. “Waterloo” adlı yırında “Bir saman çöpünün yele uçup gitmesi gibi, Büyük Ordu denilen gürültü de yitiverdi.” der. Kendi yırları da öyle: Kişinin içinde iz bırakmadan yitiveren bir uğultu… Les Miserables’ı ayırıyorum, onu severim doğrusu. Şunu da söyleyeyim: Biliyorum, “Abdülhak Hâmit’e dil uzattığı gibi Hugo’yu da kötülemeğe kalkıyor” diyecekler. Değil öyle. Victor Hugo’nun büyük bir ozan olduğunu yadsımıyorum, güzel, iyi işlenmiş köğükleri dizer arka arkaya. Hâmit beceremez onu, bir tek güzel köğüğü yoktur diyebiliriz, varsa da pek azdır. Büyük değildir Hâmit, büyük göstermek ister kendini. Oyunda büyüğe çıkmış ufacık bir ozan. Hugo dilini işlemiş, Fıransız diliyle pürüzsüz biçimler kurmuştur. Hani Hâmit te öyle köğükler? Hâmit, dörütün (sanatın) önce biçim kaygısı olduğunu bile anlayamamış, gelişigüzel yazmıştır yazdıklarını.
Çarşamba, 4 Ocak 1956
Nurullah Ataç – Günce