Louis Aragon (1897-1982)“Nâzım, senden bana ilk 1934’te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmedi. Nekadar az, otuz yıl. 1950’de, bizler, yani Türkiye halkı ile dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin… Hapishane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapishane dışında öldün, bu da çok şey.” (“Nâzım Hikmet İçin” başlıklı yazısından.)
Çeviri : Bertan Onaran
<<Birinci bölüme buradan ulaşabilirsiniz
Nurullah Ataç (1898-1957)
“Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için elimizde heyecanımızdan başka bir ölçü yoktur. Ben Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki manzumeleri heyecandan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir insan için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir.” (28 Kasım 1936 tarihli “Şeyh Bedreddin Dostum” başlıklı yazısından.)
Abidin Dino (1913-1993)
“Günün birinde, durup dururken haşarı küçük Nâzım bir cam kıracak olmuş.
“‘Neden kırdın bu camı?’ sorusuna çocuğun karşılığı aydınlatıcı :
“‘Camdan bir uçak yapmak için!’
“Belki yeni bir şiir türünün başlangıcı sayılabilirdi bu söz. Çok sonra Bursa Hapishanesi’ne ‘Taş tayyare’ adını koyacaktı tutuklu şair. Acayip bir ilişkisi olacaktı Nâzım’ın uçaklarla. Pekin’de geçirdiği ‘enfarktüs’ krizi üstüne apar topar Moskova’ya dönüş serüveni örneğin…
“Havana’ya uçuşu bir sevinç olmuştu, ona karşılık Tanganika’ya uçuşta yüreği çok ağrımıştı. Ve elbette oralara kadar gitmesi kesinlikle doğru değildi. Hangi sersem bu yolculuğu istemişti Nâzım’dan? Lübnan’a giderken uçak Türkiye toprakları üzerinden geçmişti, öylesine yüksekten ki, türkiye boz bir kilime benziyordu.
“Kederli kederli anlatmıştı Nâzım uçak lombozundan memleket manzaralarını seyredişini. Aşkla seyretmişti bozkırları, dağları, ırmakları, ovaları son kez.” (24 Eylül 1990’da yazdığı “Yazılmamış Bir Kitaba Başlangıç” başlıklı yazısından.)
Özdemir İnce (d.1936)
ı
Kar yağdı bütün kış. Bir ağır düş.
Kar yağdı bütün kış kederli ülkemize
ormanın soluğu ıslak toprakla birleşti
karayel budayıp geçti bütün yamaçları
ak kefenler sarardı ve çürüdü durup dinlenmeden
buruştu çocuklar silinip gitti çoğu
kızamık gülleri açmıştı omuzlarında
Kar yağdı bütün kış
ve ben düşledim seni
Ülkemiz yurdumuz sevdamız kardeşliğimiz
ülkemiz yurdumuz aydınlığımız gençliğimiz
yedi yaşında otuz yaşında yetmiş yaşında
çağların tuzlu kemiklerinde birleşen
ülkemiz yurdumuz yani yenilmez umudumuz
ülkemiz yurdumuz kocamayan gelinimiz
yazan kalemimiz öfkeli sevincimiz
alın yazımız bitmez çilemiz
Ülken ve yurdun
ıslak hücreler dar odalar ağır anahtarlar
yetesin diye bu taşlar ormanında
kulak zarın yırtılsın diye sessizlikten
sararsın diye sesin demir parmaklıklarda
kireç tutsun paslansın diye eklem yerlerin
ülkeler ve yurtlar kurdular sana
kara anahtarlar ve soğuk odalardan
Kar yağdı bütün kış
kederli ovaya
Bir madenciydin ayağa kalkışınla
bir sabır yarattın köylü duyarlığınla
dostlar her zaman dost olmasa bile
metrelerle ölçülse de genişlik
bir işçi bir köylü gibi yaşadın günü-geceyi
umudun işçisi sabrın köylüsü
bayram yeri gibi onurlu yüreğin
dostlara pay ettin yıllar boyunca.
II.
Sen memleketten uzak
hasretin bir türlüsüyle delik deşik yürek
dalgın yorgun ve yalnız
bir otel odasında
malın-mülkün olmadı
hasretten başka
Sen memleketten uzak
hasretin bin türlüsüyle delik deşik yürek
dalgın yorgun ve yalnız bir otel odasında
tepeden tırnağa âşık
sevilen her kadına
tepeden tırnağa âşık
mavi tana köpüren suya yeşeren ota
kırmızı balıkların
Kara gözlü karıncaların dostu
trenlerin uçakların vapurların eksilmez yolcusu
on dokuzunda delikanlı
altmışında delikanlı
usanmaz ve uslanmaz sevdalı
belki Paris’tesin St. Michael Rıhtımı’nda
hava güneşli ve sancımıyor yüreğin
sen memleketten uzak
hasretin bin türlüsüyle delik deşik yürek
bir güvercin gibi geçer İstanbul
mavi gözlerinin içinden
Sarayburnu Kadıköy Gülhane Parkı
bir acı sözünle geçer
mavi kederli gözlerinin içinden
belki uçarsın karlı Ukrayna ovalarını
aklında Tuz Gölü Konya Ovası
aklında ülken sekiz bin metre yukarlarda
Lejyonerler Köprüsü’ndesin belki Prag’da
Vıltava suyunun köpüklerinde gözün
ama aklın İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda
Bursa’da Çankırı’da Diyarbakır’da
yaşarsın en belalısını sanatların
yaşlı yorgun ülkenden uzak
ekmeğini kendi öz kanına banarak
kederli bir ırmak gibi çoğalarak
kendi sıcak dost masmavi denizlerinden uzak
yaşarsın en kanlısını sanatların
Sen memleketten uzak gurbet işçisi
hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan
senden öğrendim umudun söz dizimini
senden öğrendim inancın tatlı dilini
sen on dokuzunda sevdalı ve delikanlı
sen altmışında sevdalı ve delikanlı
sen memleketten uzak gurbet işçisi
hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan
ustam benim! hasretlerin, ayrılıkların ozanı!
Metin Demirtaş (d.1938)
SORGUDA
İlerlemiş bir saatinde gecenin
Sorgudayım
Uykusuz ve yorgunum
Karanlık, sidik kokan
Bir mahzende geçiyor günlerim
Suçluyum Nâzım’ı okumaktan
Emperyalizme karşı olmaktan
Halkımı sevmekten
Soruyorlar
Söylüyorum budur suçlarım
Biri bir tokat savuruyor yüzüme
Biri bir tekme
Ama ben devam ediyorum yine
Suçlarımı sayıp dökmeye
Tarlalarda ekip biçenlerin
Fabrikalarda dokuyanların
Tütün yolunda tükenip gidenlerin
Dostuyum
Düşmanıyım onları sömürenlerin
Ve bilmiyorum ne ad veriyorsunuz
Bütün bunlara
“Müesses nizamı yıkmak” mı
“Bir sınıfı bir sınıfa düşürmek” mi
Ama bir şey var çok iyi biliyorum
Yüzyıllardır değişmemiş bir gerçek
Fakat değişecek.
Tristan Tzara (1896-1963) “Baştan başa ulusunun umutlarını soluyarak Nâzım Hikmet’in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. Bu anlamda, Nâzım’ın şiiri günümüz insanının ekinsel alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
“Her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, Nâzım’ın şiiri çağdaş Batı şiirinin yapısına yabancı değildir. Özellikle Mayakovski ve Garcia Lorca’nın yapı çizgisindedir. (…)
“Nâzım’ın memleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, Nâzım’ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürlütüsüz ama güçlü savaşla bağlantıdadır.” (“Nâzım Hikmet Üstüne” başlıklı yazısından.)
Çeviri : Mehmet Tuncay
Philippe Soupault (1897-1990)
“Nâzım Hikmet bir insandı, büyük bir şairdi. Onunla hep rastlantıyla karşılaşmışımdır. Daha ilkinden, sevinçle benimsedim onun parlaklığına tutulmayı. Yaşamının bazı dönemlerini tanıyordum yalnızca; uğradığı ve üstesinden geldiği deneylerin bazılarını biliyordum. Masallaşmıştı. Bakışıyla karşılaşınca insan, onun kaderinin örnek bir kader olduğunu görmezden gelemiyordu. Korkunç acı çekti uzun zaman, ama hiç yenilmedi. (…) Şiirleri, bilindiği gibi, hayran olunası şiirlerdi. Şiirlerini okuyanlardan, dinleyenlerden hiçbiri, okumalarından, dinlemelerinden önceki gibi kalmadılar. (…)
“Çağımızda şairin yeri, yalnızca doğrulanmış değil, aynı zamanda yükseltilmiş oldu onunla.” (1964’te, Paris’te yayımlanan Nâzım Hikmet Şiini Antolojisi’ne yazdığı önsözden.)
Çeviri : Afşar Timuçin
Ahmet Haşim (1885-1933)
“Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bizde bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor. Nâzım Hikmet Bey, tarzını kendi icat etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. Bu şiirin eskisine nazaran rüchanı muhakkak. Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek alet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş. Fakat bu zengin orkestra, yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar çalıyor.”
Yakup Kadri (1889-1974)
“835 Satır Türkiye şiirindeki, hatta Türkçe dilindeki inkılabın ilk satırıdır. (…) O, yalnız Türk şiirinde çığır açmış bir edebiyat inkılapçısı değil, hiç görmeğe alışık olmadığımız yepyeni bir şair tipidir.”
Mehmet Ali Aybar (1908-1995)
“GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ ÇOCUKLAR…”
“‘Nâzım Hikmet’i getirdiler!..’ Paşakapısı Cezaevi’nde haber bomba gibi patlamıştı. Güneşli bir bahar günüydü. Mayısın ilk günleri olmalı. Yıl 1950. Fırladım Müdüriyet’e. Merdivenleri bir solukta çıktım. Tam kapının önüne gelmiştim ki, camlı kapı açıldı : Nâzım… Sarıldık birbirimize. Yıllar nasıl da geçmişti. Bakışıyorduk konuşmadan. Ve birden Nâzım : ‘Ne iyi ettin de komünist oldun,’ dedi. ‘Aman yerin kulağı var,’ dedim. Gülüştük.
“Bir an Nâzım’ı benim koğuşa verirler diye umutlandım; boşuna umutlandığımı bilerek. Nâzım komünistlerin koğuşunda kalacaktı tabii. İndik merdivenleri. Bir gardiyan bizi bekliyordu. Koğuş hemen oradaydı. Mutluluk sahneleri bir daha yaşandı. Galip Usta ile arkdaşları Nâzım’ın yatağını hazırlamışlardı bile.
“Kâh ben onların koğuşuna gidiyordum, kâh Nâzım bana geliyordu. Mutluyduk beraber olmaktan. Nâzım Bursa’da başladığı açlık grevini sürdürmeye kararlıydı. Oysa Millet Meclisi seçimler için tatile girmişti. Yani açlık grevinin ‘muhatabı’ yoktu. Ama Nâzım, kamuoyunda yanlış yorumlara neden olmasından çekindiği kadar, yeni Meclis’i ve hükümeti de duvara dayamak için, greve hemen başlamak kararındaydı. Demir sıcakken dövülürdü. Haklıydı. Bizlerse onu kaybetmekten korkuyorduk. Biz de haksız sayılmazdık.
“Greve başladı. Yalnız su içiyordu. Ve sigara… Yatmasını söylüyordum. Boş veriyordu. Ziyaretçilerin de biri gidiyor, biri geliyordu. Nâzım’ın Paşakapısı’nda ilk günleri Müdüriyet’te geçti desem yalan olmaz. Neşesinden bir şey kaybetmemişti. Ama günler geçtikçe sanki hareketleri yavaşlıyordu. Grevi doktor kontrolünde sürdürmesini önerdim. ‘Sen de başlama,’ dedi. Ziyaretine gelen dostların hastaneye yatmasını istediklerini biliyordum. ‘Ben olaya politik açıdan bakıyorum. Sen Türk solunun en güçlü kozusun; ölmeye hakkın yok,’ dedim. Güldü. ‘Abartma,’ dedi.
“Nâzım’ın açlık grevi geniş yankılar uyandırmıştı. Gazetelerde olayla ilgili haberler çıkıyordu. Artık Nâzım’ın ‘donanmayı isyana teşvik’ filan gibi bir suç işlemediğini, hemen herkes biliyordu. Ve kulaktan kulağa bunun Mareşal Çakmak’ın işi olduğu söyleniyordu. Üniversiteli gençler bir dergi çıkarıyorlardı; adı ‘Nâzım Hikmet’. Ve kimi aydınlar imza topluyorlardı serbest bırakılması için. Annesi elinde bir levha, köprü üstünde oğlunun salıverilmesine halkın yardımcı olmasını istiyordu. Yabancı basında da haberler çıkıyordu. Nâzım’ın açlık grevi günün olayı haline gelmişti.
“Bir gün laf arasında Nâzım, ‘Senin Vatan’daki yazılarını okudum,’ dedi. Bunlar İnönü’nün çok partili rejime ışık yakması üzerine kaleme alınmış taşlamamsı yazılardı. Ne var ki dizinin sonunda, ne tür bir sosyalizm düşündüğüm de açıklanıyordu. Amacı insan olan bir sosyalizm öneriyordum (Vatan, 13 Ekim 1945). Bir an Nâzım’la konuyu tartışmak aklımdan geçti. Yormaktan korktuğum için vazgeçtim. Bir daha da fırsat çıkmadı. Oysa her şiiri insanla, insan sevgisiyle dopdolu olan Nâzım’ın, bu konuda söyleyeceği kim bilir ne ilginç şeyler vardı.
“Günler geçtikçe Nâzım’ın durumu ağırlaşıyordu. Sonunda hastaneye gitmeyi kabul etti. Cerrahpaşa’ya götürüldü. Doktorlar durumun ciddi olduğunu söylemişler. Vâlâ ile Zekeriya da Meclis tatilde olduğu için boşuna ölmüş olacağını bir kez daha vurgulayarak, Nâzım’ın açlık grevine son vermesini sağlamışlardı. İktidara gelen Demokrat Parti bir süre sonra ‘genel af’ ilan etti ve Nâzım’ın 13 yıldır süren çilesi de böylece sona erdi.
***
“Nâzım İpekçiler’de iş bulmuştu; senaryo yazıyordu; imzasız tabii. Münevver’le, annesinin Cevizlik’teki evinde oturuyorlardı. Biz de Siret’le Kuzguncuk’ta. Pek uzak sayılmazdık. Sık sık buluşuyorduk. Münevver hamileydi. Tosun gibi bir oğlan doğurdu. Adını Mehmet koydular : Memo. Mutluydular.
“Derken Nâzım askere çağrıldı. Oysa Deniz Harp Okulu’ndan sonra çürüğe çıkarılmıştı. Yıllardır cezaevinde ikide bir kalbi tekliyordu. Karaciğeri de iyi değildi. Cezaevi Müdürlüğü durumu biliyordu. Dolayısıyla Adalet Bakanlığı da. Bildikleri halde Nâzım’ın askere çağrılması, bir şeylerin döndüğü kuşkusu yaratıyordu. Nâzım Şube’ye gitti. Durumu anlattı. Şube başkanı anlayışla karşılamış, Ankara’ya bildireceğini söylemişti. Aradan aylar geçip de ses seda çıkmayınca, hepimiz ferahlamıştık.
“Ama günün birinde Şube’ye tekrar çağrıldı. Askere alınması için emir gelmiş. Adını şimdi anımsamadığım doğu illerinden birine sevkedilecekmiş. Bir hafta sonra gel demişler. Hepimiz şaşırmıştık. Nâzım iki yıl askerliğe dayanamayacağını söylüyordu. Ama asıl onu da, hepimizi de düşündüren, bu çağrının arkasındaki maksatlardı. İki yalancı tanıkla yeniden içeriye alınabilirdi. Ya da bir kaza kurşunu…
“Hepimizin kara kara düşündüğümüz o günlerin birinde, Nâzım, ‘Gidiyorum,’ diye çıkageldi. Baba tarafından bir akrabası, gencecik bir insan; milyonda bir rastlanan ya da rastlanmayan, yürekli bir delikanlı, Refik Erduran, ‘Abi, hani uçar gibi denizde kayıp giden tekneler var ya, seni o teknelerden biriyle Karadeniz’e çıkaracağım. Yukarıya çıkan gemilerden birine binip gidersin,’ demiş. Refik’e güveniyordu. ‘Çok rizikolu,’ dedim. ‘Evet, rizikolu. Ama başka çarem yok,’ dedi.
“Sarıldık, vedalaştık. Nâzım’ı bir daha görmedim. Yıllar sonra öldü; yad ellerde. Güzel günler göreceğimize olan inancını hiç kaybetmeden.” (7 Ekim 1990 tarihli yazısı.)
Selahattin Hilav (d.1928)
Nâzım’ı zindanlarda çürütenler, şiirlerini, güzel el yazılarıyla not defterlerine geçirirlerdi. Kendi rütbelerinden kapıkulları arasında (yani yabancının, yani halkın bulunmadığı yerde), coşkunluğa kapıldıkları zaman ezbere okumaktan da geri kalmazlardı. Sormaya kalkışsanız, Nâzım’ı niçin beğendiklerini de kendilerince mantıki bir temele oturtup açıklarlardı : ‘Büyük şairdir, sanatçıdır, ama kişiliği ve şahsi fikirleri bizi ilgilendirmez,’ derlerdi… ‘Biz onun sadece şair yanını sever ve beğeniriz.’ Aradan yıllar geçti, Doğu faşizminin yıllar boyunca hem kendisini, hem şiirlerini sürgün ettiği ’söz sultanı’ eserleriyle geri geldi. Türk şiirinin gerçek sahibi dönmüştü; istense de, istenmese de tartışmanın merkeziydi artık. Çeşitli sosyal olayların sonucu olarak resmi yasaklamalardan sıyrılmıştı ama, daha gizli ve geniş bir engellemeyle karşı karşıyaydı : ‘Nâzım bir mittir [efsanedir]; sanat alanındaki başarısını kişisel serüvenine borçludur, yazdığı şiire değil,’ denildi bu sefer de… ‘Büyük şairdir ama kişiliği, serüvenleri ve fikirleri bizi ilgilendirmez’, yani bunlar yanlıştır, batıldır diyenler onun şairliğini kabul ediyorlardı, ama bir mit haline gelmiş olan yanın kabul etmiyorlardı; yıllar sonra mit haline gelmiş yanını kabul ettiler, ama şairliğini kabul etmediler. Bu iki iddianın, temel bakımından aynı olduğu ve iddialardan herbirini teşkil eden çifte yargılarda (Nâzım şairdir, mit değildir / Nazım mittir, şair değildir) sadece yüklemlerin yer değiştirmiş olduğu gözden kaçtı… Mit olmayı ve şair olmayı birbirinden ayırmanın mümkün olduğunu sanan köhne bir düşünce yatıyordu bu iddiaların altında. Şüphesiz ki Nâzım aynı zamanda bir mittir. Ama yirminci yüzyılın bağrından çıkan iki üç mitten biri… (…) Mit kelimesinin içinde, şişirilmiş ve sahte kıymetlerin yanı sıra eserlerini kanlarıyla yazanlar ve hayatlarını eserleri kadar coşkunluk, düşündürme ve duygulandırma kaynağı haline getirmiş olanlar da var. Nietzsche’yi, Rimbaud’yu, Mayakovski’yi, Artaud’yu düşünelim Kâzip şöhretler ilgilendirmez bizi; onların hakkından zaman gelir. Ama yukarda adlarını andığımız kimseler ve onların benzerleri, yani, hayatlarıyla eserlerini sınırsız bir çilenin, feragatın, cesaretin ve acının içinde eriterek yepyeni gerçekleri keşfeden ve herkesten önce sezdikleri bu gerçekleri insanoğlunun bilincine sanat aracılığı ile armağan edenler bizi ilgilendirir. (…)
“Diyelim ki, Nâzım bizim ‘mit’ ihtiyacımızı karşılıyor; bundan ötürü onun sanat değerini değil de mit yanını görüyoruz. Diyelim ki, biz ‘mit’e muhtaç bir ulusuz. Peki Sovyet halkları, peki Çin halkları, peki Güney Amerika halkları, peki Kübalılar, peki Vietnamlılar da mı mite muhtaç? Onlar da mı Nâzım’ın mit tarafını önemseyip, sanat değeri konusunda aldanıyorlar?” (”Son Sanat Tartışmaları ve Nâzım Hikmet” başlıklı yazısından.)
DEVAMI
Nazım Hikmet ve Barış – Mahmut Dikerdem, Nazım Hikmet şiiri – Avşar Timuçin