NAZIM HİKMET: SESTEN UZAKLIK, YAŞAMAKTAN UZAK OLMAK DEMEKTİR!

SES VE SESSİZLİK

Bir yedi gündür İstanbul’a inmiyordum. Çengelköy’de bir bildiğin denizden yarım kilometre uzak yalısında konuktum. Denizden yarım kilometre uzak bir eve neden yalı diyorlar? Bilmem!.. Nasıl Erenköy’ deki her kulübeye “köşk”, Taksim’deki her üç katlı taş yapıya “apartman” deniyorsa, boğaziçi’ndeki her eve de “yalı”‘ diyorlar işte…

Çengelköy’deki yalıda geçirdiğim bu bir yedi günü gırtlağıma kadar sessizliğe gömülü olarak yaşadım. “Oh, ne iyi, ne iyi, başın dinlenmiştir biraz!” diyeceksiniz, değil mi? Hayır bunu demeyin!..
Bir saat, belki bir gün sessizlik ve bu sessizlik içinde, durgun bir suda bir karpuzun ağır ağır kımıldaması gibi, başın dinlenmesi iyi olabilir. Ancak bir yedi gün süren sessizlik, sekizinci günü ölüm dilsizliği oluyor.

Bir boşluk içinde başın dinlenmesi dayanılır nesne değil!..
Uçsuz bucaksız, yaratılmamış yaratılışın kokusu, boyası, kımıldanışı kadar sesi de benim için vazgeçilmez bir istektir. Hele bu yaratılışın sesine biz adamoğullarının kattığı sesler! Tren sesleri,
vapur sesleri, fabrika sesleri, radyo, gramofon, keman, piyano, otomobil, araba sesleri!..

Dile gelmiş bir şehir, mırıldanan bir dağ başından daha yakındır bana. Çünkü dile gelen şehrin sesinde dağ başlarının mırıltısı da vardır.
Çengelköy’deki sessizlik bataklığını vakit vakit yırtan yalnız inceli kalınlı vapur düdükleriydi.
Bu vapur düdükleri, Boğaziçi’nin uzak bucaklarında oturanlara neden sonsuz bir göresim duygusu verirmiş? Neden bu vapur düdükleri her ötüşte onların içini bir akmayan gözyaşıyla doldururmuş?.. Anladım.

Vapurlar, sessizliğin karanlığım yırtarak sese doğru, aydınlık, kımıldanan, yaşadığını ortaya vuran sese doğru giderler.
Her gün biraz daha sessizliğin ölümüne gömülenler, bu sese doğru giden gemilerin dümen sularına, ses göresimiyle parçalanan yüreklerini atarlar.
Sesten uzaklık, yaşamaktan uzak olmak demektir. Uçsuz bucaksız, yaratılmamış yaratılışın en güzel, en yaşatıcı verimi sestir …

Modern dünya sessizliğin yok edilmesine yönelik bir komplo – Michael Foley

***

Başımın üstünde sayısız yıldızlar, dört yanımda gece : içinden aydınlanmış, karanlığı pırıl pırıl, karanlığı yumuşak ve seslerle dolu. Gecenin seslerini dinliyorum. Koyu yeşillikleri kımıldanan bir kırın ortasındayım. Yapayalnız. Uzaklardaki evlerin ışıkları, kapakları kapanan altın gözler gibi söneli çok oldu.

Gecenin sesleri içinde, ağaç hışıltıları, deniz, böcekleri ve birbirine karışan, uzak, belli belirsiz ulumalar; nerden geldiği bilinmeyen bir tren soluması var; tek bir adam sesi, tek bir adam türküsü, tek bir adam sözü yok. Bu yalnız gecemde yaratılmamış, uçsuz bucaksız yaratılışı ne derinden, ne kadar çok sevdiğimi, ona nasıl arkadaşıma, sevgilime, anama bağlı olduğum gibi bağlı olduğumu anlıyorum. Ona bağlılığım, adamsoyuna bağlılığımın çeşidinden…

Onu sevdikçe adamsoyuna sevgim artıyor. Bu uçsuz bucaksız yıldızlı göğün altında, ağaç hışırtıları, böcek sesleri, hayvan ulumaları ve makine gürültüleri içinde kendi soyumun, adamoğulları soyunun sesini arıyorum. Anlıyorum ki, adamoğullarını sevdiğim içindir ki, toprağı, geceyi, gündüzü, sonsuzluğu bu kadar sevmekteyim.

SÖZ GÜMÜŞSE…

Söz gümüşse, susmak altındır, derler. Adamoğullarının yaşayışında altın ve gümüşün canlı cansız her şey için değer ölçüsü olarak kullanılmaları çok eski olmasa gerek. Öyle devirler ve öyle yerler varmış ki değer ölçüsü ayı postu, tilki derisi, kuru balık, mavi boncuk gibi nesnelermiş. Altınla gümüşün değerleri ölçmekte ezeli sanılan zorbalıklarını, buracıkta iki çift kuru lafla alt ettikten ve alt ettik diye teselliyi bulduktan sonra, bıraktığımız, daha doğrusu başladığımız yerden yürüyelim. Söz gümüşse, susmak altındır, derler, demiştim. Altının gümüşten daha zorlu olduğunu, bildikten sonra, bu atasözüyle, susmaya söylemekten, sözden daha büyük bir değer verilmek istendiği Ortaya çıkar. Sükutun, susuşun, söyleyiş, söz üstündeki bu hakimiyetini benimsemek demek, yaşamayı inkar etmek demektir. Söz, yaşamak gibi hareketli; söz, yaşamak gibi canlı; söz, yaşamak gibi aydınlıktır. Sözün kudreti su buğusunun kudretine benzer. Sıkıştırıldıkça, susuşun çemberi içinde sıkıldıkça kuvvetlenir, gücü artar. Söz, göze görünmez elektrik akışları gibidir. En kalın duvarlardan sızar, kapalı pencerelerden girer, kapıların kanadını açmadan içeri dolar. Adamoğlunun buhardan, elektrikten, radyumdan, ölüm ışığından ve kuduz aşısından önce, çok daha önce kullandığı ilk, en büyük, en kahredici ve yaratıcı silahı, aleti sözdür. Sözü kullanmak, röntgen makinesini kullanmaktan çok, ama çok daha zordur. Röntgen makinesinin kurbanları eninde sonunda sayıya gelebilir, sözün kurbanları sayılamayacak kadar çoktur. Söz gümüşse, susmak altındır. Yalan! Bütün hür kainat silsileli sebepler zinciri içinde, uçsuz bucaksız bir konuşmadır. Öyle susuşlar vardır ki, diyeceksiniz en büyük sözlerden daha dokunaklıdır. Doğru! Ancak bu çeşit susuşlar söylenmemiş, söylenecek sözlerle, tıpkı bir bulutun yağmurla dolu olması gibi dolu oldukları için öyle dokunaklı ve öyle büyüktürler. Sözle dolu 8o

81 olmayan susuşlar, içinden çürümüş yemişlere benzerler. Kabuklarına elleriniz dokunur dokunmaz eziliverirler.. Söz gümüşse, susmak altındır. Susmak varsın altın olsu. n. Söz gümüş değildir. Sözü gümüşle ölçmek, söz denen nesneyle alakası olmayan bir sözdür. Fakat yerinde ve zamanında söylemek şartıyla… Yoksa ürümesini bilmeyen köpek sürüye kurt getirir.

Orhan Selim 1935
(Nazım Hikmet’in Orhan Selim mahlasıyla Akşam Gazetesine yazdığı yazılardan)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz