Modern dünya sessizliğin yok edilmesine yönelik bir komplo – Michael Foley

Kopuşa Saldırı

Psikologlar, bilişim çalışanları –analistler, programcılar ve yöneticiler– üzerine yaptıkları bir çalışmada bu üç profesyonel tipin de ortalama her üç dakikada bir yaptıklarında kesintiye uğradıklarını saptamışlardır. Ancak, çok daha ilginci, bu insanların işlerinin başkaları kadar kendileri tarafından da bölünmesidir. Sürekli kesintiyle karşılaşmak önce normalleşmekte, ardından çalışanların kendi işlerini kendilerine böldürtecek ölçüde gerekli hale gelmektedir.

Peki, sürekli dikkat bölünmesinin beyne etkisi nedir? Birincisi, diğer çoğu hırs biçimindeki gibi, çoklu-görev kendi kendini baltalayıcıdır. Konuyu inceleyen psikologlar şu sonuca varmışlardır: “Çoklu-görev yapmak yüzeyde daha verimli görünmekle birlikte nihayetinde daha fazla zaman kaybettirmektedir.” Çoklu-görevlerde beyin taramaları yapan sinirbilimcilerse daha da kesin bir sonuca varmışlardır. Art arda iki görev yapmak, ikisini aynı anda yapmaktan daha hızlıdır. Çoklu-görevi üstlenen prefrontal kortekstir ve bir seferde birden fazla göreve yoğunlaşamadığı ortaya çıkmıştır.

Tabii bu keşifler, başta bendeniz, kimseyi caydırmayacaktır. Eskiden bir kitabı, sonrakine başlamadan önce sonuna kadar okurdum ama gittikçe daha fazla birini bitirmeden ötekine başlar oldum. Haliyle elimdeki, ortalarında bir yerlerinden ayraçlar uzanan kitap sayısı arttıkça artıyor.

Sürekli bir şeyden bir şeye geçmenin beyinde uzun vadeli etkileri de olabilir. Sinirbilimciler 35-39 yaş aralığındaki insanlarda elektronik kesintilerin bilişsel görevlere yoğunlaşmaya fazla etki etmediğini, öte yandan 18-21 yaş aralığındakilerde kesintilerin performansta belirgin bir bozulma yarattığını keşfetmişlerdir. Dikkati dağıtılan nesilde sürekli kesinti işleme gereğinin prefrontal kortekste tam gelişimi engellediğinden kuşkulanılmaktadır. Mümkündür çünkü beynin müdürü, ego olarak düşünülebilecek prefrontal korteks, beynin tam olgunluğa en son ulaşan parçasıdır ve tamamlanması ancak ergenlikten sonra gerçekleşir. Ergenlerin genellikle idin kontrolünde, talep edici, dürtüsel, nankör ve kızgın olmalarının nedenlerinden biri budur. Yani hayati önem taşıyan baş kontrolcünün dikkati sadece kesintiler ve köprülerle dağılmamakta, üstüne bir de belki gereğince gelişmekten alıkonulmaktadır. Kronik dikkat dağılması prefrontal korteksi zayıflatmakta ve karşıt etkisini, güçlendirici uzun vadeli meditasyon (derin düşünce) sağlamaktadır.

Ama dikkat dağıtıcılardan kaçınmak gittikçe imkânsızlaşıyor. Yeni çevre, artık fiziksel köprülerle bezeli bir “metin”; ayrılma ve sınır kavramları köhneleşiyor. Aşırı dikkat dağıtıcı ürünler ve hizmetler sunan geniş, açık-planlı, yüksek tavanlı ve parlak havaalanları, tren istasyonları, ofis binaları, oteller ve hastaneler birer mini-kente dönüşüyor. Kentlerse birbirlerine bakan yaşam, çalışma, alışveriş ve yeme-içme alanlarıyla gittikçe kevgirleşiyor. London Docklands türü yeni yapılanmalar, mimarların “mağaralar ve ortak alanlar” adıyla bildiği, içerisiyle dışarısı, işle eğlence, özelle genel arasındaki ayrımları bulandıran bu ilkelere göre tasarlanıyorlar.

Artık kimse ayrı kalmak istemiyor. Küçük bölmeli açık ofislerin sağladığı ayrılık bile fazla geliyor. En yeni işyerlerinde artık hiçbir ayırıcı unsur kullanılmıyor. Örneğin Londra’nın aşırı-moda Shoreditch bölgesinde bulunan aşırı-moda reklam ajansı Mother’da 76 metrelik sadece tek bir çalışma masası (muhtemelen dünyanın en büyük çalışma masası) bulunmaktadır. Ayrıca ajans, eski moda binayı katlara ayırma geleneğini de kat otoparklarındakilere benzer rampalarla ortadan kaldırmıştır.

Londra’nın diğer yakasındaysa Doğa Tarihi Müzesi milyonlarca sterlinlik ek binasındaki yeni sergiyi gururla duyuruyor: Müze bünyesinde çalışan bilimciler cam kafeslere doldurulmuş hayvanlar misali ziyaretçilere sergilenecekler. Görünürlük mesleki sınıflarla da sınırlı değil. Rolls Royce daha geçenlerde dünyaya yeni cam yapılı ürünlerini duyurdu. Bugün artık pek çok aşçı yemek salonlarına bakan cam duvarlı mutfaklarda çalışıyor. En moda lokantalarda ilave ücret karşılığında müşterilere aşçıyla birlikte mutfakta yeme ayrıcalığı tanınıyor. Daha ucuz moda lokantalardaysa ayrı masa ve sandalyelerin yerine okul kantinlerindeki upuzun masalar ve yekpare banklar kullanılıyor.

Ve elbette bu masalarda “füzyon mutfağı” sunuluyor, “füzyon müziği” dinleniyor ve “füzyon modası” takip ediliyor ve tüm bunların masrafları “füzyon eğitimi” sayesinde ödenebiliyor. Yeni Kent Akademileri öğrencilerin Fransızca veya Tarih eğitimi alması gibi modası geçmiş fikirleri bir kenara itip mesela sırf Napolyon öğretiyor. Müzeler sanat eserlerini aynı ölçüde modası geçmiş dönem veya harekete göre sergileme fikrini çöpe atıyor. Artık Cézanne, kavramsal sanatla ilginç bir diyaloga girmek zorunda. (Diyalogsa genelde şöyle: Kavramsal Sanat: “Modan çoktan geçti senin.” Cézanne “Baştan aşağı palavrasın sen.”) Hem neden sanat müzelerle sınırlı kalsın? Artık binalarda ve her yerde sanatsal “müdahaleler” var. Yaylı sazlar dörtlüleri tren istasyonlarında çalıyor, balerinler mağazalarda dans ediyor, tiyatro trupları alışveriş merkezlerinde sahne alıyor, yazarlar artık sadece üniversitelere değil, hapishanelere, müzelere, hastanelere, futbol kulüplerine, şirketlere, otellere ve hayvanat bahçelerine yerleşiyor…

Her şey, her şeye karışıyor. Günün sözü, karıştırmanın yerine getirilmiş etkileyici sahte terim: “sinerji.”

Şimdi gelin, tek başına, televizyonsuz, radyosuz, bilgisayarsız veya telefonsuz bir odada kapısı kapalı, perdeleri çekili oturan birisini hayal edelim. Bu kişi ya tehlikeli bir deli ya da ev hapsine mahkûm edilmiş bir suçlu addedilecektir. Değilse, o zaman mutlaka ya toplumdan dışlanmış sapkın bir ezik ya da otomatik silahı ve kurşun dolu sırt çantasıyla üniversiteye dalmayı planlayan bir psikopattır.

Bugünkü Akli Bozukluklarla İlgili Tanı ve İstatistikler Kılavuzu’nun (DSM) kopuşu “kişiliksizleşme bozukluğu” diye tanımlamasına ve “kişinin zihinsel veya bedensel işlevlerini dışarıdan gözlemliyormuşçasına kopuşu” açıklamasını koymasına şaşmamak gerek. Yani kılavuza göre kopabilen herkes aklen hastadır hatta kişi bile değildir…

Oysa kişisel kopuşa erişebilmek Buda’dan Sartre’a kadar her büyük düşünür tarafından akıl sağlığı için ana etken kabul edilmiştir. Hıristiyan düşünürler dahi kopuşa değer vermişlerdir. Kopuşa verilen en ihtiraslı desteklerden biri, 13. yüzyıl Dominiken teoloğu Üstat Eckhart’tan gelmiştir: “Pek çok pagan öğreticinin ve Eski ile Yeni Ahit’teki peygamberlerin eserlerini okudum ve özenle, titizlenerek ve dikkatle en büyük erdemin hangisi olduğunu araştırdım (…) ve tüm bu yazıları incelerken, akılımın yol gösterdiği ve öğretebildiği kadarıyla gördüm ki her şeyden tam kopuştan daha iyi bir erdem yoktur.” Eckhart sözlerine kopuşu tevazudan, merhametten ve hatta sevgiden üstün görerek devam etmiş, şu ilginç ama çarpıcı cümleyi de eklemiştir: “Kopuş Tanrı’yı bana gelmeye zorluyor.” Bu cümlenin laik versiyonu, dünyadan kopuşun dünyayı yaklaşmaya zorladığı yönündedir. Paradoks, bilinçli kopuşun çok daha yoğun bir sorumluluğu esinleyebilmesindedir. Burada bahsedilen, daha net görebilmek için bir resmin karşısına geçip oturmaya benzemektedir.

Dünyadan kopuş kadar zor bir başka kopuşsa, kendine saygıya tapan kültürün karşı çıktığı, bir tür tevazu olan kendinden kopuştur. Kendini beğenme eksikliğinin her türlü kötülüğün, özellikle şiddet, kanunsuzluk ve akademik başarısızlık gibi toplumsal kötülüklerin kökü olması ve güçlü bir özgüvenin her türlü kişisel ve toplumsal sorunu çözeceği çağdaş bir aksiyomdur. Hatta ABD’de “öz-beğeniyi geliştirme yoluyla insan yaşamını iyileştirme” görevine sahip bir Ulusal Öz Beğeni Kurumu (NASE) mevcuttur ve bu durum, çağdaş dünyayı hicvetmenin imkânsızlığına bir başka kanıttır. Bireysel seviyedeyse kişisel gelişimin gittikçe palazlanan, tümüyle öz-beğeniyi coşturmaya adanmış bir alt kolu (Öz-Beğeni: Temel Gücünüz, On Günde Öz-Beğeni, Öz-Beğeninin Kutsal Kitabı) var. Bir zamanlar masallarda insanlar aynalara sorular sorar ve korkuyla yanıtı beklerlerdi. Ama artık soru sorma çağında değiliz. Sormak yerine bugün hepimiz her sabah kalkıp aynaya ilgili hezeyanı, satış görevlileri için “İkna etmede eşsizim BEN; tüm satış hedeflerimi yakalayacağım!”, yöneticiler için, “Yönetmede eşsizim BEN; evrensel itaat sağlayacağım!” ve âşıklar için “Güzellikte eşsizim BEN; arzu nesneliğinde ebedi aşka esin vereceğim!” cümlelerini haykırmaya teşvik ediliyoruz.

Öz-beğeninin sorunlu tarafı herhangi bir değer ve ilkesinin bulunmaması ve çaba dahi gerektirmemesidir. Öz-beğeniden ince ama önemli bir farkla ayrılan özsaygı, saygıya değer başarı iması taşırken, günümüzdeki kullanımıyla öz-beğeni, benlikten hiçbir talepte bulunmayıp her şeyi başkalarından talep eder. Özsaygı içten, öz-beğeni dıştan gelir. Spinoza bu ayrımı gayet iyi kavramıştı: “Özsaygı dışımızdaki herhangi bir şeyi kapsamaz ve sadece kendi kusursuzluğunun gerçek değerini bilen, ihtirassız ve kendisi için beğeni aramayanların özelliğidir.” Öz-beğeni narsisttir; dünyadan sunulan imgeyi yansıtmasını talep eder ve bu yüzden, çok az kimsenin kabul etmesine karşın, hiçbir zaman kalıcı yarar sağlamaz. Söz konusu istisnalar, Öz-Beğeni Miti adlı kitabıyla Albert Ellis ve şu kuru sonuca ulaşan bir grup Amerikalı psikoloğun çalışmasıdır: “Bugünün çocuk veya yetişkinlerinde öz-beğeniyi gelişigüzel teşvik etmenin topluma, işbu uygulamaya girişenlere getirdiği baştan çıkarıcı haz dışında herhangi bir yarar sağladığına dair fazla kanıt bulamadık.” Hatta söz konusu psikologlar öz-beğeniyi pompalamanın, öz-beğeninin çözeceği varsayılan sorunları alevlendirebileceğini de öne sürmüşlerdir. Dünya yüksek öz-beğeninin taleplerini karşılamazsa ki dünya sıklıkla boyun eğmede yavaştır, öfkeye kapılan kendine-hayran kişi dünyayı hizaya getirmek için şiddete başvurabilir. Bu konuya yönelik en net örneklerden biri gençlikteki “saygı görme” saplantısıdır. Hamburgerci kuyruğunda birisine çarpmak türünden saygı gösterme eksiklikleri, saygı göstermeyenlerin vurularak öldürülmelerine dek varmaktadır. Bir diğer örnekse ebeveynlerin çocuklarına aşıladığı sınırsız güvendir. Bu tür yüksek öz-beğeninin sorunuysa yanında kendini bilmemeyi getirmesidir. Bu tür çocuklar kusurlarını ve hatalarını kavramadan büyürler hatta daha ileri gidip, kusur ve hatalarını, tıpkı kamburun mutlulukla “Bende iyi duruyor” demesi gibi sevimli bellerler.

Psikolog Oliver James depresyon üzerine yaptığı bir araştırmada, on iki aylık dönem dahilinde farklı ülkelerdeki duygusal sıkıntıları gösteren Dünya Sağlık Örgütü tablosuyla karşılaşınca şaşırmıştı. Tablonun zirvesinde yüzde 26,4’lük oranla ABD, en alttaysa sadece yüzde 4,3’le Çin (Şanghay) vardı. Tablodaki eğri, ülkeler geliştikçe depresyon oranlarının arttığını gösteriyordu. Ama Şanghay tümüyle gelişkin bir kentti. James araştırmak için Şanghay’a gitti ve can alıcı farkın öz-beğenide yattığı sonucuna ulaştı. ABD’de hükümet birimleri, okullar, ebeveynler ve kişisel gelişim kitapları öz-beğeninin pompalanmasını teşvikle uğraşıyordu. Oysa Konfüçyüsçü tevazu ısrarının Çin’deki egemenliği, kişisel eksiklikler üzerinde odaklanmayı getiriyordu. Dahası ABD’de dünyevi başarı tek ölçüt sayılırken, Çinliler bizzat mücadelede tatmin buluyordu. James ayrıca en saldırgan Amerikalıların, “kendilerine biçtikleri değer kabul görmeyen, büyüklük öz-beğenisinden mustarip” kişilerden çıktığını gösteren araştırmaları da vurgulayacaktı.

Burada muazzam bir ironi var: İyilik hissiyatı yaratmayı ve saldırganlığın önünü kesmeyi hedefleyen öz-beğeni pompalamasının depresyon ve şiddetin nedenleri arasında bulunması söz konusu. Ve çocukların yeteneklerini överek potansiyellerine ulaşmalarına yönelik girişimler belki de potansiyelleri engelliyor veya yok ediyor… Ebeveynlerin Çin yaklaşımını yeğleyip çocuklarını doğuştan yetenekleri yerine çabaları için övmeleri daha akıllıca olabilir.

Psikolog Carol Dweck bu hipotezi, New York’taki yüzlerce okul çocuğuna bir test yaptırıp ardından yarısını zekâları için (“Bunu başardığına göre akıllı olmalısın”) yarısınıysa çabaları için (“Çok çalışmış olmalısın”) överek sınadı. Övgülerin ardından öğrencilere bu sefer biri aynı seviyede, diğeri daha zor iki başka test arasında seçim olanağı tanıdı. Çabalarından dolayı övgü alanların yüzde 90’ı daha zor testi seçerken, zekâları dolayısıyla övgü alanların da yine neredeyse yüzde 90’ı daha kolay seçeneği yeğledi. Kısacası kısa bir övgü cümlesi muazzam etki yaratmış ve sonuçtan çok çabaya yoğunlaşmanın daha iyi olduğunu bir kez daha göstermişti. Dweck’in vardığı sonuç, zeki grup başarısızlık korkusuna kapılırken çabalayan grubun hatalardan ders almaya teşvik edildiğiydi. İki gruptan öğrenciler kendilerinden daha iyi sonuçlar alanlarla daha kötü alanların kâğıtlarına bakmaya davet edildiklerindeyse zeki gruptaki öğrencilerin hemen hepsi kötü puan alanlarla karşılaştırmaya girerek öz-beğenilerini artırma yoluna giderken, çabalayan öğrencilerin neredeyse tümü kendilerinden yüksek not alanların kâğıtlarına bakarak hatalarını görmeyi tercih etti. İzleyen testlerdeyse çabalayan öğrencilerin başarı oranı yüzde 30 artış gösterirken zeki öğrencilerde yüzde 20 düşüş görüldü. Kısacası başarıya giden yol, başarısızlığa odaklanmaktan geçiyordu.

Genel anlamda da eksikliklere dikkat göstermek, yoğunlaşmak daha akıllıcadır. Ama insanın kendisini gerçek haliyle görebilmesi son derece güçtür. Zihin kendi önemsizliğinden, ölüp gideceği fikrinden kaçtığı ölçüde çekinir. İnsanın olduğu ham, titrek, güvensiz, korkak ve zayıf şeyi anlaması için bir çeşit kasti, doğaya aykırı bir eylem, bir anti-inanç sıçraması gerekir. İçteki dev gerçekte tir tir titreyen bir cüce, yarı-deli, sinir hastası, hırslı, öfkeli, şekilsiz bir cücedir. Bir cüceyi diğerinden ayıransa girdiği kılıkların ve kendi kendisini aldatmasının (kendi kendini aldatmanın nihai göreviyse kendi kendini aldatma sürecine dair tüm izleri silmektir) doğası ve gücüdür.

İyi haberse yardımı kahramanlıktan uzak doğamızı ortaya çıkarmaya yönelik kahramanca görevde bulabileceğimizdir. Edebiyatta gülünç kıymetsizliğimizi hatırlatacak örnek sürüsüne bereket mevcuttur. Mesela Shakespeare: “Aptal, bilge olduğunu zanneder ama bilge, aptal olduğunu bilir.” Daha da iyi haberse bu ortaya çıkarışın özgürleştirici hatta canlandırıcı olmasıdır. Harika bir paradoks daha size: İçteki dev belki de sadece cüce diye tanınarak uyandırılabilmektedir.

Ancak, ciddi kopuş arayışçısının tek başınalık-dinginlik-sessizlik kutsal üçlüsünü kucaklaması ve hayatın anlamının sürekli birliktelik, hareket ve gürültü olduğuna inanan yeni Şamatacılık dinini reddetmesi gerekiyor. Ey yeni inananlar! Tek başınalık, durağanlık ve sessizlik ölümdür!

“Tek başınalık” sözcüğünü, sanki Çöl Münzevilerinin bekâret yemini etme veya kıldan hırka giyme türü bir uygulamasıymış gibi gösteren antika bir çınlama çoktan basmıştır. Bir grup psikolog, yaptıkları bir araştırmada insanlardan tercih sırasına göre genel faaliyetleri sıralamalarını istediklerinde yalnız başına zaman geçirmek, patron tarafından sorgulanmanın hemen üstünde, sondan ikinci gelmiştir. Bu sonucun birçok muhtemel nedeni vardır. Kopuş gibi, yalnızlık da korkutucu gelebilir. Yalnız kalmak, saklamak için onca didindiğimiz önemsizliği, çirkinliği ve boşluğu ortaya çıkarabilir. İlişkilerdeyse yalnız kalma arzusu eş tarafından reddediliş veya aranan sürekli eşlik etmeyi sunmada başarısızlık ya da ikisi birden diye yorumlanabilir. Bu durumda eş, diğerinin yalnız kalmasını önlemek için planlar yapacak, zorbalaşacak ve müdahale edecektir. Sonra bir de akrabaların, meslektaşların ve dostların talepleri vardır ki son ikisi gittikçe önem kazanmaktadır. Az evvel bahsettiğim araştırmada en yeğlenen faaliyet olarak arkadaşlarla vakit geçirmek seçilmiştir.

Peki, günümüzdeki arkadaşlık olgusunu araştıran hiç çıkmış mıdır? Şahsen gençlerin gittikçe daha fazla genişleyen arkadaş çevrelerinin bulunduğu, bu arkadaşlarla birlikte gittikçe daha fazla zaman geçirdiği, gittikçe daha sık iletişim kurduğu ve arkadaşları gittikçe daha fazla akrabalarla ve eşlerle ortak veya onlardan daha üstün gördükleri fikrindeyim. Amerikalı şair Robert Bly bunun kabahatini “Arkadaş Toplumu” diye tanımladığı, arkadaşlara sadakatte onay bulan narsist zevk düşkünlüğü uğruna sorumluluk ve olgunluğu reddeden yarı-yetişkin kültüründe buluyor. Yakın dönemin en beğenilen televizyon komedi dizilerinden birinin adı sadece Friends (Arkadaşlar) idi ve bu dizi, arkadaşlığı yeni aile olarak destekliyor, eski aileyi talep edici ve bela çıkarıcı, yenisiniyse ebedi grup eğlencesi sunan birim diye gösteriyordu. Kimsenin büyümesi veya yuvadan ayrılması gerekmiyordu.

Arkadaşlar sürekli iletişim isterler ve teknoloji cep telefonlarıyla, skype’la, kısa mesajlarla, sohbet odalarıyla, e-postalarla ve sosyal ağ siteleriyle hizmetini güle oynaya sunar. Bugün sanki herkes herkesle arkadaştır ve herkes herkesle sürekli iletişim halindedir. Mesela, 16 erkek ve 16 lezbiyen arasında açtığı A Shot at Love with Tila Tequila adlı yarışmaya kendisini ödül koymasıyla meşhur yeni televizyon ünlülerinden Tila Tequila, 1.771.920 arkadaşının olmasıyla övünmektedir.

Bugün eğilim, gittikçe daha fazla arkadaş edinip bu arkadaşlarla gittikçe daha fazla şey paylaşmak yönünde. Yakın zamana kadar cinsel hayattan uluorta söz edilemezdi. Bugünse önceki gece yaşanan seksten önceki gece izlenen bir televizyon programı kadar sıradan bir biçimde söz edilebiliyor ki bu da cinselliğin kudret ve şaşaasının azalmasındaki nedenlerden biridir. Ve mahrem konuların son tabusu para da gittikçe daha fazla uluorta konuşulmaya başlanmıştır (gerçi paranın güç ve şaşaa kaybı fena değildir).

Bu lüks olgusunun iş hayatındaki paraleliyse “işbirliğine” tapınmadır. Bu yeni put, yakın dönemde yayınlanan Biz Benden Daha Akıllı, Karşınızda Herkes, Kitlesel Üretim Değil Kitlesel Yenilikçilik, Kalabalıkların Bilgeliği, Wikinomi: Kitlesel İşbirliği Nasıl Her Şeyi Değiştirir ve Düşünüyoruz (yazan Charles Leadbetter ve 257 başka kişi) gibi kitaplarla yüceltilmiştir. Bugünkü işbirliği türü, geçen yüzyıldaki takım ruhunun bir uzantısıdır. Engin görüşlü savunucularına göre dünya halkı sonunda, bir sürü heyecan verici proje üzerinde işbirliği yaparak çalışacak dev bir takıma dönüşecektir. Kamu tarafından alınan kararlarla belirlenen bir sürü “reality show”uyla televizyon çoktan işbirliğine girmiştir ve işbirliğini artırmaktadır. Çevrimiçi televizyonun temeliyse seyircinin dizilerin içeriklerine doğrudan etki etmesi hatta dizilere katılması fikridir.

Tüm bunlar son dönem bireyciliğinde ilginç bir gelişme yarattı: bireye olan inancın azalması.

Oysa tüm düşünürler kurtuluşun başkalarından değil, bireyin içinden geldiğini söylerler. Rilke: “Tek elzem şey yalnız olmak, çocukken büyükler etrafımızda, kendileri öyle göründükleri için bize büyük ve önemli görünen şeylere dalmış koşturur ve biz çocukların ne yaptıklarına dair hiçbir fikri yokken yaşanan yalnızlık türünde yalnız olmaktır.” Yalnız çocuk büyüklerin işleri ve gevezeliklerinin saçmalığını içgüdüsel olarak bilir ama büyüyüp işlere ve gevezeliklere daldıkça sihri unutur. Dünya insandan devamlı ve hepten içine dalma talep eder ama tıpkı çocukların dırdırcı, müdahaleci ebeveynlerinden sakladığı gizli benliği gibi, çok can alıcı bir şeyi saklamaya dayanan bir mutluluk türü vardır. Bu saklayış yalnızlıkla beslenip güçlenir ve yıllar geçip ışıltılar söndüğünde çocukluktaki vecde benzer bir coşku bir kez daha yaşanabilir. Çağdaş onaylamazlıklar yalnızlığı daha da heyecan verici, kokain çekmek gibi (ama tehlikeli suçlular, polis, karşılığında ödenecek bedeller ve eriyip giden burun endişeleri olmadan) yasadışı ve kötü kılabilir.

Gizli benlik dünyaya ve değişkenliklerine karşı, içsel ve görünmezliğiyle çok daha etkin bir zırh, bedenden çok ruha güvenlik sağlayan bir mektup zinciridir.

Ve bir de dinginlik var. T.S. Eliot, “Kıpırdamadan oturmayı öğret bize” diye dua etmiştir ama duası yanıt bulmamıştır. Çağ gittikçe daha fazla faaliyet ve gitmeye yönelik batıl inançların egemenliğine giriyor. Faaliyete her zaman tapılmıştır ama yerinde duramamayla dürtülen ve ucuz taşımacılıkla kolaylaştırılan gitme saplantısı yenidir. Bugünlerde insanlar, ciddi, gizemli, uzaklara bakan gözlerle, “Gitmek istiyorum” diyorlar ama tutup “Nereye ve niye?” diye sorduğunuzda gizem eriyip yüz buruşturmalı anlamamaya dönüşüyor. Çünkü ortada belli bir şey görmeye yönelik yakıcı bir arzu değil sadece gitmek, hareket halinde olmak isteği var. Tıpkı köpekbalıkları gibi, yaşamak için harekette kalmak durumundayız ve gene köpekbalıklarındaki gibi, yüzgeç sahte ama dişler gerçek. Bu gitme tapınması Amerikan kültürüne yeni kurtarıcı ve yenileyici olarak girdi. Her türlü başarısızlık başka bir yere gitmek ve kişinin kendisini Muhteşem Gatsby misali yeniden yaratmasıyla silinebiliyor. Gatsby usulü yeniden doğuş olmasa bile bizzat hareket canlandırıcıdır çünkü hareket, potansiyelin bedensel ifadesidir.

“Dinamik” sözcüğünün en müthiş övgülerden birine dönüşmesine şaşmamak gerek. Dinamik harikadır. Öyleyse binaların durdukları yere kök salmış hantal küpler olmak gibi ciddi bir sorunu var demektir. Günümüzün mimarları bu sorunu hareket yanılsaması yaratan tasarımlarla aşıyorlar. En seksi yeni binalar geriniyormuş, yaslanıyormuş, bükülüyormuş, dönüyormuş, yıkılıyormuş, yelkenler açık gitmek üzereymiş, havalanmak üzereymiş, zaten uçuyormuş hatta Zaha Halid’in Dubai’deki, bir gece kulübünde Cumartesi geç saatlerde sarhoş salınan üç kişiyi andıran Dans Eden Gökdelenleri misali dans ediyormuş gibi görünüyorlar. Bunun ardından yanılsama yaratan değil, cidden hareket eden binaların geleceği açık ki zaten ismi gayet uygun verilmiş Dynamic Group’un Dubai’ye, insanların evlerinde TV izlerken dahi hareket halinde olmalarını sağlayacak, katları eksenleri etrafında dönen bir gökdelen önerdiği biliniyor.

Belki tatil çılgınlığı aslında sadece hareket bahanesidir. Belki ikinci ev çılgınlığı da öyledir. İkinci ev konusunda, elde birincinin mülkiyeti varken serde bakir toprakları kolonileştirme hazzının varlığı elbette doğrudur ama bilinçaltındaki gerçek haz sebebinin iki ev arasında sürekli hareket zorunluluğu olması hayli mümkündür. Ve günümüzün yaygın mutlu yaşam kavrayışı daimi tatil ya da daha doğrusu, art arda sonsuz tatiller dizisidir. Haliyle Seks Turizmi, Macera Turizmi, Eko-Turizm, Uzay Turizmi, Uyuşturucu Turizmi, Gecekondu Turizmi derken şimdi de Lonely Planet kılavuz kitaplarının “ölüm, felaket ve yoksunlukla ilintili yerlere seyahat” diye tanımladığı Karanlık Turizm çıkmıştır. Bugün Karanlığın Kalbi Tur, müşterilerini Nazi toplama kamplarına, Kamboçya’daki ölüm tarlalarına ve Batı Afrika’nın köle zindanlarına götürmektedir.

Bir de “Gitmek istiyorum”un eşeyi “Faal olmak istiyorum” şiarını içeren “iş batıl inancı” var. Faaliyet, kaygıdan kurtuluş sağlayıp anlam ve önem yanılsaması yarattığı için amaca dönüşen bir başka araçtır. Ama düşünürler, Cicero’nun Cato’dan yaptığı “Bir insan asla hiçbir şey yapmadığı zamandan daha faal, kendisiyle baş başa kaldığı zamandan daha az yalnız değildir” alıntısındaki gibi her daim faaliyetsizliğin bolluğunu yüceltmişlerdir. Fikrin çağdaş Amerikalı şair Charles Wright’ın elinden çıkma tişört versiyonu yine de şaşırtıcıdır: “Yapmayın bir şeyi öylesine, oturun oturduğunuz yerde.”

Ve insanlar oturdukları yerde oturmaya mecbur kaldıklarında bazen bundan hoşlanırlar. Çağın hayhuylu sabırsızlığına bakıldığında bekleme yerleri, hastane ve havaalanları gibi bekleyişin çok uzayabileceği yerler dahi sıklıkla şaşırtıcı ölçüde sakindir. Daha da cesaret vericisi, neredeyse kimse kaçınılmaz dev ekranlara bakmaz.

Ama sessizliğin bozulmasına direnmek daha da zordur. Fransız şair Jules Laforgue ta 1880’lerde umutsuzlukla haykırmıştı: “Modern dünya sessizliğin yok edilmesine yönelik bir komplo peşinde.” Sürekli müzik çalınan barlar, lokantalar, caféler, oteller, mağazalar, butikler, süpermarketler, otobüsler, trenler, fuayeler, asansörler ve tuvaletlerle dolu bugünün dünyasında yaşasa ne yapardı acaba? Şöyle sessizlik içinde işemenin keyfini çıkarmak bile gittikçe imkânsızlaşıyor. Emin yer kalmadı artık. Yıllar yılı kapakları yırtık eski dergilerden başka dikkat dağıtacak hiçbir şey bulundurmamış dişçimin muayenehanesine gittiğimde resepsiyon bankosunun ardında bir müzik sistemi, bekleme odasında bir televizyon ve muayene odasında çalan bir radyo buluyorum. Artık hiçbir sığınak saldırıya kapalı değil. Okyanuslardaki balıklar bile delirtiliyor: “Okyanuslarda sualtı gürültüsü 1960’lardan bugüne on kat arttı” – The Journal of Acoustical Society of America.

Ama garabetlerin en fecisi kitapçılardaki konserve müzikler… Yalıtık dağ doruklarındaki sazdan kulübelerinde derin düşüncelere dalmış münzevi bilgelerle ilgili Çin şiirini araştırmaya kalktığınızda elinize sadece gürültülü müzikten kulak patlaması geçiyor. Artı, bu arka plan müziğinin doğası da değişiyor. Eskiden kamuya açık yerlerde sadece dikkat çekmeyecek tatlılıkta tasarlanmış muzak ile kimi kitapçılarda zararsız barok müziği çalınırdı. Bugünse her yerde gümbürtülü, arsız soul, rock veya bas-davul türleri çalınıyor. Bu yönelim sadece dikkati değil, arka planda çalınan her şey arka plana dönüştüğünden, bir buzdolabının vınlaması misali anlamsızlaştığından müziği de mahvediyor.

Kütüphanelerin sessizlik içinde tek başına kitap okuma sığınakları olduğu fikrinin de modası geçti. Gittikçe daha fazla engelsiz konuşmayla, kahkahalarla ve cep telefonlarıyla karşılaşan bir kütüphaneci olduğunuzu ve katıldığınız bir kütüphanecilik konferansında hükümetin Kültür Bakanı’nın, Kültür Bakanı’nın, kütüphanelerin fazlasıyla “sessiz ve kasvetli” olduklarını ve “neşe ve muhabbetle” dolmaları gerektiğini ilan edişini dinlediğinizi hayal edin. Bu Kültür Bakanı, “kütüphanelerin gerçek sosyal şebekeleşmenin yaşandığı yerler olmaları gerektiğine” inanmakta, kütüphanelerin paylaşımcı öğrenim, aile tarihi araştırmaları, yabancı dil dersleri ve elbette okuma grupları sunması gerektiğini söylemektedir. Artık insanlar şebeke desteğinden yoksun kitap bile okuyamamaktadır.

Ama sayın bakanın kasvetli sessizlikten çekinmesine gerek yok: Üniversitemin kütüphanesine son gidişimde Cumartesi gecesi bir bara girmiş gibi oldum.

Ofisler bile artık sığınaklıktan çıktılar. Ofisimi paylaştığım meslektaşım, ben varken sırf klavyemi kapıp kafasında paralayacağım korkusundan açmadığı müziği, ben odadan çıkar çıkmaz açıyor. Çekinmesi bir işe de yaramıyor gerçi: Yan ofisteki adam biteviye gürültülü müzik dinliyor ve ofis duvarlarımız mukavvadan. Duyduğum en şok edici gelişmelerden biriyse BBC’de “çalışanların sessiz ofislerine sakinleştirici arka plan gevezelik sesi sağlayacak bir sohbet makinesinin” yerleştirilmesiydi. Söz konusu aygıt, çalışanların işyerinin “işe yoğunlaşmayı engelleyecek ölçüde sessizliğinden” yakınması üzerine getirilmişti.

Gergin geçen bir günün ardından eve geliyorum ve televizyonun oturma odasında, radyonunsa mutfakta bangırdadıklarını görüyorum. Kim… Kim? Banyoda günün ikinci duşunu alan yeğenim bu… Eve geliyor, ne varsa açıyor ve banyoya dalıyor. Daha sonra, pek çok öğrenci gibi, ders çalışırken mutlaka radyoyu açıyor. Radyonun yoğunlaşmasına yardım ettiği iddiasında. Ben yatmaya hazırlanırken gece elbiselerini kuşanmış diğer yetişkin konuklarım eve dönüyor. Konuk yatak odasında radyo yok ve konuklarım radyosuz uyuyamıyor. Yoksa ben de…

Yani gürültü olmadan çalışanlar çalışamıyor, öğrenciler derslerini belleyemiyor, konuklar uyuyamıyor…

Hemen her yerde mevcut arka plan müziği geleneksel anlamda müzik değildir elbette. Bu tür müzikler zevk alınmak hatta dinlenmek üzere bile hazırlanmazlar. Tek işlevleri sessizliği bozmaktır. Ve sessizlik bozulmalıdır çünkü sessizlik, boşluğun soğuk, acımasız, korkutucu sessizliğinin hatırlatıcısıdır. İnsanlar bu yüzden, kışın eve gelir gelmez kaloriferleri veya sobayı açtıkları gibi televizyon ve radyoları, hem de aynı sebepten, yani soğuğu kovmak için açmaktadırlar.

Sessizlikten hoşlananlarsa soğuk, uzak ve acımasız olmalıdırlar bu durumda. Neyse ki bu çatlaklar teselliyi şairlerde, mesela İspanyol şair Juan Ramón Jiménez’de bulabilmektedir: “Bütünlük, sessizliğin asil kızı; dağılış, gürültünün üvey oğlu…”

Jiménez yaşasa bugünün İspanyasında ne ıstırap çekerdi ama! İki aile, İspanya’daki bir tatil beldesinde bir yazlık evi paylaşıyorduk. Arkadaşım yazmayı planladığı tezle ilgili tartışmak istiyordu ama tabii evin her yanı gürültüyle doluydu. Sakin bir bar bulmaya çıktık. Saat henüz sabah on bir olduğundan çoğu bomboştu. Ama hepsi müzikle zangırdıyordu. Sonunda sessiz bir yer bulduk, kahvelerimizi ısmarlayıp oturduk. Ama daha ağzımı açtığım anda mekân disko müziğiyle inlemeye başladı. Bar sahibi derhal müzik sistemini devreye sokmuştu. Arkadaşım kızgınlıkla fırladı, bara gitti, konuşmaya çalıştığımızı söyleyip bar sahibinden müziği kapatmasını rica etti. Adam aynı kızgınlıkla reddedince kahvelerden vazgeçip çıktık. Buradaki önemli nokta bar sahibinin, muhtemelen müşteriyi memnun etmek için açtığı müziği, müşteri kaybetmek pahasına kapatmamasıydı. Çünkü barlarda müzik normaldi ve bu seferki müşteriler herhalde çatlaktı.

İşin trajik tarafıysa adamın haklı olduğu bir noktanın bulunması. Kamuya açık alanlarda müzikten nefret edenler bile artık müziği normal, yokluğunuysa anormal karşılamaya başladı. Kutsal sessizliğin son kalelerinden The London Review of Books Bookshop’a gittiğimde kitapçının atmosferi bana doğaya aykırı, mezarsı geldi. Diğer üç-beş müşteri de aynı hisse kapılmıştır belki. Bu güzelim dükkân yakında kapanabilir ki kapanışı, diğer kitapçıların güttüğü politikayı haklı çıkaracak ve müşterilerin evrensel konserve müzik doğaldır inancını pekiştirecektir. Kısacası çağ, iradesini dur durak bilmeden, engellenemez şekilde, zorla benimsetmektedir.

Ne yapmalı? Oluruna mı bırakmalı yoksa meslektaş ve akrabalarla kavgaya dalıp dişçilerle kitapçı sahiplerine şikâyetler mi sunmalı? İkincisinde muhteşem düşüncelerini kapısının önünde dırdır ederek bölen terzi kadını tuttuğu gibi alt kata savuruveren Schopenhauer çatlaklığı yatıyor. Bu öykü bir başka açıdan eğiticidir çünkü sadece bir şeye öfkelenenlerin hoşgörüsüzlüğü ve saldırganlığını değil, öfkelendikleri şeyin faydalarını da resmetmektedir. Aydınlanmanın evrensel haklar talebinden söz ediyorum. Terzi kadın Schopenhauer’i mahkemeye vermiş, davayı kazanmış ve kendi yaşamının sonuna kadar filozofu her üç ayda bir tazminat ödemeye mahkûm ettirmiştir.

Juan Ramón’un sessizlik saplantısı da çatlak hatta gülünçtü. Alt katta şarkı söyleyen ev sahibesi, üst katta piyano çalan Kübalı hanımlar, sokak satıcıları, troleybüsler ve baş belası serçeler misali çoğu kent sakinin farkına bile varmayacağı türden gürültülerden kaçabilmek için sürekli evden eve taşınmıştı. Taşındığı dairelerden birinde Proust çözümünü denemiş, halfa otu ve çuvallarla yastıklanmış bir duvar yaptırmak için marangoz tutmuştu. Bir seferindeyse kapıcının oğlunun bir kafeste beslediği çekirgenin sesiyle çileden çıkmış, oğlana çekirgeyi kendisine satmasını teklif etmişti. Gürültüyü iyi bir şey bellemiş oğlan şairin teklifinin ardında yatan çatlak itkiyi anlamamış, “Yirmi beş pesetaya aklınıza gelebilecek en kaliteli çekirgelerden beş tane getirebilirim” demişti.

Michael Foley
Saçmalıklar Çağı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz