Nâzım Hikmet 1913-1920 yıllarında yani 11-18 yaşlarında yazdığı ilk şiirleri on ayrı defterde toplamıştır. İçlerinden bir bölüğünü sağlığında dergi ve gazetelerde çıkarmış, geri kalanını yayımlama gereğini duymamıştır. Bu şiirlerin sayısı yetmişi aşmaktadır.
Herhalde şair yayımlamaya değer bulmamış, birer deneme saymıştır onları. Ne var ki, öyle de olsalar, Nâzım Hikmet’in evrim çizgisini belirlemek için kısaca onların da üzerinde durmak gerekmektedir.
Gerçekten de bu şiirlerden deneme sınırını aşanlar pek az. Ama dil o çağa göre temiz. Şairin geniş hayali, aşırı duyarlığı hemen dikkati çekiyor. Dizeler çoğunca koyu bir romantizmle yoğrulmuş.
Önce de açıklamıştım: Nâzım Hikmet’in ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Haziran 1913) tarihinde yazdığı “Feryâd-ı Vatan”dır. Başlığından da anlaşılacağı üzere, ülkenin o yıllarda içine düştüğü acıklı durumu yansıtmaktadır. Şair daha ilk denemesinde yaralanmış yurdunun iniltisini duyarak üzülmekte, onun kurtulması için çevresine seslenmektedir. Şiirde Tevfik Fikret’ten bazı esintiler sezilmektedir. Özellikle baştan şu üç dize:
Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı sarmıştı bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Fikret’in ünlü “Sis” şiirini çağrıştırmaktadır:
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezayid
“Sis”te olduğu gibi “Feryâd-ı Vatan”da da ülkenin içine düştüğü acıklı durum ile ondan duyulan üzüntü belirtilmektedir.
Söz konusu esinti “Yangın” şiirinde biraz daha belirgindir. Nitekim, şiirin
Valdeler haneler yetimler
Semaya kalkmış istimdâd eden eller
Valdesiz pedersiz kalmış masûmlar
dizelerinde geçen sözcükler, Fikret’in öteden beri kullandığı sözcüklerdir. Herhalde bunda –şairin de kısaca değindiği gibi– Fikret’ten yanında yüksek sesle şiirler okuyan babasının da etkisi olmuştur.
“Feryâd-ı Vatan” Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenilmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar ilerlemesi üzerine yazılmıştır. Bir yandan ‘bağrı parçalanan vatan’ın durumunu yansıtırken, bir yandan da onun birleştirilmesi/kurtarılması umut ve isteğini dile getirmektedir. Baştanbaşa yurt sevgisi ve sorumluluk duygusuyla yoğrulmuştur.
(Nâzım Hikmet’in on bir yaşındayken yazdığı ilk denemesinde ortaya çıkan bu “umut, istek, sevgi ve sorumluluk” ölünceye değin sürer ve şiirinin temel çizgilerinden birkaçını oluşturur.)
“Feryâd-ı Vatan”ı izleyen ve 1913-1915 yılları arasında kaleme alınan “Olma Mağlûp, Vatana, Irkıma, Çelik, İntikam” gibi ürünlerle de aynı duygu ve düşünceler işlenmektedir. Dizelerde Mehmet Emin’in ve dolayısıyla Türkçülük akımının da etkileri görülmektedir:
Ey zavallı vatanım
Neden böyle ağlıyor
Neden midir, çünkü ona
Evlâtları bakmıyor
(…)
Eskiden Türk ırkı “Avrupa’yı titretiyor”muş, Batı “cehl içinde yüzerken” o, büyük “âlimlere malik”miş, şimdiyse “vatanın bağrı parçalanmış”, “camilerine haç asılmış”.
Bundan ötürü,
(…)
Hep inliyor semâlar
İntikamımı alın diye
Bağırıyor Rumeli
Sen ey ulu neslin evlâdı
Bu feryâda susacaksın öyle mi?
Yukardaki birkaç dizeden de anlaşılacağı gibi, Nâzım Hikmet’in başlangıç şiirleri acemiliklerle dolu. Uyaklar zayıf, ölçüler bozuk. Bunu da doğal karşılamak gerek, çünkü şair henüz çocuk denecek bir yaştadır. Öyleyken, onda aşırı bir yurt sevgisi, sorumluluk duygusu ve savaşım isteği vardır. Yaşamı boyunca sürecek olan bu özellikler Çanakkale’de yiğitçe çarpışarak ölen dayısı Mehmet Ali için yazdığı şiirlerde de görülür. “Şehit Dayım, Benim Dayım, Şehit Dayıma Mabaat” başlıklı ürünlerde intikam, kahramanlık ve milliyetçilik duyguları dile getirilir. “Mehmet Çavuşa” aynı duyguları pekiştirir, Türklerin yine güçleneceği, “tarihe yine altın sayfalar yazacağı” coşkulu, inançlı bir deyiş ve erkekçe bir sesle belirtilir:
(…)
Yine Türk’ün bayrağı
Kaleleri yıkacak
Yine Türkün gemisi
Denizleri aşacak
Yine Türkün sanatı
Avrupa’ya taşacak
Yine Türkün sinesi
Vatan aşkıyla dolacak
İşte bunlar emin ol
Emin ol ki olacak
(…)
Öteki ya da daha sonraki şiirlerde çoğunlukla bireysel konular işlenir. Özellikle aşk temi ağır basar. “Beklerken, Yalnız, Bir Hatıra, Ona, Bir Kış, Öldükten Sonra, Arkandan, Rüya, Yıllar Geçti, Yardan Hâlâ Gelmedi Haber” vb. şiirlerde aşkı arayış, sevgiliden ayrılış, özlem, bekleyiş, yalnızlık gibi duygular buruk bir anlatımla dışa vurulur:
(…)
Gönlümün yolları öyle ıssız ki
Görmedim üstünde bir rüya bile
Bir boşluk içinde uyurdum belki
Ben de okşanılsam bir kız eliyle
(Onlara)
Aynı buruk anlatım ile melankolik hava “Ölümün Sırrı, Gecelerimden, Küçük Düşüncelerimden, İntizar” başlıklı örneklerde de görülür. Mutsuzluk, kötümserlik, bahtsızlıktan sızlanma neredeyse şiirlerin yaygın özelliği olacaktır. O kadar ki; bu özellik zaman zaman ölüm düşüncesiyle birleşir; hatta, doğayla ilgili şiirlerde bile çoğun üste çıkar:
Birden rüzgâr hayat gibi esince
Karanlıklar ağır ağır gerindi
Denizdeki içli hayat bu gece
Sonu gelmez ölümden de derindi
(…)
(O Gece Deniz)
Yurt, aşk ve mutsuzluk temlerinden sonra şiirlerde en büyük yeri doğa (özellikle deniz, gece, akşam, günbatımı temleri) tutar. Nâzım Hikmet doğaya insancıl, duygusal özellikler verir ve onu imge yüklü sıfatlarla, benzetmelerle tasvir eder.
Yukarıda sözü edilen temlerin dışında ya da –arasıra– onlarla birlikte bazı şiirlerde dinsel yahut mistik bir boyuta rastlanır. Şair mutsuzluktan kurtulmak için Tanrıya yalvarır ya da ondan yakınır.
Asım Bezirci
Nazım Hikmet