Milliyetçilik Eleştirisinin Soyağacı – Antonis Liakos

106

“Dünya çapında ortak bir unsur haline gelmiş olsa da, milliyetçilik temelde bölücü bir güçtür; tahammülün ve uzlaşmanın özgürlükçü ruhu ve politik olmayan bir dinin hümanist ekümenizmi tarafından yumuşatılamaz. Ulusal egemenliğe ve kültürel farklılığa yapılan vurgu, halklar arasındaki işbirliğini pek de teşvik etmez…”

Milliyetçilik, devletin bir ulus tarafından ele geçirilmesidir

Millet ve milliyetçilik teorilerinin soy ağacını oluştururken İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna geldik. Savaş sonu teorik düşünce için pek elverişli değilse de, savaş milliyetçilikle ortaya çıkan bir hastalığın nöbeti olarak algılandı. Öte yandan, o yıllarda milliyetçilik terimi bugünkü anlamını taşımıyordu. Aşırı sağ ile özdeşleştiriliyordu. Örneğin, İspanya İç Savaşı’nda milliyetçiler olarak anılanlar Franco taraftarlarıydı.

Savaş sonrasındaki ilk eleştirel seslerden biri, Hannah Arendt’ten geldi. Kant’ın ülkesinden gelen ve holokostu yaşamış olan bu Yahudi kadın, Martin Heidegger’in öğrencisi, Kari Jaspers’ın arkadaşı, Rosa Luxemburg’un konsey komünizminin ve keza bir Siyonizm varyasyonunun taraftarlarındandı. Yazdığı iki kitapta, Totalitarizmin Kaynakları (1951) ve İnsanlık Durumunda (1958), Nazizm tecrübesini ve faşizmi daha geniş bir Avrupa tarihi çerçevesine koyarak ele alır. Arendt, Nazizm ve komünizmin ortak köklerini, sadece milliyetçilik ve sosyalizmin gelişiminin bir noktasında neyin ters gittiği anlamında değil, bizzat modernitenin getirdiği politik hareketlerin ebesi olan Fransız Devrimi’nde arayan radikal bir eleştiri geliştirdi. Fakat totaliterlik ve milliyetçiliğin ilişkisi nedir?

Tolstoy: Vatanseverlik, diğer milletlere yapılan her türlü haksızlığın kaynağıdır

“Milliyetçilik, devletin bir ulus tarafından ele geçirilmesi demektir. Ulusal devletin özü budur. 19. yüzyılda ulus ve devletin özdeşleşmesinin sonuçları ikilidir. Devlet hukuksal bir kurum olarak insan haklarını koruyacağını ilan etmiş olsa bile, onun ulusla özdeşleşmesi, milli bir özne olarak vatandaşla özdeşleşmesini gerektirir ve sonuç olarak bu, beraberinde, insan haklarının, milli öznenin haklarıyla veya milli haklarla karışmasını getirir. Üstelik, devlet saldırgan ve yayılma eğilimli bir ‘güç girişimi’ olduğu ölçüde, ulus, devletle özdeşleşmesi yoluyla bütün o nitelikleri emer ve yayılmayı milli bir hak olarak ve ulusun hedefleri için bir gereklilikmişçesine talep eder.”[1]

Devletin ulus tarafından ele geçirilişi, 1789’daki devrimci millet meclisinde ulusal egemenlik prensibinin ilan edilmesiyle başladı. Bu prensiple devlet, ulusun bir organı oldu. Kanunlar ve kurumlar ulusa hizmet ederken, ulusun kendisi de devleti meşrulaştırıyordu. Eğer mutlakıyette devlet, meşruiyetini Tanrı’dan alıyor idiyse, Fransız Devrimi’nden sonra Tanrı yerini ulusa bırakmıştı. Ulus dinin yerini aldı ve kendi dinini empoze etti; ulusal kurumlar diğer kurumlardan çok daha fazla önem kazandı. Arendt’e göre, bu prensibin gerçekliğe dönüşmesi, totaliterliğin billûrlaştığı noktaydı. Faşist devlet, ulusal devletin mutlaklaşmasından ileri geliyordu. Dolayısıyla da devlet-ulus ilişkisi, çağın en temel problemini oluşturuyordu. Arendt’e göre, milli haklar, insan haklarından kaynaklanmalı ve insan hakları milli haklara göre öncelikli olmalıydı. Dahası milliyet, devletleri düzenleyen bir prensip olarak değil, bireyin şahsi bir meselesi olarak algılanmalıydı.

Arendt’in eleştirisi, totaliterliğin sebeplerini, geçmişin mutlakıyetçi rejimlerinde değil, demokratik rejimlerde arayan bir gelenek yarattı. Fransız Devrimi’nin demokratik geleneğinde, “totaliter demokrasi”de. Jacob Talmon, Totaliter Demokrasinin Başlangıcı (1952) adlı eserinde, Avrupa tarihinin iki gelenek arasında, liberal demokrasi ve radikal demokrasi arasında bölündüğünü savunuyordu.[2] Rousseauculuk ve Jakobenizm ile beslenen radikal demokrasi, bütün toplumsal bünye üzerinde homojenleştirici bir güç oluşturuyordu. Bütün farklılıkları, ideolojileri ve kimlikleri eşitleyerek genel iradenin egemen olmasını sağladı. Her şeyi politikleştirdi ve vatandaşların kişiliklerini genel ilkelere boyun eğdirdi. Vatandaşların bütün yaptıkları, ancak demokrasinin ilkeleri ve hedefleri doğrultusunda anlam kazanıyordu. Önceki yaşam koşullarının yeni prensipler doğrultusunda hizaya gelmesi gerekiyordu. 20. yüzyılda, kitlelerin sahneye çıkışıyla ve elit parlamentarizminden kitlesel demokrasiye geçişle birlikte, totaliter demokrasi hakim oldu. Bu da, ya yönlendirici ilkesi ulusun üstünlüğü olan faşizme ya da toplumun kurtuluşunu ilke edinen komünizme evrildi.

Talmon’un ipi bıraktığı yerden, yani Fransız Devrimi ertesinden devralan, Kitlelerin Uluslaşması (1974) adlı kitabıyla ve milliyetçilikle ilgili başka metinleriyle George Mosse oldu.[3] Genel iradenin, popüler bir dine dönüştüğünü, halk için halka tapınma halini aldığını ve bunun ulusa tapınmaya dönüştüğünü iddia ediyordu. Bu ulusa tapınma, yeni bir siyaset tarzı ve romantizmin araçları ve biçimleriyle ifade edilen yeni bir estetik yarattı. Bu yeni siyaset tarzı, dinsel ayinlerden çok şey ödünç alarak ulusun kendi ritüellerini ortaya çıkardı. Endüstri devriminin köksüzleştirdiği kitleler, bu ayinler yoluyla, katılım ve ait olma hissi kazandılar. Fakat yeni estetik, başka bir politik model de gerektiriyordu: Diğer siyasi dolayım biçimlerinin aşılması ve kitlelerin önderle doğrudan ilişkisi. Siyasi Mesihçilik ve parlamentonun ve liberal anlamda temsilin yürürlükten kaldırılması, bu noktadan çok da uzak değildi.

Bu analiz geleneği, milliyetçiliği totalitarizmle ve devamında da her ikisini elit toplumundan kitle toplumuna geçişle ilişkilendiriyordu. Milliyetçilik ve sonra da totalitarizm, kitlelerin politikaya dahil oluşunun bedeli olarak değerlendiriliyordu. Ancak, kitle toplumuna geçişin her zaman totaliterlikle sonuçlanmadığı da iddia edilebilir pekala. Örnek olarak, Anglosakson ülkeler ve savaş sonrası Batı Avrupa demokrasisinin dayanıklılığı gösterilebilir. Öte yandan, bu görüşler, aşırı güçlü bir devlet yaratarak pekişen homojenleştirici bir demokrasinin eleştirisi açısından önemliydi. Sonraki on yıllarda bu eleştiri güçlendi. Çok ulusluluk, çok kültürlülük ve farklılığın tanınması, tek biçimliliğin plebisiter demokrasisinin karşısında alternatif modeller haline geldi. Böylece, Hannah Arendt’le başlayan bu düşünce ekolü, ulusun yükseliş sürecini analiz eden bir araştırma geleneği başlattı. Yani, ulusun yükseliş süreci olarak kitlelerin ulusallaşması problematiğini oluşturdu. Milliyetçilikle ilgili çağdaş analizler, kitle karşısında aynı kuşkuculuğu göstermediler; fakat yine de süreci ön plana çıkarmak konusunda bu geleneği devam ettirdiler. Ulusun yükselişi ya da ulusal dirilişin yerine, kitlelerin ulusallaşmasını vurguladılar. Bu, yukarıdan yani devletten gelen bir süreç miydi yoksa kitlelerin aktif katılımı ve tahayyülleriyle mi işleyen bir süreçti? Bu sorulara daha sonraki çalışmalar cevap aradı.

Hannah Arendt geleneği ve özellikle de Mosse ve Talmon’un çalışmalarıyla temasım, İtalyan Birleşmesi ve Megali İdea (Themelio, 1985) adıyla yayımlanan doktora tezim üzerinde çalışırken, ulusal hareketlerin problemlerini ve onların komünizm ve faşizm arasındaki çift anlamlılıklarını anlayabilme ihtiyacından kaynaklandı. Ancak 1980’lerden önce, ulusal ideoloji üzerine sistematik bir okuma yapmak isteyen bir yüksek lisans öğrencisine, aydın ve bilgili hocaları büyük ihtimalle Hans Kohn’u tavsiye ederlerdi. Savaş sırasında Amerika’da yazdığı Milliyetçilik Düşüncesi[4] adlı kitabı, milliyetçilik tarihinin “kanon”unu oluşturdu. Bu kanon tarihsellikten yoksun değildi. Milliyetçilik, 18. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmış olan fakat kökleri antik dönemin Pers Savaşları’na, seçilmiş Yahudi halkının geleneğine, Roma İmparatorluğu’nun devlet geleneğine, Rönesans ve Reform’a kadar uzanan modern bir fenomen olarak algılanıyordu. Milliyetçiliğin uyanışı, 17. yüzyıl İngiliz Püriten Devrimi’ne, Amerikan Devrimi’ne, Rousseau’ya ve onun Aydınlanmacıların Paris merkezli kozmopolitliğine tepkisine çok şey borçluydu. Ancak tayin edici olay veya milliyetçiliğin doğum anı, büyük Fransız Devrimi’ydi. Bu milliyetçilik, demokratik ve Aydınlanmacıydı ve Avrupa’ya devrimin yarattığı örnek ve Napolyon’un silahları aracılığıyla yayılmıştı. İster doğrudan Fransa’dan, ister Fransa karşısındaki mücadeleden ilham alarak olsun, milliyetçilik Avrupa’da zihinleri fethetti; fakat aynı zamanda başka geleneklerle de zenginleşti. Bu geleneklerin en önemlisi romantizmdi. Romantizm, ilk aşamasında (Herder) demokratik ve barışçıldı ve her halkın “ruhu”na saygı gösteriyordu. Fakat devamında Alman ruhu (Fichte) tarafından fethedildi ve büsbütün bağnaz bir hale geldi; nihayet, 19. yüzyıl sonunda reaksiyoner oldu. Batı Avrupa’da milliyetçilik, hükümetin iktidarını sınırlama ve siyasal hakları güvenceye alma amacını güden siyasal bir hareketti. Aksine, Doğu Avrupa’da, Batı Avrupa’ya kıyasla siyasal düşüncenin daha az gelişmiş ve sosyal yapının “geri” olduğu bölgelere ulaştı. Burada milliyetçilik, öncelikle kültürel bir hareket, “şair ve aydınların rüyası ve ümidi” oldu ve bu halkların “ruh”larına, şanlı geçmişlerinin dirilmesine ve dünyadaki “misyon”larına yapılan aşırı bir vurgu, aşağılık kompleksiyle karıştı. Gecikmişlerin milliyetçilikleri daha güçlüydü. Milliyetçiliğin dönüm noktası ve onun liberal ve demokratik bir ideolojiden otoriter bir ideolojiye, Batı’nın medeni milliyetçiliğinden Doğu’nun öfkesi burnunda ve abartılı milliyetçiliğine dönüştüğü tarih, “1848”dir. Demokratik bir milliyetçiliğin kurulması için son deneme o yıl gerçekleşmiştir. Bu devrimlerin başarısızlığı, Almanya’da olduğu gibi, milliyetçilik bayrağının reaksiyoner güçlerin eline geçmesi anlamına geliyordu. Milliyetçilik, 19. yüzyıl sonlarında ırkçı teorilerle ve antisemitizmle, 20. yüzyılda ise faşizmle karıştı. Bu reaksiyoner milliyetçiliklerin yayılmasına Pancermenizm, Panslavizm gibi pan-etnik hareketler de katkıda bulundu. Milliyetçiliğin, 20. yüzyılda bütün dünyayı fetheden bir ideoloji olduğuna dikkat çeken Kohn, şu sonuca varıyordu:

“Dünya çapında ortak bir unsur haline gelmiş olsa da, milliyetçilik temelde bölücü bir güçtür; tahammülün ve uzlaşmanın özgürlükçü ruhu ve politik olmayan bir dinin hümanist ekümenizmi tarafından yumuşatılamaz. Ulusal egemenliğe ve kültürel farklılığa yapılan vurgu, halklar arasındaki işbirliğini pek de teşvik etmez…”[5]

Kohn ikili bir milliyetçilik modeli oluşturur:
Batılı / Doğulu
civic / ethnic
toprağı temel alan / ırkı temel alan
vatandaş / halk
şimdi / geçmiş
siyaset / kültür
Fransa (toprak hakkı) / Almanya (kan hakkı)
“iyi” / “kötü”

Kohn’un yaklaşımı, üç sebepten ötürü sert bir eleştiriye tabi tutulmuştur: Birincisi, milliyetçiliği ideoloji yönüyle sınırladığı için; İkincisi, diğer çalışmaların çok daha karmaşık olduğunu gösterdikleri iki parçalı şemasından dolayı; üçüncüsü kargaşacı ve liberal olmayan milliyetçiliklere nazaran, uluslararası düzeni bozmayan, iyi ve liberal milliyetçilik stereotipini yarattığı için. Kohn, kuşkusuz, Avrupa merkezli bir tarih çerçevesine dahildir. Fakat benim burada göstermeye çalıştığım, onun Hannah Arendt geleneğinden farkıdır. Kohn, Fransız Devrimi’nden kaynaklanan ilerici Batı milliyetçiliğiyle giderek daha tutucu ve reaksiyoner hale gelen sonraki milliyetçilik arasında ayrım yaparken, Arendt ve onun yarattığı gelenek, milliyetçiliğin gelişim nedenlerini, tam da Fransız Devrimi’nin radikal geleneğinde, yani Rousseau ve Jakobenizm’de görürler. Tarihi bakış açısında Arendt’le başlayan bu yön değişikliği çok önemli ve çift anlamlıdır. Bir yandan daha az ya da çok liberal biçimleri arasında ayrım yapmaksızın burjuva egemenliğinin temellerini hedef aldığı için olağanüstü radikaldir, diğer yandansa kabul edilebilir bir liberal geleneğin daha az devletine kıyasla, devletin toplum içindeki büyümesinin ve aşırı egemenliğinin yaratıcısı olan demokratik geleneği geri iter. Yunanistan’da, liberalizm ve demokrasi arasındaki bu ayrım, yakın geçmişte belirgin değildi; çünkü ülkenin siyasi ve ideolojik geleneğinde bu yoktu. Aslında liberalizme “neo” önekinin eklendiği günümüzde bile bu ayrım açık değildir. Bu anlamda, devletin köklerine getirilen eleştiri, çoğunlukla devletin karşısında çokuluslu şirketlerin politikasıyla uyumlu olarak yorumlanır. Ancak Arendt’in eleştirel geleneği, çağdaş bir demokratik ideoloji için kaçınılmazdır. Yani, devleti beslemeyen ve var olmak için onun teminatına ihtiyaç duymayan bir demokrasi mümkün müdür? Bir demokrasi, demokratik ilkenin bütün ve bölünmez demos’una müracaat etmeden var olabilir mi? Demos, kimliklerin ve sınırlamaların farklılıkları ve çok yanlılıkları karşısında düzleyici değil midir? Burada aklımızda kalması gereken, ulus ve demokrasi arasındaki olağanüstü derecede çift anlamlı olan ilişkilerdir.

[1] Hannah Arendt, Essays in Understanding 1930-1954, New York, Harcourt Brace, 1993, s. 208.
[2] Jacob Talmon, The Origins of Totalitariarı Democracy, London, Secker &Warburg, 1952.
[3] George Mosse, The Nationalization of the Masses, Political Symbolism and Mass Movements in Germany from the Napoleonic Wars through the Third Reich, New York, Howard Fertig, 1974.
[4] Hans Kohn, The Idea of Nationalism, New York, Macmillan, 1944 ve Nationalism. Its Meaning and History, Princeton, Van Nostrand, 1955.
[5] Hans Kohn, Nationalism. Its Meatıing and Histor, s. 90. 78

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz