Global ısınmadan çıkan ders şu ki, insanoğlunun özgürlüğü, dünya üzerindeki hayatın istikrarlı doğal parametrelerle (sıcaklık, havanın bileşimi, yeterli su ve enerji kaynağı) oluşturduğu bir arka plan sayesinde mümkün olmuştur: İnsanlar, ancak, dünya üzerindeki hayatın parametrelerini ciddi biçimde bozmamak için yeterince marjinal kaldıkları sürece “istediklerini yapabilirler”. Özgürlüğümüzün global ısınma ile somutlaşan sınırları, bizzat özgürlük ve erkimizin katlanarak büyümesinin paradoksal bir sonucudur – yani, bizi çevreleyen tabiatı dönüştürme yetimizi durmadan büyüterek, yerküre üzerindeki hayatın üzerine inşa edildiği temel jeolojik parametrelerin dengesini bozma noktasına ulaşmış olmamızın. Gözlemlediğimiz bu sınırlamanın farkındalığı, oldukça doğal bir tepki doğuruyor: Jeo-mühendislik. İnsan ihtiyaç ve yerleşimine uygun hale getirmek amacıyla yerküre üzerindeki çevrelerin amaçlı ve geniş ölçekli olarak değiştirilmesi. Üzerinde düşünülen temel jeomühendislik teknikleri şunlar: Atmosferin yansıtma gücünü değiştirmenin yolları (gezegenimiz etrafındaki bir yörüngeye yerleştirilmiş uzay mercekleri ile güneş ışığını saptırarak Dünya’dan uzaklaştırmak; albedoyu1 yükseltmek amacıyla stratosfer katında, deniz suyu ya da kükürt kullanarak yapılacak bulut tohumlaması…), demir ya da üre (azot gübresi) kullanılarak okyanusların gübrelenmesi, vb. şunu akılda tutmak gerekir ki, jeomühendislik, atmosfere saldığımız toksik emisyonu dizginleyemediğimiz anlaşıldığı anda sahneye çıktı: Bu olağanüstü hal algısı, Dünya’daki iklim sistemlerinin devrilme noktalarına epeyce yakın bulunduğumuz ve jeomühendislikten faydalanarak karşı eyleme geçmenin, yerkabuğundaki ani ve şiddetli değişikliklere karşı yegane olası yol olduğu görüşlerini zımnen kabul etmektedir. Tabii, bu sahada problemden geçilmiyor – işbu “devrilme noktaları”nın tam nerelerde olduğu bilinmiyor, jeomühendisliğin yan-etkileri öngörülemiyor, vb. Ancak jeomühendislik girişiminin bu türlü stratejilerden uzak durmaya nisbetle daha küçük bir risk teşkil ettiği savunulabilir.
Problemlerin işbu kümeleniş şekli, Dipesh Chakrabarty’nin global ısınmanın tarihsel-felsefi sonuçlarını ele aldığı çalışması2 için de bir başlangıç noktası teşkil ediyor. Söz konusu sonuçlardan en temeli, insanlık tarihi – tabiat tarihi ayrımının ortadan kalkmasıdır: “Çünkü konumuz, basitçe, insanın tabiatla interaktif bir ilişki içinde olup olmadığı değil. Böyle bir ilişki hep vardı, zaten. /…/ şu anki iddia, insanın, sözün jeolojik anlamıyla tabiat kuvvetlerinden biri olduğudur.” Bu şu demek ki, “kafa sayısı, fosil yakıtlar yakıyor olması ve bunlarla bağlantılı başkaca faaliyetleri nedeniyle, insanoğlunun gezegen üzerindeki jeolojik etmenlerden biri haline gelmiş olması” , onun, Yeryüzündeki yaşamın dengesini dahi etkileyebileceği anlamına gelir. Bunun sonucu, bilim adamlarının Antroposen diye isimlendirdikleri yeni bir jeolojik bölümün 1750’deki endüstri devrimiyle “kendinde”, global ısınmayla “kendisi için” başlamış olmasıdır. Yakın zamanda merkezi Çin’de vuku bulan feci depremlerin ardından bu Antroposen mefhumu özel bir güncellik kazandı: Daha önce de gördüğümüz gibi, yakın bir bölgede inşa edilen dev Three Gorges Barajı’nın, depremin –en azından böyle beklenmedik bir şiddetle vukuunun– temel nedeni olduğundan şüphelenmek için haklı nedenlerimiz var. Baraj yeni yapay göller yarattı; görünen o ki, bu oluşumla beraber yerkabuğu yüzeyinde oluşan ek basınç, yeraltındaki çatlakların dengesini etkiliyor ve depremlerin oluşum ya da şiddetine katkıda bulunuyor. Öyleyse bundan böyle, deprem gibi en ilksel bir olay bile, insanoğlunun faaliyetlerine etkilenen görüngülerin listesine yazılmak durumunda.
Bu yeni koşullar altında insanoğlunun kendini bir tür olarak, yeryüzündeki hayatın içerdiği türlerden biri olarak algılaması gerekiyor. Genç Marx insanlığı bir “tür-varlık /Gattungswesen/” olarak adlandırırken oldukça değişik bir şeyi kasteder: Hayvan türlerinden farklı olarak, sadece insanların “tür-varlık”; yani kendini bilfiil bir türle bağlantılı olarak düşünen, dolayısıyla sadece kendinde olarak değil, ama aynı zamanda kendi için “evrensel” olan bir varlık oluşturduğunu söylemektedir. Bu evrensellik, insanlığın tamamını tek bir dünya pazarında birbirine bağlayan ve birleştiren kapitalizmle birlikte, sapkın-yabancılaşmış biçimiyle karşımıza ilk kez çıkar. Modern sosyal ve bilimsel gelişmeyle ise, artık sadece türlerden bir tür değiliz, aynı zamanda doğal koşullardan biriyiz de. Tüm insanlık tarihinde ilk kez, biz insanlar, kendimizi kolektif olarak teşekkül ettiriyoruz ve bunun farkındayız: Hayatta kalma tarzımız kolektif aklımızın olgunluğuna bağlı. Ama, Antroposen’den söz eden biliminsanları “buna oldukça ters düşen laflar ediyor. Onların iddia ettiği şey, insanların, belli bir tür oluşturdukları için, başka türlere hakim olma sürecinde, jeolojik bir kuvvet statüsü kazanmış oldukları. Diğer bir deyişle insanlar, bir tabiat koşulu haline gelmiş bulunuyorlar.” Buna getirilecek standart Marksist karşı-iddia, Pleistosen’den Antroposen’e geçiş, kapitalizmin indifai büyümesinden ve bunun global etkilerinden ötürüdür, demektir – ki bu da bizi, temel soruyla karşı karşıya bırakıyor: Sermaye’nin sosyal tarihi ile Yeryüzündeki hayatın koşullarında vuku bulan çok daha büyük çaplı jeolojik değişimleri birbirine nasıl bağlayacağız?
“Eğer bizi krize sokan şey, endüstriyel yaşam biçimiyse o zaman soru, ‘Niçin, şüphesiz ki çok daha uzun bir tarihe değin olan tür kategorisiyle düşünelim?’ olacaktır. İklim değişikliğinin tarihini incelemek ve sonuçlarını anlamak için kapitalizmin anlatısı –ve öyleyse eleştirisi– niçin yeterli bir çerçeve olarak görülmesin? İklim krizine, kapitalist sanayileşmenin yaratıp teşvik ettiği yüksek enerji tüketimine dayalı toplum modelinin neden olduğu doğru gözüküyor. Ancak içinde bulunduğumuz kriz, insan dediğimiz hayat şeklinin varolabilmesi için bir kısım başka koşulun varlığını gözler önüne serdi, ki bunların kapitalist, milliyetçi ya da sosyalist kimliklerle esastan bir bağı yok. Söz konusu koşullar daha çok, bu gezegendeki hayatın tarihiyle, farklı yaşam biçimlerinin birbirleriyle bağlantılarıyla ve bir türün kitlesel olarak yok olmasının bir diğeri için tehlike arz etmesiyle ilgili. /…/ Diğer bir deyişle, sosyo-ekonomik ve teknolojik seçimlerimiz her ne olursa olsun, kendimize özgürlük diye tanıdığımız haklar ne olursa olsun, insan varlığının sınır parametreleri gibi işlerlik gören koşulların (örnek, gezegenimizin içinde varolduğu sıcaklık dilimi) dengesini bozmayı göze alamayız. Bu parametreler kapitalizmden de, sosyalizmden de bağımsızdır. Bunlar, söz konusu kurumların tarihlerinden çok daha uzun süreyle istikrarlı kalmış ve insanın yeryüzünün hakim türü haline gelmesine izin vermiştir. Maalesef, varoluşumuz için şart olan bu parametrik koşulları bozan jeolojik etmen, şimdi bizzat biziz.”
Belli bir öznenin bilinçli kararı sonucunda patlak verebilecek nükleer savaşın tersine iklim değişikliği “insan eylemlerinin niyetlenilmemiş bir sonucudur ve, tabii ancak bilimsel analiz yoluyla, bir tür olarak eylemlerimizin etkilerine işaret etmektedir.” İnsanlığın varlığının ta kendisine yönelik bu tehdit, gerçekten insanlığın tamamını kapsayan yepyeni bir “biz” hissi yaratmaktadır. “Global sermayenin prizmasında kırılıp gözümüze göründüğü şekliyle iklim değişikliği, sermayenin tüm iktidarı boyunca varolan eşitsizlik mantığını şiddetlendirecektir; bazıları geçici bir süreyle diğerlerinin kaybından kazançlı çıkacaktır. Ancak tüm krizi kapitalizmin bir hikayesine indirgemek mümkün olmayacaktır. Kapitalizmin krizlerinden farklı olmak üzere, burada zengin ve imtiyazlılar için cankurtaran filikaları olmayacaktır (Avustralya’daki kuraklığı ya da Kaliforniya’nın zengin semtlerindeki yangınları hatırlayalım).”, Gün ışığına çıkan bu evrensel özne için en uygun isim, tür olabilir: “İklim değişikliği dediğimiz tehlikenin işbu anında, insanların henüz oluşum halindeki yeni tarihinin denkleminde ansızın beliriveren bu değişkenin adı, olsa olsa türdür.” Problem şu ki, bu evrensel, tarihin hareketinden diyalektik olarak türeyen ve tüm özel durumları içerip onlara aracılık eden bir Hegelci evrensel değil: “Dünyayı deneyleme kapasitemizin dışında kalıyor” , öyleyse ancak “olumsuz bir evrensel tarih”e yol açabilir, özgürlüğün tedricen kendini-biçimlendirmesi anlamında bir dünya tarihine değil.
İnsanların bir tür olduğu fikriyle birlikte, insanlığın evrenselliği de bir hayvan türünün tikelliğine geriliyor: Küresel ısınma gibi görüngüler bizde, teorik ve pratik faaliyetlerimizin tüm evrenselliğine karşın, belli temel bir seviyede, ancak Dünya denilen gezegende yaşayan türlerden bir tür olduğumuzun farkındalığını yaratıyor. Varlığımızı sürdürmemiz, otomatikman güvencede saydığımız bir kısım doğal parametreye bağlı. … “Tabiat”, böylelikle, sözün düz anlamıyla bir sosyo-tarihsel kategori haline gelmiş oluyor, ama coşkulu genç Lukacs’ın kastettiği anlamda değil. (Bizim için “tabiat” (“tabiat” saydığımız şey), daima, tarihi olarak tayin edilmiş bir sosyal bütünlük tarafından üst-belirlenmiştir; tabiat anlayışımızın aşkın ufkunu yapılandıran, bu sosyal bütünlüktür.) Hayır, “tabiat”, sözün çok daha radikal ve düz (ontik) bir anlamında, insani faaliyetin istikrarlı bir arka planını oluşturmayan, tersine bizzat en temel bileşenleri söz konusu faaliyet tarafından etkilenen bir nesne olmak anlamında, sosyo-tarihsel bir kategori haline geliyor. Burada ortadan kalkan şey, tabiatla insanlık tarihi arasındaki ayrımdır: Tabiat rotasını körlemesine izler, onu sadece açıklamak gerekir; oysa insanlığın tarihini anlamak gerekir. Her ne kadar global rotası kontrolden çıkmışsa da ve her ne kadar çoğu kişinin arzularının tersini yapan bir Kader işlevini görüyorsa da bu “Kader” çok sayıda bireysel ve kolektif projenin etkileşiminin bir sonucu ve dünyamızın nasıl olduğuna dair temel bir anlayışa dayanarak eyliyor – tarihte kendi uğraşlarımızın sonuçları ile yüzleşiyoruz.
Chakrabarty, öyle gözüküyor ki burada, yeryüzündeki hayatın temel jeolojik parametreleriyle insanlığın gelişiminin sosyo-ekonomik dinamiği arasındaki tamamen diyalektik ilişkinin kapsamını gözden kaçırıyor. Tabii ki çevrenin doğal parametreleri “kapitalizmden de, sosyalizmden de bağımsız”; bunlar tabii ki, ekonomik gelişmişlikten, politik sistemden vb. bağımsız olmak üzere hepimiz için bir tehdit unsuru. Ancak, bunların istikrarının global kapitalizmin dinamiğince tehdit ediliyor olması olgusu, Chakrabarty’nin itiraf etmek istediğinden daha önemli sonuçlar doğuruyor: Kabul etmemiz gerekiyor ki burada, bir şekilde Bütün Parça tarafından içeriliyor; yani, Bütünün (Yeryüzündeki hayat) kaderi fiilen parçalarından birinde (yeryüzündeki türlerden birinin sosyo-ekonomik üretim tarzı) ne olup bittiğine bağlanmış durumda. Onun için şu paradoksu kabullenmemiz gerekiyor ki, evrensel antagonizmle (yeryüzündeki hayatın koşullarının tehdit altındaki parametreleri) tikel antagonizm (kapitalizmin açmazı) arasındaki ilişkide anahtar rolü görecek mücadele, tikel antagonizmdir: Evrensel problemi (insan denilen türün hayatta kalması) çözmek, ancak önce kapitalist üretim tarzının açmazını çözmekle mümkün. Bir başka ifadeyle, eğer hayatta kalmak istiyorsak, sınıfsal pozisyonumuz ya da politik yönelimimizden bağımsız olmak üzere, ekolojik krizin üstesinden gelmemiz gerekiyor yollu akıl yürütme fena halde yanıltıcı: Ekolojik krizin kilidini açacak anahtar aslında ekolojide saklı değil.
Belki de bu yetersizliğin açıklaması Chakrabarty’nin basitleştirilmiş Hegelci diyalektik mefhumunda. Yani şu soruyu sormak gerekiyor: “Olumsuz bir evrensel tarih” fikri gerçekten de anti-Hegelci midir? Tersine, olumsuz bir harici sınır (bir tehdit) tarafından toplanan (biraraya getirilen) bir çoğulluk (insanların çoğulluğu) fikri mükemmelen Hegelci bir fikir değil midir? Dahası, Hegel’de her bir evrensellik hali, bizzat kendi tikel-olarak-belirlenmiş içeriğine karşıtlık halinde vücut bulmak zorunda olduğuna göre, son kertede “negatif” bir evrensellik değil midir? Hegel’in savaş teorisini hatırlayalım. Belki Hegel, görünürde, iyi örgütlenmiş modern bir toplumdaki hayatın (destansı kargaşalar, kişi haklarının ve ihtiyaçların tatmini konusundaki fiili güvencenin verdiği rehavet içinde aşılmıştır) monoton karakterini övüyor olabilir: Özel mülk güvence altındadır, cinsellik evlilikle sınırlıdır, gelecek güvenlidir… Bu organik düzende, evrenselle tikel çıkarlar, barışmış gibidir: Öznel tikelliğin “sonsuz hakkı”nın hakkı verilmiştir; bireyler artık, objektif devlet düzenini, haklarına müdahale eden yabancı bir güç olarak görmemektedir, tersine ona baktıklarında, bizzat kendi özgürlüklerinin özünü ve çerçevesini görmektedirler. Gerard Lebrun burada kahredici bir soru soruyor: “Evrensel duygu bu tatmin halinden ayrıştırılabilir mi?”3 Cevap açıktır: Evet ve savaş, tam da bu nedenden ötürü gereklidir – savaş sayesinde evrensellik, monoton toplumsal hayatın somut-organik tatminleri karşısındaki ve üstündeki haklarını yeniden tesis eder. Savaşın işbu kaçınılmazlığı, Hegel nezdinde, her sosyal barışın başarısızlığa mahkum olduğunun, hiçbir organik sosyal düzenin soyut-evrensel negatifliği fiilen aşamayacağının nihai ispatı değil midir? İşte bu yüzden sosyal hayat, istikrarlı medeni dönemlerle savaş dönemlerinin yıkımından oluşan ebedi salınımların “sahte sonsuzluğu”na mahkumdur.
Bir başka ifadeyle, Chakrabarty’nın Hegelci evrenselliği reddi, ancak ve ancak Hegel’in “somut evrensellik” dediği şeyi evrensel bir düzenin organik-tüzel modeline indirgersek geçerli sayılabilir – bu düzende her tekil an, belirlenmiş rolünü oynayacak, Bütünün esenliğine katkıda bulunacaktır. Ancak, eğer Hegelci “somut evrensellik” kavramının, kendi tikel içeriğiyle diyalektik gerilim içindeki bir evrenselliği tanımladığı, yani her bir evrenselliğin kendini “doğası gereği” ancak negatif olarak öne sürebileceği (önerebileceği) gerçeğini aklımızda tutacak olursak, o zaman, sadece insan faaliyetinin aşikar istikrarlı arka planı olarak değil, insan türünün gözle görülmez arka planının (ve bu türe yönelik kıyamet tehditlerinin) birliği olarak, tabiat fikrinin mükemmelen Hegelci olduğu görülecektir.4
Slavoj Zizek
Antroposen’e Hoşgeldiniz
1. Dünyanın albedosu, yeryüzüne düşen ışık ışınlarının (ne kadarının tutulup) ne kadırının yansıtıldığını söyleyen ampirik bir katsayıdır. Global ısınmaya global bir tedbir olarak gezegenimizin yansıtma oranının artırılması düşünülüyor –ç.n.
2. Dipesh Chakrabarty, “The Climate of History: Four Theses,” Critical Inquiry cilt 35, no. 2 (Kış 2009 sayısı). Yazının devamında parantez içinde yazılmış rakamlar, Kış 2009 sayısının sayfa numaralarına referans vermektedir.
3. Gerard Lebrun, L’envers de la dialectique. Hegel a la lumiere de Nietzsche, Paris, Editions du Seuil 2004, s. 214.
4. Bu noktadaki kritik spekülatif problem, iki olumsuzluk arasındaki ilişkidir: insanlık için daima asgari bir tehdit teşkil eden, nihai olarak da tamamen anlamsız bir harici müdahaleyle (ev bir astereodin dünyaya çarpması örneğindeki gibi) insanlığın imhası tehdidini savuran, radikal Öteki olarak tabiatın olumsuzluğu ve, bizzat insan öznelliğinin olumsuzluğu, tabiat üzerindeki yıkıcı etkisi. Nereye kadar şunu söyleyebiliriz ki, Tabiatın Ötekiliği ile yüzleşirken insan kendi özüyle, kendi varlığının olumsuz çekirdeği ile yüzleşmektedir? Spekülatif olarak bu apaçık doğru; çünkü tabiat, ancak kendini tabiatla karşıtlık içinde algılayan bir öznelliğin bakış açısından tehditkar bir Öteki olarak görülebilir: Öznenin tabiatın tehditkar olumsuzluğu diye gördüğü şey, ancak tabiata karşı kendi olumsuz ilişkisinin aynadaki aksidir.