Marks’ın edebi kahramanı* Frenhofer’in geçtiği, Balzac’ın “Bilinmeyen Başyapıt”ından bir bölüm

1612 yılının sonlarına doğru, soğuk bir aralık sabahıydı; incecik giysili bir delikanlı Paris’te, Grands-Augustins Sokağı’nda, bir evin kapısı önünde dolaşıyordu. Sevdiği kadın ne denli gönülsüz olursa olsun, ilk sevgilisinin evine girmeyi göze alamayan bir âşık kararsızlığıyla epey gidip geldikten sonra, eşiği aşabildi. Üstat François Porbus’ün evde olup olmadığını sordu. Alçak tavanlı, avlumsu bir yeri süpüren yaşlı bir kadın, ”Burada,” deyince, delikanlı saray hizmetine daha yeni girmiş, kralın kendisine nasıl davranacağını bir türlü kestiremeyip üzülen bir insan haliyle, basamakları ağır ağır çıktı. Döner merdivenin sonuna varınca, bir süre sahanlıkta kaldı. Bir zamanlar IV. Henri’nin başressamlığını yapmış, sonradan Marie de Medicis’in Rubens’i kendisine yeğlemesi üzerine gözden düşmüş sanatçının içerdeki resim işliğinde çalıştığına kuşku yoktu; ama delikanlı o işliğin kapısını süsleyen acayip tokmağa dokunmaya bir türlü karar veremiyordu.
Şimdi onun içindeki duygu, büyük sanat adamlarının gençliklerinin, sanat aşklarının en ateşli çağında bir dahiyle ya da bir başyapıtla karşılaşınca yüreklerini çarptıran o derin duyguydu. İnsandaki bütün duyguların temelinde, hep soylu bir coşkudan doğan bir saflık vardır; ama o soylu coşkunun verdiği mutluluk, zayıflaya zayıflaya, bir gün ancak bir anıdan, şanla ün de bir yalandan ibaret kalır. Çabucak kırılıveren o duygular arasında aşka en çok benzeyeni, hem onur hem de acılarla dolu yaşamında, tatlı çileyi çekmeye yeni başlayan bir sanatçının taze tutkusudur: hem cüret, hem de çekingenlik, hem belirsiz inanışlar, hem de kendilerini pek belli eden üzüntülerle dolu bir tutku.
Dehası henüz taze ve kesesi boşken, bir üstadın karşısına ilk çıkışında yoğun bir coşku duymamışsa insan, yüreğinde her zaman bir tel, yapıtında bilmem nasıl bir fırça vuruşu, bir duygu, bir şiir anlatımı eksik kalacaktır. Kendilerini bir şey sanan kimi farfaralarda geleceğe güvenme duygusu çabuk ortaya çıkar; ama onları ancak sersemler akıllı sayar. Böyle düşünür, yani sanatı o ilk çekingenlikle, tanımlanamayan o utangaçlıkla ölçersek, bu delikanlıda, kesinlikle gerçek bir yetenek vardı. Utanma duygusunu güzel kadınlar nasıl işve oyunlarında yitirirlerse; bir gün şana, üne ulaşan sanatçılar da bu duyguyu, yapıtlarını verdikçe, öyle yitirirler. Utkuya alışkanlık kuşkuyu azaltır, utangaçlıksa belki bir kuşkudur. Yoksulluktan kolu kanadı kırık, gözüpekliğine o sırada kendisi de şaşan o yoksul genç sanatçı, IV. Henri’nin çok güzel bir portresini borçlu olduğumuz ressamın dairesine belki de giremeyecekti; ama raslantı kendisine olağanüstü bir yardımda bulundu. Merdivende yaşlı bir adam göründü. Delikanlı, giyiminin garipliğine, boynundaki dantelanın görkemine, kendisine olan güveni belli eden yürüyüşüne bakarak, ”Ressamın ya bir dostu ya da kendisini koruyanlardan biri olacak,” diye düşündü. Adama yol vermek için çekilip merakla baktı; onda sanat adamlarının babacanlığını ya da sanatsever kimselerin iyilik etmekten mutluluk duyan özyapısını bulacağını umuyordu. Hayır, o yüzde şeytanca bir şey, sanat adamlarını pek çeken, o ne olduğu bilinmez şey vardı. Rabelais’nin ya da Sokrates’inki gibi ezik, ucu kalkık burun üzerinde, dışarıya fırlamış, saçları dökülmüş yüksek bir alın; sırıtan, buruşuk bir ağız; kır sakallı, kısa, büyüklenmeyle kalkmış bir çene; yaşlandıkça sönmüşe benzeyen, ama sedef rengi bir beyazlık içinde kara gözbebeklerinin belirginleştirdiği karşıtlık yüzünden öfke ya da çoşkunluk anlarında yine de yıldırımlar saçar gibi görünen deniz yeşili gözler düşünün. Yüze gelince; o yüz, yaşlanmışlığın getirdiği yorgunluklarla, ama onlardan da çok hem ruhu, hem vücudu yıpratan düşüncelerle yıkıntıya dönmüştü. Gözlerin artık kirpiği kalmamıştı; fırlak eğimleri üzerinde kaşlarından kalmış izlerse, güçlükle fark ediliyordu. Şimdi o başı, cılız, çelimsiz bir vücudun üstüne koyun; bir balığın sırtı gibi karışık işlemeli, pırıl pırıl beyaz bir dantelayla sarın; siyah yeleği üzerine ağır bir altın köstek takın; merdivendeki loş ışığın bir kat daha gizemli bir renk verdiği bu adamı hayal meyal görmüş olursunuz. Sanki Rembrandt’ın bir resmi, çerçevesinden çıkmış, büyük ressamın kendine mal ettiği kara hava içinde sessizce yürüyor…
Delikanlıya, keskin zekâsını belli eden bakışlarla baktı; kapıya üç kez vurdu; gelip açan kırk yaşlarında, hastaya benzer adama, ”Merhaba, üstat” dedi. Porbus saygıyla eğildi, yaşlı adamla birlikte geldiğini sanarak delikanlıyı da içeri aldı ve bir daha da onunla ilgilenmedi; aslında o genç sanatçı da, anasından resim yeteneğiyle doğmuş olanların ilk kez gördükleri, sanatın yaratılışına sahne olan bir işlikte duyacakları coşkunun etkisindeydi. Üstat Porbus’ün işliği, kubbeli tavanda açılmış bir pencereden aydınlanıyordu. Sehpa üzerindeki daha ancak üç dört beyaz çizgi taşıyan bir tuvalin üstüne toplanmış olan gün ışığı, o geniş odanın köşelerindeki kara derinliklere işleyemiyordu; ama, sanki yolunu şaşırmış birkaç parıltı, bu koyu kızıl gölge içinde bir eski süvari zırhının karın kısmında gümüş pullar alevlendiriyor, acayip sofra takımlarıyla dolu eski bir büfenin oymalı, cilalı ağacından birdenbire bir ışık çizgisi geçiriyor ya da oraya örnek diye asılmış gibi duran, kat yerlerinde derin kıvrımlar kalmış eski sırmalı ipek perdelerin sık dokunmuş yüzeylerinde aydınlık noktalar oluşturuyordu. Alçıdan biçimler, eski tanrıçalardan kalmış, sanki yüzyılların âşıkça öpüşlerle parlattığı birtakım parçalar, gövdeler, küçük masalarla konsolların üstlerini dolduruyordu. Duvarlar ta tavana dek, yarım bırakılmış resimler, üç renkle, yalnızca kırmızıyla ya da mürekkeple çizilmiş sayısız taslaklarla kaplıydı. Porbüs’ün solgun yüzüyle o garip adamın sedef rengi kafatasına bol ışık saçan yüksek camlı pencere orta yerde bir aydınlık aylası oluşturmuştu; boya kutuları, yağ, esans şişeleri, devrilmiş üç ayaklı tabureler, o aydınlık yere varmak için ancak dar bir yol bırakıyordu. Az sonra delikanlının bütün dikkati bir tabloya takılıp kaldı. O tablo, öyle bir karışıklık, bir devrim döneminde bile ün kazanmıştı; kutsal ateşin kötü günlerde de korunmasını kendilerine borçlu olduğumuz inatçılar, ara sıra onu görmeye geliyorlardı. Bu güzel yapıt, Azize Mısırlı Meryem’i, bindiği gemide yol parasını ödemeye hazırlanırken gösteriyordu. Marie de Medicis için yapılmış olan bu resmi, kraliçe, yoksulluk günlerinde satmıştı.
Yaşlı adam, Porbus’e:
– Senin bu azize resmin hoşuma gidiyor, dedi; kraliçenin verdiğinden on altın fazla verip ben alırdım ama bir işte onun önüne çıkmak pek tekin olmazdı.
– Demek güzel buluyorsunuz.
– Beğeniyorum demek fazla olur belki… Hem beğendim, hem beğenmedim. Kadının biçimi, görünüşü kötü değil; ama yaşamıyor. Sizler bir yüzün düzgünce bir resmini yapıp her şeyi de anatomi kurallarına göre yerli yerine koydunuz mu, oldu bitti sanıyorsunuz! O çizgileri, paletinizde önceden hazırlanmış bir ten rengiyle boyuyor, bir yanı öte yandan daha koyu bırakmayı unutmuyorsunuz; masa üzerine çıkmış çıplak bir kadın da var; arasıra ona da bir baktınız diye ressam olduk, Tanrı’nın gizini kavradık sanıyorsunuz!.. Vay efendim vay! Büyük şair olmak için dilbilgisini iyice bilmek, dil yanlışlarına düşmemek yetmez ki! Yaptığın şu azize resmine bir bak Porbus. Önce, hayran olmaya değer bir şey gibi gözüküyor; ama bir daha baktın mı tablonun zeminine yapışık olduğunu, vücudunun çevresini dönemeyeceğini görüyorsun. Tek boyutlu bir biçim; yalnızca bir görünüş; ne dönmek elinden gelir, ne de yerini değiştirmek. Şu kolla tablonun zemini arasında bir boşluk duymuyorsun; bir aralık da yok, derinlik de; gerçi perspektif bakımından her şeye, figürlerin uzaklaştıkça ufalmalarına, bütün bunlara dikkat edilmiş; ama bu övülmeye değer çabalara karşın, bu güzel vücutta yaşamın ılık soluğunun bulunduğuna inanamıyorum. Bana öyle geliyor ki şu sımsıkı, yuvarlak boyuna elimi değdirsem, bir mermer soğukluğu duyacağım! Hayır, dostum, bu fildişi deri altında kan dolaşmıyor; şakakların, göğsün kehribar saydamlığı altında birbirine sarılıp örülen damarları, lifleri, varlığın al şebnemi şişirmiyor. Evet, şurada bir çarpıntı var, ama şurası donuk; her parçada yaşamla ölüm çekişiyor: şurada bir kadın, burada bir yontu, daha ötede bir ceset… Tam yaratamamışsın. Pek sevdiğin yapıtına, ruhunun ancak bir parçasını üfleyebilmişsin. Prometheus’un meşalesi elinde bir yanmış, bir sönmüş; yapıtının birçok yerine Tanrı alevi dokunmamış. Porbus saygıyla:
– Ama neden, üstadım? dedi. Delikanlı da yaşlı adamı dövmemek için kendini zor tutuyordu. Kısa boylu, çelimsiz adam:
– Ha! işte sorun orada, dedi. Sen iki yöntem arasında, resimle renk arasında, eski Alman üstatlarının o hiç şaşmaz, inceden inceye dikkatleri, soğukkanlılıklarıyla İtalyan ressamlarının göz kamaştırıcı ateşi, mutlu coşkunluğu arasında bocalamış durmuşsun. Hem Hans Holbein ile Albrecht Dürer’e, hem de Tiziano ile Paolo Veronese’ye benzeyeyim demişsin. Kuşkusuz büyük, yüce bir dilek. Ama nedir ortaya çıkan? Ne kuruluğun kaba çekiciliğine erişebilmişsin, ne de karanlıkla ışığın karıştırılmasından doğan o anlaşılmaz büyüye. Şurada, Tiziano’nun zengin, sıcak renkleri, Albercht Dürer’in dar çevresine dökülmek istenince onu parçalayıvermiş, kızgın tuncun kalıbını patlattığı gibi. Ötede çizgiler direnmiş, Venedik paletinin o görkemli taşkınlıklarına karşı koymuş. Senin yaptığın resmin ne çizgileri yetkin, ne de renkleri; her yerinde de bu kararsızlığın izleri görülüyor. Kendinde o iki ayrı, birbirine karşı çıkmış yöntemi birleştirecek deha ateşini bulamadınsa, açıkça birinden birini seçmeliydin; resmin en önemli öğelerinden biri olan birlik, ancak böyle elde edilebilirdi. Biçimlerin, ancak ortalarında doğrusun; dış çizgiler yanlış; birbirini kavrayıp kaplamıyor, hiçbirinin arkasında başka bir şey bulunduğu sezilmiyor. Yaşlı adam, azize resminin göğsünü göstererek:
– Burası gerçeğe uygun, dedi. Sonra tabloda omuzun bittiği yeri gösterdi:
– Burası da öyle. Boynun ortasına dönüp:
– Ama, dedi, bak burada her şey yanlış. Çözümlemeye girişmeyelim; bu, seni üzüntüye düşürmek olur. Yaşlı adam, tabureye oturdu, başını elleri arasına alıp öylece, sessiz sedasız durdu. Porbus:
– Üstadım, dedi, ben bu göğsü çıplak vücut üzerinde uzun uzun incelemiştim. Ama doğada öyle renk bireşimleri, figür bireşimleri; renklerin, biçimlerin öyle durumları var ki, biz tablolarımıza koyduk mu, talihsizliğimizden midir nedir, olanaksız şeyler gibi görünüyor… Yaşlı adam, Porbus’ün sözlerini, elini sert bir tavırla sallayarak kesti:
– Sanatın görevi doğayı kopya etmek değil, anlatmaktır, dedi. Sen sıradan bir kopyacı değil, bir şairsin! Yoksa bir yontucu, bir kadın vücudunun kalıbını çıkarınca, işini bitmiş sayabilirdi. Hele sen sevdiğin kadının elinin kalıbını çıkar, önüne koyup bir bak, hiçbir benzeyişi olmayan çirkin bir cesetle karşılaşır, o elin tıpkı eşini çıkarmaya değil, devinimini, canlılığını göstermeye çalışan sanatçının mermeri işleyen kalemini ararsın. Bize düşen, eşyanın, canlı varlıkların anlamını, ruhunu, görünüşünü kavramaktır. Renklerin, figürlerin öyle bireşimleri, öyle durumları var ki, diyorsun! Evet, ama bütün bunlar yaşamın kendisi değil, birtakım raslantılarıdır. El örneğini verdiğimize göre, sonuna dek sürdürelim: bir el yalnızca vücudun bir parçası değildir, bizim sezmemiz, göstermemiz gereken bir düşüncenin süreği, anlatımıdır. O bireşimler, o durumlar nereden geliyor? Ayrılmaz biçimde birbirine kilitlenmiş olan etkiyle nedeni, şair de, ressam da, yontucu da birbirinden ayırmamalıdır! Asıl savaş, işte odur! Birçok sanatçı, sanatın bu ilkesini bilmeden de, içlerinden gelen bir yetenekle işi başarmışlardır. Siz bir kadının resmini yapıyorsunuz, ama kendisini görmüyorsunuz! Doğanın gizi böyle elde edilmez! Sizin yaptığınız el, hocanızın işliğinde kopya ettiğiniz elin bir örneğidir de siz ayrımına varmazsınız. Biçimin gizemine yeterince aşkla, dirençle, dikkatle bakmıyorsunuz. Güzellik ciddî, zor bir şeydir, ona böyle erişemezsiniz, zamanını kollamalı, beklemeli, gözlemlemeli, sımsıkı sarılmalısınız ki bir gün kendinize boyun eğdirebilesiniz. Biçim, bir Proteus’tur,  hem de söylencedekinden çok daha zor ele geçen, kendisini gizlemek için daha çok yol bilen bir Proteus, ancak uzun savaşımlardan sonra onu asıl yüzüyle görünmek zorunda bırakabilirsiniz. Ama sizler! Size kendisini yalancıktan bir gösteriversin, yetiyor; birincisinde değilse de ikincisinde, üçüncüsünde inanıyorsunuz. Savaşımdan yenerek çıkacak olanlar bununla da yetinmez! O yenilmez ressamlar öyle kaçamaklara aldanmazlar; doğayı çırılçıplak, asıl ruhuyla görünmek zorunda bırakıncaya değin direnirler. Rafaello işte öyle yapmıştır… Yaşlı adam, ressamlar sultanının adını anarken, saygısını göstermek için kara kadife takkesini çıkardı:
– … Onun o büyük üstünlüğü, sanki biçimi parçalamak isteyen o iç duygusundan gelir. Biçim bizde, yaşayan insanlarda neyse, onun çizdiği yüzlerde de odur; yani düşünceleri, duyguları bildirmek için bir araç, bir yorumcu, büyük bir şiirdir. Her yüz bir dünyadır; modeli ressama yüce bir ruh durumu sırasında, ışıktan renkler içinde görünmüş, ta içten gelme bir sesle gösterilmiş, bütün yaşamın geçmişindeki anlatım kaynaklarını işaret eden bir tanrı parmağıyla fazlalıklardan temizlenmiş bir portredir. Siz resmettiğiniz kadınlara etle deriden güzel giysiler biçiyor, onları saçlardan yapılmış güzel örtülerle kaplıyorsunuz; ama hani kanları? Dinginliği de, tutkuyu da doğuran, türlü renk, biçim bireşimleri oluşturan kanları nerede? Senin çizdiğin azize, esmer bir kadın; ama şurası yok mu, benim zavallı Porbus’üm, bu ancak sarışın bir kadında bulunabilir! Sizin elinizden çıkan yüzler, boyanmış silik birer görünüşten başka bir şey değil; bunları bizim gözlerimizin önünde gezdirdiniz mi, işte resim, işte sanat diyorsunuz. Bir evden çok bir kadına benzeyen bir şey ortaya koyunca, ereğinize ulaştığınızı sanıyor; ilk ressamlar gibi yapıtlarınızın altına “currus venustus” ya da “pulcher homo” diye yazmak zorunda olmadığınız için de kendinizi pek yüksek eşsiz birer sanat adamı sanıyorsunuz! Güleyim bari! Hayır, benim yiğit yoldaşlarım, daha erekten uzaksınız, ona ulaşıncaya dek daha çok kalem harcayacak, çok muşamba kirleteceksiniz. Evet, doğru, bir kadın başını böyle kaldırır, eteğini böyle tutar, gözleri bu yazgıya boyun eğen, tatlı edayla gevşeyip sanki erir, kirpiklerin titrek gölgesi yanaklar üzerinde böyle dalgalanır! Hem böyledir, hem de böyle değildir. Nedir eksiği? Ufacık bir şey, bir hiç; ama o ufacık şey yok mu? İşte her şey odur. Sizin yapıtlarınızda yaşamın görünüşü var; ama onun taşan iç doluluğunu, ruhun belki ta kendisi olan, dış görünüşün üzerinde bir bulut gibi dalgalanan şeyi; Tiziano ile Raphaello’nun yakalayabildikleri o yaşam çiçeğini gösteremiyorsunuz. Sizin vardığınız en son noktadan yola çıkmakla belki çok resim yapılabilir: ama siz pek çabuk yoruluyorsunuz. Halktan insanlar hayran oluyor; ama asıl anlayanlar, yalnızca gülümsüyor. O garip yaşlı adam, birdenbire: – Ah Mabuse, ah! Üstadım! Meğer sen bir hırsızmışsın, yaşamı da kendinle birlikte alıp götürdün! dedi. Sonra yine deminki edasıyla sürdürdü konuşmasını:
– Gene de bu tablo Rubens soytarısının resimlerinden, üzerine kızıl boya dökülmüş dağ gibi et yığını Felemenk karılarından, o ateş yağar gibi kızıl saçlarından, o renk patırdısından daha iyi. Hiç olmazsa bunda renk var, duygu var, çizgi var: üçü de resmin ana öğelerinden. Delikanlı, daldığı derin düşlemden silkinerek yüksek sesle bağırdı: – Ne diyorsun, be adamcağız! Bu azize resmi, yüce bir yapıt. Şu iki yüzde, azizenin yüzüyle kayıkçının yüzünde, öyle bir amaç inceliği var ki, İtalyan ressamlarının aklına bile gelmemiştir; onların hiçbiri, şu kayıkçıda gördüğümüz kararsızlığı yaratamazdı. Porbus, yaşlı adama:
– Bu delikanlı sizinle mi birlikte? diye sordu. Delikanlı kıpkırmızı kesilip:
– Cüretimi bağışlayın, üstadım! dedi. Ben adı sanı belirsiz bir insanım; içimden geldiği için resim yapıp dururum. Her bilginin kaynağı olan bu kente daha yeni geldim. Porbus, eline kırmızı bir kalemle bir kâğıt tutuşturup:
– Görelim bakalım! dedi. Delikanlı, Meryem’in çizgilerini hemen kopya etti. Yaşlı adam:
– Aferin! dedi. Adınız ne sizin? Delikanlı kâğıdın altına, “Nicolas Poussin” diye yazdı. Öyle delice söylevi veren garip adam: – Yeni başlamış bir genç için hiç de kötü değil! dedi. Görüyorum, senin yanında sanat sözü edilebilir. Porbus’ün azize resmine hayran olduğun için sana bir şey demeyeceğim. Herkes ona bir başyapıt diye bakıyor. Eksikleri nedir, onu sanatın en derin gizlerini bilenler, ancak onlar anlar. Ama sen ders almayı hak eden, aldığın dersi anlayacak bir genç olduğun için söyleyeyim; bu yapıtı bitirmek için az bir şey, pek az bir şey gerekli; göstereyim sana onu. Sen şimdi gözlerini aç, dikkat kesil; öğrenmek için böyle bir fırsat bir daha belki eline hiç geçmez. Ver paletini, Porbus. Porbus gidip paletle fırça getirdi. Kısa boylu adam, titrek bir ivedilikle kollarını sıvadı, Porbus’ün uzattığı boya dolu alacalı palete başparmağını geçirdi; onun elinden değişik kalınlıkta bir avuç fırçayı koparırcasına çekip aldı; sivri sakalı da, sevdalı bir hevesin taşkınlığını gösteren, sanki çevreyi ürküten bir telaşla titremeye başlamıştı. Yaşlı adam, bir yandan fırçasına boya alıyor, bir yandan da ağzının içinden söyleniyordu: ”Bu boyaları da, bunları yapanı da pencereden atmalı!.. Böyle çiğlik, böyle sahtelik insanı isyan ettirir!.. Bununla resim mi yapılır!” Sonra fırçanın ucunu hummalı bir ivedilikle boya yığınlarına daldırıyordu; bu öyle hızlı oluyordu ki, Paskalya yortusunda “O filii” duasını çalan sanatçı bile parmaklarını orgun tuşları üzerinde belki o denli hızla koşturamazdı. Porbus’le Poussin, tablonun biri bir yanına, biri bir yanına geçmiş, derin, mutlak bir dikkatle seyrediyorlardı. Yaşlı adam onlara dönmeden:
– Görüyor musun, delikanlı, diyordu, görüyor musun? Fırçayla üç dört kez dokunmak, biraz mavi cilâ sürmek yetti; azizenin başının çevresinde hava esmeye başladı; zavallı! O ağır hava içinde kuşkusuz boğuluyordu! Bak şu örtüye, şimdi nasıl dalgalanıyor! Onu kaldıran hafif bir yel olduğu nasıl da belli! Eskiden sanki kolalanmış, iğnelerle tutturulmuş bir beze benziyordu. Farkında mısın? Göğsünün üzerine vurduğum atlas parlaklığı bir kız teninin tombul yumuşaklığını ne güzel gösteriyor! Koyu kırmızıyla yanık toprak renginin karıştırılmasından çıkan renk nasıl sıcaklık verdi! Demin o koca gölgenin kurşun rengi soğukluğunda kanı donmuş gibiydi. Delikanlı, delikanlı, bu benim gösterdiğimi sana hiçbir öğretmen öğretmez. Yüzlere yaşam vermenin gizini yalnızca Mabuse bilirdi; Mabuse bir tek öğrenci yetiştirdi, o da benim. Benim öğrencim olmadı; bundan sonra da olmaz; yaşlandım artık. Sen akıllıya benziyorsun, bu gösterebildiğimden ötesini kendin sezer, bulursun. Garip yaşlı adam söyleniyor, hem de tablonun her yanına dokunuyor, şuraya iki fırça, buraya bir fırça vuruyordu; hepsi de öylesine yerinde oluyordu ki, sanki yeni bir tablo ortaya çıktı, hem de ışıklar içinde bir tablo. Öyle tutkulu bir ateşle çalışıyordu ki çıplak alnında ter damlaları belirdi. İvedi ivedi, düzensiz, sinirli devinimlerle çalışmasını sürdürüyordu. Genç Poussin, ”Bu adamın içinde bir şeytan var sanki! Zorla ellerini yakalıyor, asıl o çalışıyor’,’ diye düşündü. Yaşlı adamın gözlerindeki o doğaüstü parlaklık, sanki bir dirençten doğan titremeler, delikanlının o düşüncesine bir gerçeklik veriyordu; böyle şeyler de bir gencin düşlemine pek işler. Yaşlı adam, “Paf paf, paf! Bak, delikanlı, bu iş nasıl düzenine konuyor! Haydi, benim fırçam! Şu buz gibi renkleri bir ısıtıver! Hadi, hadi canım! Pon, pon pon!” diye söyleniyor, demin bir yaşam eksikliği bulduğunu söylediği yerlere bir sıcaklık veriyor, biraz boya sürerek özyapı farklarını ortadan kaldırıyor, ateşli bir Mısır kadını için gereken renk birliğine eriyordu.
– Görüyor musun delikanlı, asıl sayılan son fırça darbesidir. Porbus yüz fırça vurmuş, ben bir tek vuruyorum. Altta ne varmış, o kimsenin umurunda değildir. Bunu iyi bil. Sonunda o şeytan durdu, hayranlıklarından hiç sesleri çıkmayan Porbus’le Poussin’e dönerek:
– Daha benim Kavgacı Güzel ayarında değil, ama doğrusu insan böyle bir yapıta imzasını atabilir, dedi. Kalkıp bir ayna aldı, resme bir kez de aynadan baktı, sonra:
– Evet, dedi, böyle bir yapıta ben de imza atabilirim… Haydi, şimdi gidip karnımızı doyuralım. İkiniz de bana gelin. Evde isli jambonla iyi bir şarabım var. Zamanın kötülüğüne bakmaz, resim sözü ederiz! Biz, resim sözü edebilecek insanlarız. Nicolas Poussin’in omzuna vurarak ekledi:
– Aferin! dedi, eli işlek delikanlıymışsın! Sonra, Normandiya’dan gelen o delikanlının sırtındaki giysinin eskiliğine bakıp kemerinden meşin bir kese çekti, açıp karıştırdı, çıkardığı iki altını uzatıp:
– Sat bana demin yaptığın resmi, dedi. Genç ressam bütün yoksullar gibi gururlu olduğundan, bu söz üzerine titreyip kızarmıştı; Porbus onun bu durumunu görünce:
– Al, al, dedi. Onun dağarcığındaki para, iki kıralı tutsaklıktan kurtarır. Üçü de işlikten indiler, sanattan konuşa konuşa yürüyüp Saint-Michel Köprüsü yakınlarında ahşap bir eve vardılar. Poussin dışarda evin süslerine, oymalarına, kapısının tokmağına, pencerelerinin çerçevelerine hayran olmuştu; içeriye, basık tavanlı geniş bir odaya girince de baktı, ocakta ateş gürül gürül yanıyor, sofraya türlü nefis yemekler dizilmiş… Asıl güzeli, o sofrada dilleri tatlı, gönülleri temiz iki büyük sanat adamıyla birlikte oturacaktı. Bir tablonun önünde, ağzı açık, öyle duraklamıştı. Porbus:
– Bu resme öyle çok bakmaya gelmez, delikanlı, dedi, sonra kendinizden umudunuz kesilir. O resim Mabuse’ün, kendisini hapse attırıp uzun zaman bıraktırmayan alacaklıların elinden kurtulmak için yaptığı “Hazret-i Adem” adlı tabloydu; o yüzde öyle bir canlılık, öyle bir gerçeklik gücü vardı ki, Nicolas Poussin ona baktıkça yaşlı adamın deminki karışık sözlerle asıl ne demek istediğini anlamaya başlamıştı. Adam da o tabloya beğenerek bakıyordu ama öyle bir coşkunluk göstermiyordu, ”Ben daha da iyisini yaptım” der gibi bir hali vardı.

*http://www.cafrande.org/?p=8862

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz