“SEN DE BİLİYORSUN, TANRIM, HERKES KENDİNİ DÜŞÜNÜR” ÇOCUKLUĞUM – GORKİ

Tespihböceği evde rutubetin olduğunu gösterir; tahtakurusu varsa, duvarlar temiz değil demektir; bit sağlıksız insana gelir… Hepsi tamam! Ama hamamböceklerinin içinde nasıl bir güç vardır, görevi nedir, bilen yok!”

Kalın bir yorgana sıkı sıkı sarınmış, geniş bir karyolada yatıyordum. Yere diz çökmüş büyükannemin, bir eli kalbinin üzerinde, ötekiyle arada bir ağır ağır haç çıkararak dua edişini dinliyordum.

Dışarıda sert bir soğuk vardı; ayın yeşilimsi ışığı pencerenin dantel gibi buz tutmuş camlarından süzülerek içeri doluyor, büyükannemin kocaman burunlu, sevimli yüzüne vuruyor, siyah gözlerini fosforlu bir ateşle yakıyordu. İpek başörtüsü saçlarını örttükten sonra siyah, dövme demir bir giysi gibi parlayarak omuzlarından aşağı dökülüyor, yere kadar uzanıyordu.

Büyükannem duasını bitirdikten sonra başörtüsünü sessizce çıkarıyor, özenle katlayıp köşedeki sandığın üzerine koyuyor, yanıma geliyor, ama ben derin uykudaymışım gibi yapıyorum.

Mırıldanıyor büyükannem:
“Biliyorum, numara yapıyorsun, sahtekâr! Uyumuyorsun, değil mi? Evet, uyumuyorsun, şeytan şey! Hadi, ver bana şu yorganı!”
Büyük bir hazla gülümsememi tutamıyorum; o zaman yükseltiyor sesini büyükannem:
“Aaa! İhtiyar büyükannesiyle nasıl dalga geçiyor, görüyor musunuz!”
Yorganı ucundan yakalıyor, büyük bir ustalıkla öyle hızlı asılıyor ki, bir an yatakta havalanıyorum. Birkaç kez döndükten sonra yumuşak yatağa düşüyorum, büyükannem kahkahalarla gülüyor.
“Ne oldu, yaramaz çocuk? Olacağı buydu işte!”
Ama kimi zaman duası çok uzun sürüyordu, gerçekten uykuya dalıyordum, onun yattığını duymuyordum bile.

Genelde üzüntülü, kavgalı, tartışmalı günlerin gecelerinde uzun süre dua ediyordu büyükannem. O zaman dualarını dinlemek çok hoş oluyordu. Büyükannem evde olan biten her şeyi Tanrı’ya ayrıntılarıyla anlatıyordu. Kocaman bedeniyle diz çökmüş, sapasağlam bir tepe gibi dimdik duruyor, önce pek anlaşılamayan bir şeyler fısıldıyor, sonra kalın, gür sesiyle devam ediyordu:
“Sen de biliyorsun, Tanrım, herkes kendini düşünür, büyük oğlum Mihaylo’nun kentte kalması gerekiyor, nehrin karşısına geçmeyi kendine yakıştıramıyor… Orası yeni, bilinmeyen bir yer. Öyle olsa bile ne çıkar bundan… Babamız da Yakov’u daha çok seviyor. İnsanın çocukları arasında ayırım yapması yakışır mı? İnatçı ihtiyar… Biraz akıllandırsan şu ihtiyarı sen, Tanrım…”
Parlak, iri gözleriyle koyu ikonalara bakarak öneride bulunuyordu Tanrısı’na:
“Çocuklarına nasıl davranması gerektiğini öğrenmesi için iyi bir rüya gönder ona, Tanrım!”
Haç çıkarıyor, yere secde ediyor, geniş alnını döşemeye koyuyor, sonra tekrar doğruluyor, konuşmasını ikna edici bir sesle sürdürüyordu:
“Varvara’ya karşı birazcık yumuşak olsaydın! Sana karşı başkalarından daha büyük ne gibi bir günah işledi? Genç, sağlıklı bir kadın acılar içinde yaşıyor. Hem unutma ki, Tanrım, Grigori’nin gözleri gittikçe bozuluyor. Bu gidişle adamcağız sonunda kör olacak, körler için zordur hayat! Grigori kulun bütün hayatını dede için harcadı, bakalım şimdi yardım edecek mi ona dede… Ah Tanrım, ah…”
Pek uysal, derin bir uykuya dalmış, öyle donup kalmış gibi başı önünde, kollarını sarkıtmış, uzun süre susuyordu.

Neden sonra hatırlayıp kaşlarını kaldırıyordu. “Başka ne vardı? Bütün Ortodoksları koru; beni, bu günahkâr kulunu affet… Biliyorsun: Bilerek değil, aptallığımdan günah işliyorum.”
Ve derinden bir göğüs geçirdikten sonra yumuşak, hoşnut bir sesle ekliyordu:
“Her şeyi biliyorsun sen, Tanrım, her şeyi…”
Büyükannemin ona öylesine yakın Tanrısı’yla konuşmasından çok hoşlanıyordum. Sık sık yalvarıyordum ona:
“Tanrı’yı anlatsana bana büyükanne!”
Gözlerini kapayıp kesinlikle oturarak sözcükleri tuhaf bir biçimde uzatarak pek sakin, pek ciddi, anlatıyordu. Arada bir hafifçe doğrulup tekrar oturuyor, kocaman başına başörtüsünü örtüyor, ben uyuyuncaya kadar anlatıyor, anlatıyordu:
“Tanrı, Cennet çayırının ortasında, bir tepede, yemyeşil ıhlamur ağaçlarının altında yakut taşından tahtında oturuyor. Bu ıhlamurlar yıl boyu çiçek açarlar. Cennet’te kış da, sonbahar da yoktur, çiçekler hiç solmaz, Tanrı’nın kullarını mutlu etmek için devamlı açarlar. Melekleri ise yağan kar taneleri ya da oğul vermiş arılar gibi durmadan dönerler Tanrı’nın çevresinde. Beyaz güvercinler gibi gökyüzünden yere iner, sonra tekrar gökyüzüne yükselerek bizimle, insanlarla ilgili bilgi verirler Tanrı’ya. Orada senin de, benim de, dedenin de, herkesin bir meleği vardır; Tanrı kulları arasında ayrım yapmaz. Şimdi senin meleğin gidip şöyle diyecektir Tanrı’ya: ‘Aleksey dedesine dilini çıkardı!’ Tanrı kararını verecektir: ‘Öyleyse, ihtiyar dedesi kırbaçlasın onu!’ Her şeye, herkesin nasıl cezalandırılacağına ya da sevindirileceğine o karar verir. Tanrı’nın her şeyi iyidir, melekler neşelenirler, kanatlarını çırparlar, durmadan şarkı söylerler ona: ‘Şükürler olsun sana, Tanrım, şükürler olsun!’ Sevgili Tanrımız da onlara yalnızca gülümser… İstedikleri şey olmaktadır!”
Büyükannem kendi de gülümsüyordu, başını sallıyordu.
“Peki, büyükanne, sen gördün mü bütün bunları?”
Dalgın, cevap veriyordu büyükannem:
“Görmedim, ama öyle olduğunu biliyorum!”
Tanrı’dan, Cennet’ten, meleklerden bahsederken sanki küçülüyor, pek munis oluyordu büyükannem, yüzü gençleşiyor, dolu dolu gözlerinde sıcak bir ışık oluyordu. Gür, atlas gibi saç örgülerini tutup boynuma doluyor, kıpırdamadan, onun bitmek tükenmek bilmeyen, hiçbir zaman beni sıkmayan masallarını dinliyordum.
“İnsanoğlu Tanrı’yı göremez, o anda gözleri kör olur; yalnızca azizler gözleri açık olarak, bakabilirler ona. Ama melek gördüğüm oldu. Yüreğin temiz olduğunda melekler görünürler sana. Bir sabah ayininden sonra kilisede kalmıştım, ayakta duruyordum; baktım, sunakta duman gibi şeffaf iki şey var, arkalarında her şey görünüyordu, ışık gibi parlaktılar, yerlere kadar uzanan dantel gibi, tülbent gibi kanatları vardı. Mihrabın çevresinde dolanıyorlar, yaşlı Peder İlya’ya yardım ediyorlardı: Peder bitkin kollarını kaldırarak Tanrı’ya dua ediyor, onlar kaldıramadığı kollarını dirseklerinden tutup yukarıda tutuyorlardı. Çok yaşlıydı Peder İlya, gözleri de çok az görüyordu. Yürürken her şeye çarpıyordu. O sabahtan birkaç gün sonra da öldü. Ben onları öyle görünce sevincimden göklere uçtum, yüreğim sızlıyor, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. Ah, ne mutluydum o anda! Ah, Alekseyciğim, güvercinim benim, çok iyidir Tanrım, yeryüzünde de, gökyüzünde de onun her şeyi çok iyidir…”
“Yani bizim evde de mi?”
Büyükannem haç çıkarıp cevap verdi:
“Büyük Tanrı’ma şükürler olsun… Her şeyimiz iyidir!”
Onun bu dediği şaşırttı beni: Evde her şeyin iyi olduğunu söylemek çok zordu çünkü. Oysa bana evde hayat giderek daha zorlaşıyor gibi geliyordu. Bir gün Mihaylo dayımın odasının önünden geçerken Natalya yengemin beyazlar içinde, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, alçak sesle, ama tuhaf bir biçimde bağırarak odanın içinde dört döndüğünü görmüştüm:
“Tanrım, kurtar beni bu evden, bir yerlere götür…”
Onun Tanrı’ya bu yakarışını anlıyordum, Grigori şöyle homurdandığında onu da anlıyordum:
“Kör olacağım, sokağa atacaklar beni, o zaman çok daha iyi olacak…”
Onun bir an önce kör olmasını, onu evden kovmalarını istiyordum, birlikte giderdik. Söylemiştim ona bunu; gülümsemişti usta, bana şöyle cevap vermişti:
“Tamam, gideriz! Ben de kentte herkese, senin atölye sahibi Vasiliy Kaşirin’in kızından torunu olduğunu anlatırım! Çok etkileyici olacaktır…”
Birçok kez görmüştüm: Natalya yengemin gözlerinin altı mosmordu, sarı yüzünde dudakları şişmişti.
Çok kez sormuştum büyükanneme:
“Dayım dövüyor mu onu?”
İçini çekerek şöyle demişti büyükannem:
“Gizliden dövüyor, alçak! Deden dövmemesini söylüyor, ama o dinlemiyor, geceleri dövüyor. Çok zalimdir… Natalya da aptalın teki…”
Heyecana kapılıp anlatıyordu büyükannem:
“Ama gene de şimdi, eskiden olduğu kadar dövmüyor! Dişlerine, kulaklarına vuruyor, bir dakika boyunca saçlarına asılıyor, oysa eskiden saatlerce döverdi! Bir keresinde deden yortudan bir gün önce sabah ayininden akşama kadar dövmüştü beni. Yoruluyor, durup dinlendikten sonra tekrar başlıyordu… Kırbaçla, eline ne geçerse, vuruyordu…”
“Neden?”
“Hatırlamıyorum. Bir başka gün de öldüresiye dövdü beni, tam beş gün yemek vermedi. Az kaldı, açlıktan ölecektim… Bir başka zaman da…”
Büyükannemin anlattıkları şaşırtıyordu beni: Dedemden iki kat iriydi büyükannem, dedemin gücüyle onu alt etmesi inanılacak gibi değildi.
“Senden kuvvetli mi yoksa?”
“Değil, üstelik ihtiyar. Ama kocam! Tanrı’ya karşı benden sorumlu, bana da katlanmam emredilmiş…”
Büyükannemin ikonaların üzerindeki tozları silişini, örtülerini temizleyişini görmek hem ilginç, hem hoştu. İkonalar incili, gümüşlü süslemeleriyle, renkli taşlardan taçlarıyla pek değerliydi. Bir ikonayı dikkatle eline alıyor, gülümseyerek ona bakıyor, sevgiyle şöyle diyordu:
“Ne güzel bir yüz bu!..”
Haç çıkararak öpüyordu ikonayı.
“Aman ne çok tozlanmış, islenmiş…” diyordu. “Aman velinimetimiz, iyiliksever, Kutsal Anamız bizim! Baksana, Aleksey, güvercinim benim, ne zarif bir resim, yumuşacık… Her şeyi yerli yerinde. On İki Yortu var bunda, orta yerinde de çok iyi yürekli kutsal Fedorovskaya Anamız… Bu da, ‘Ağlama Anam, tabut başında’ ikonası…”
Kimi zaman onun ikonalarla, kuzinimin, sesi soluğu pek çıkmayan Katerina’nın bebekleriyle oynadığı gibi oynadığını düşünüyordum.
Çoğu zaman, tek tek veya bir arada cinler gördüğü olmuş.
“Büyük Yortu’da bir gece Rudolf’un evinin önünden geçiyordum. Mehtaplı, güzel bir geceydi, birden baktım: Çatıda bacanın yanında kocaman, simsiyah tüylü bir tanesi boynuzlu kafasını bacaya sokmuş, burnundan sesli sesli soluk alarak kokluyor… Bir yandan koklarken bir yandan da kuyruğunu sallıyor, çatıya vuruyor… Ona doğru haç çıkararak şöyle dedim: ‘Umarım parçalar seni!’ O anda sessiz bir çığlık attı, çatıdan paldır küldür aşağıya, avluya yuvarlandı, parçalandı! Besbelli, o gece Rudolflar etli, sütlü bir şey pişiriyorlardı, o da gelmiş, büyük bir iştahla kokluyordu…”
Gülüyordum, cinin çatıdan paldır küldür nasıl yuvarlandığını getiriyordum gözümün önüne. Büyükannem de gülüyordu, şöyle diyordu:
“Cinler tıpkı küçük çocuklar gibi oyunu, yaramazlık etmeyi çok severler! Bak işte, bir gün banyoyu temizliyordum, vakit gece yarısını geçmişti; taş banyo sobasının kapağı birden ardına kadar açıldı, hamamböceği gibi küçük küçük, kırmızılı, yeşilli, siyahlı bir sürüsü dışarı döküldü. Dışarı çıkacağım, adımımı atabileceğim yer yok. Cinlerin arasında kalmıştım, banyonun her yerinde onlar vardı, kıpırdayamıyordum, ayaklarımın altında dolaşıyorlardı, sarmışlardı beni! Hepsi kedi yavruları gibi tüylü, yumuşak, sıcaktı; yalnız, arka ayaklarının üzerinde yürüyorlardı. Oldukları yerde dönüyor, hoplayıp zıplıyor, fare dişlerini, yeşil gözlerini gösteriyor, boynuzlarını oynatıyor, küçük kafalarını kaldırıyor, domuz kuyruğu gibi kuyruklarını sallıyorlardı… Aman Tanrım! O anda kendimden geçmişim! Kendime geldiğimde mum sönmek üzereydi, leğenin suyu soğumuş, temizlediğim yerler tekrar pislenmişti. Tanrı cezanızı versin, e mi, diye beddua ettim.”
Gözlerimi kapayıp banyo sobasının açılan kapağından tüylü, renk renk yaratıkların sürüyle nasıl dışarı döküldüğünü, daracık banyoyu nasıl doldurduğunu, mumu üfleyip nasıl söndürdüklerini, kırmızı dillerini nasıl dışarı çıkardıklarını görür gibi oluyordum. Hem komikti bu, hem dehşet verici. Büyükannem başını sallayarak bir dakika kadar sessiz duruyor, sonra tekrar heyecanla anlatmaya başlıyordu:
“Çok gördüm o Tanrı’nın belalarını… Gene fırtınalı bir kış gecesiydi. Dyukov Vadisi’nden geçiyordum. Hatırlıyorsundur Dyukov Vadisi’ni. Hani anlatmıştım sana, Yakov dayın ile Mihaylo dayın buzda bir deliğe itip boğmak istemişlerdi babanı. İşte, oradan geçiyordum. Tam aşağıya doğru iniyordum ki, vadiden bir ıslık sesi, bir haykırış geldi! Baktım, kara yağız üç atın koşulu olduğu kızağım hızlandı. Kırmızı kalpaklı iriyarı bir cin sürücü yerinde dimdik oturuyor, atları kamçılıyor… Oradan kızakla aşağı yol yoktu, oysa, kızak havuza doğru, bir kar bulutu içinde uçarcasına iniyordu. Kızakta bir sürü cin daha vardı. Islık çalıyor, naralar atıyor, kalpaklarını sallıyorlardı. Kara yağız atlar koşulu yedi kızak daha, itfaiye kızakları gibi hep birlikte aşağıya doğru iniyorduk. Her kızakta analarının babalarının lanetlediği insanlar vardı. Cinler böyle insanları çok severler, onlarla birlikte gezer, eğlenir, geceleri kendi bayramlarına götürürler onları. Böylece ben de bir cin düğününü görmüş oldum…”
Büyükannemin anlattıklarına inanmamak olanaksızdı: Öylesine sade, inanarak anlatıyordu.
Ama Meryem Ana’nın yeryüzü acılarının üzerinde dolaşmasını, haydut “Prens”e İncil’i ayaklar altına almamasını, Rus insanını soymamasını nasihat etmesini anlatan masalı özellikle çok güzel anlatıyordu. Aziz Aleksey’le, savaşçı İvan’ı anlatan masalı da; bilge Vasilisa’nın, köy papazı Kozla’nın hikâyelerini de; Vali Marfa’nın, köylü kadın Usto’nun, haydut atamanların, Mısırlı günahkâr Maria’nın, bir eşkıyanın üzgün annesinin başından geçenleri de aynı güzellikte anlatıyordu. Sayılamayacak kadar çok masal, hikâye, şiir biliyordu.

İnsanlardan, dedemden, Şeytanlardan, her türlü kötü ruhtan korkmadığı kadar siyah hamamböceğinden korkuyor, onlardan elinden geldiğince uzak duruyordu. Bazen gece fısıldayarak uyandırıyordu beni:
“Alekseyciğim, yavrucuğum, bir hamamböceği dolaşıyor şurada, İsa aşkına ayağınla ez onu!”
Uykulu uykulu, mumu yakıyordum, karyoladan inip düşman hamamböceğini aramaya başlıyordum, ama hemen bulamıyordum onu, bazen hiç bulamıyordum.
“Burada hamamböceği yok,” diyordum.
Ama büyükannem, yorganı başına çekmiş, neredeyse yalvarıyordu bana:
“Hayır, var! Ne olur, iyi ara, yalvarıyorum, iyi ara! Orada, biliyorum…”
Hiç yanılmıyordu. Karyoladan uzakta bir yerlerde buluyordum hamamböceğini.
“Öldürdün mü? Neyse, Tanrı’ya şükür! Teşekkür ederim…”
Ve başından yorganı çekip rahatlamış gibi derin bir soluk alıyor, gülümsüyordu.
Böceği bulamamışsam uyuyamıyordu. Gecenin ölüm sessizliğinde en küçük bir hışırtı olunca zangır zangır titremeye başladığını hissediyordum. Soluğunu tutup fısıldadığını işitiyordum:
“Şu anda kapının eşiğinin yanındaydı… Sandığın altına girdi…”
“Hamamböceklerinden neden korkuyorsun, büyükanne?”
Mantıklı cevap veriyordu:
“Ne işe yaradıklarını bilmiyorum… Siyah siyah dolaşıp duruyorlar ortalarda. Tanrı her canlıya bir görev vermiş: Tespihböceği evde rutubetin olduğunu gösterir; tahtakurusu varsa, duvarlar temiz değil demektir; bit sağlıksız insana gelir… Hepsi tamam! Ama bu hayvanın içinde nasıl bir güç vardır, görevi nedir, bilen yok!”
Bir gün yere diz çökmüş, Tanrı’yla sinirli sinirli sohbet ederken, dedem kapıyı açıp odaya girdi, kısık bir sesle şöyle dedi:
“Aman, anacığım, Tanrı cezamızı verdi… Yanıyoruz!”
Büyükannem ayağa fırlayarak haykırdı:
“Ne diyorsun sen!”
Ve karanlıkta ikisi birlikte büyük odaya koştular.
Büyükannem sert, kararlı bir sesle emrediyordu:
“Yevgenya, ikonaları topla! Natalya, çocukları giydir!”
Bu arada dedem sessiz sessiz uluyordu:
“Uuu…”
Ben mutfağa koştum, avluya açılan pencere altın gibi parlıyordu. Yerlerde akan, kayan sarı lekeler vardı; yalınayak Yakov dayım, çizmelerini giymeye çalışırken, tabanları yanıyormuş gibi zıplayarak bağırıyordu:
“Mihaylo’nun işi bu, o yakıp kaçtı!”
Büyükannem onu kapıya doğru iterek, “Hoşt, köpek!” dedi, öyle bir itti ki, az kaldı kapıdan dışarı yuvarlanacaktı dayım.
Buz tutmuş camdan, atölyenin çatısının yanmakta olduğu görünüyordu, açık kapısından alevler dönerek dışarı taşıyordu. Alevlerin kırmızı renkleri sakin gecede dumansız yükseliyordu; ancak çok yukarılarda, gümüş rengi Samanyolu’nun görünmesine engel olmayan koyu bir duman vardı. Kar koyu kırmızı parlıyor; binaların duvarları yangına, alevlerin atölye duvarında eğri, kırmızı, geniş yarıklar açarak neşeyle oynaştığı avlunun kızgın bölgesine yöneliyor gibi titriyor, sallanıyorlardı. Alevler atölyenin çatısının kuru tahtalarını sarıyor, kil çamurdan yapılma ince baca kırmızı, altın rengi lavlar arasında dimdik duruyor, tütüyordu. Çıtırtı sesi, ipeksi bir hışırtı gibi çarpıyordu camlara. Yangın giderek büyüyordu. Alevlerin aydınlattığı atölye kiliselerde ikona dolabı gibi ışıl ışıldı, her şeyi acımasızca kendine çekiyordu.

Ben başıma ağır bir gocuk almış, ayaklarıma, kimin bilmiyorum, çizmelerini geçirmiş, taşlığa çıkmıştım. Ateşin parlak oyununu seyrediyordum. Dedemin, Grigori’nin, dayımın kulakları sağır eden haykırışları, yangının çıtırtıları şaşırtmıştı beni. Büyükannemin yaptıkları ise dehşete düşürmüştü: Başına boş bir çuval geçirip bedenine bir un çuvalını sarmış, doğrudan ateşe koşmuş, şöyle bağırarak alevlerin arasına dalmıştı:
“Sülfat, aptallar, sülfat! Patlayacak sülfat…”
Dedem bağırıyordu:
“Grigori, tut onu! Ah, düştü…”
Ama bu arada büyükannem iki büklüm, öne uzattığı ellerinde kova kadar bir sülfat yağı şişesiyle, dumanlar tüterek, başını sallayarak çıkmıştı atölyenin kapısından. Hırıldayarak öksürerek bağırıyordu:
“Babacığım, atı dışarı çıkar! Üstümdekini çıkarın… Yanıyorum, görüyorsunuz!…”
Grigori, tutuşmuş çuvalı çıkarıp aldı büyükannemin omuzlarından. Koştu, büyük bir telaşla atölyenin kapısından içeri kürek kürek kar atmaya başladı. Dayım onun yanında elinde baltayla bir şeyler yapıyordu; dedem büyükannemin çevresinde, ona kar atarak dört dönüyordu. Büyükannem şişeyi bir kar tümseğinin içine soktuktan sonra avlu kapısına koştu, kapıyı açtı, kapıdan girenlere, öne eğilerek şöyle diyordu:
“Ambarımızı kurtarın, komşular, yardım edin! Yangın ambarımıza, samanlığımıza sıçrayacak, her şeyimiz yanıp kül olacak, sizinkilere de atlayacak! Çatıyı kaldırın, samanı bahçeye indirin! Grigori, sen yukarı çık, aşağıda ne yapıyorsun! Yakov, telaşlanma, komşulara balta ver! Komşular, birlikte çalışın, Tanrı yardımcınız olsun!”
Benim için yangını olduğu kadar, büyükannemi izlemek de ilginçti. Sanki sürekli ona vuran ateşin ışığı içinde simsiyah, avluda bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor, her yere yetişiyor, her şeyi görüyordu.
Şarap, onu tutmaya çalışan dedemi sarsarak, şaha kalkıp çıktı avluya. Ateşin ışığı vurunca iri gözleri kıpkırmızı parladı. Huysuzlandı, ön ayaklarını gerdi. Dedem yularını bırakıp geri çekildi, bağırdı:
“Anacığım, dikkat et!”
Büyükannem şaha kalkan atın önünde durdu, haç çıkardı. At acıklı acıklı kişnedi, alevlere bakarak büyükanneme doğru eğildi.
Büyükannem atın boynunu okşarken yularını tutup kalın sesiyle, “Korkma!” dedi. “Seni bu ateşin içinde bırakır mıyım sandın! Ah benim fareciğim…”
Büyükannemin üç katı irilikte farecik, onun arkasından pek uysal, avlu kapısına doğru soluyarak yürürken dönüp dönüp onun kırmızı yüzüne bakıyordu.
Dadı Yevgenya sarıp sarmaladığı, hüngür hüngür ağlayan çocukları avluya çıkardı. Bağırıyordu:
“Vasiliy Vasiliç, Aleksey hiçbir yerde yok…”
Dedem kolunu sallayarak karşılık verdi ona.
“İçeri götür çocukları, içeri götür!”
Dadı beni de götürmemesi için hemen taşlık merdiveninin altına saklanmıştım.
Bu arada atölyenin çatısı aşağı indirilmişti. Yukarıda yalnızca, dumanlar içinde gökyüzüne doğru dimdik yükselen parlak korlu, ince kirişler kalmıştı. Binanın içinde yeşil, mavi, kırmızı alevler uğuldayarak, çatırdayarak dönüyordu; tutuşmuş saman balyaları yukarıdan avluya, insanların üzerine düşüyordu, onlar da yanan balyaların üzerine küreklerle kar atıyorlardı. İçeride, alevlerin arasında kazanlar fokur fokur kaynıyordu, avluya yoğun buhar ve duman bulutları yükseliyordu, gözleri yakan tuhaf kokular yayılıyordu. Merdivenin altından çıkınca büyükannem gördü beni.
“Uzaklaş buradan!” diye bağırdı. “Ezileceksin, git buradan…”
Başında armalı bakır şapka olan bir atlı dörtnala girdi avluya. Kıratın ağzı köpük köpüktü. Adam elindeki kırbacı havaya kaldırarak gözdağı verircesine haykırdı:
“Dağılın!”
Çanlar neşeyle, telaşla çalıyordu, bayram vardı sanki. Büyükannem taşlığa doğru itiyordu beni:
“Kime söylüyorum ben? Çabuk git buradan!”
O anda onun sözünü dinlememek olmazdı. Mutfağa gittim, tekrar pencerenin camına yapıştım. Ama kalabalığın arasından ateşi göremiyordum. Kışlık siyah şapkaların, kasketlerin arasında yalnızca bakır miğferler parlıyordu.
Kısa zamanda bastırdılar ateşi, suyla söndürdüler, üzerini örttüler. Polis kalabalığı dağıttı, büyükannem mutfağa girdi.
“Kimdir oradaki? Gene sen mi? Uyuyamadın mı? Korktun mu? Korkma, her şey bitti artık…”
Yanıma oturdu, başını iki yana sallayarak bir süre sustu. Sakin gecenin, karanlığın tekrar geri gelmesi çok güzeldi. Ama yangına üzülüyordum.
Dedem geldi, kapının eşiğinde durup sordu:
“Anacığım?”
“Efendim?”
“Bir yerlerin yandı mı?”
“Önemli değil.”
Dedem kükürtlü bir kibrit yaktı. Kibritin mavi alevi, kokarca yüzüne benzeyen, kurumdan simsiyah olmuş yüzünü aydınlattı. Mumu yakıp masanın üzerine bıraktı, hiç acele etmeden gelip büyükannemin yanına oturdu.
Kendisi de kurumdan simsiyah olmuş, duman kokan büyükannem, “Yıkansan iyi edersin,” dedi.
Dedem içini çekti.
“Tanrım merhametlidir,” dedi, “yardım eder bize. Bir yol gösterir…”
Ve büyükannemin omzunu okşatıp dişlerini göstererek ekledi:
“Hemen, en kısa zamanda yardım edecektir!..”
Büyükannem de gülümsedi, bir şey söylemek istiyordu, ama dedem kaşlarını çattı.
“Grigori’den hesap sormalıyız! Onun ihmalinden oldu bu. Çok yoruldu adamcağız, bitkin düştü! Taşlıkta oturuyor, ağlıyor aptal… Yanına gitsen iyi edersin…”
Büyükannem kalktı, elini kaldırıp parmaklarına üfleyerek gitti.
Dedem, bana bakmadan, alçak sesle sordu:
“Başından sonuna kadar gördün mü yangını? Büyükannenin ne yaptığını, gördün, değil mi? İyidir kocakarı… Sağlamdır hani… Evet! Eh! Ve de…”
Öne eğildi, uzun süre sustu, sonra ayağa kalktı, mumun kurumunu parmağıyla alırken tekrar sordu:
“Korktun mu?”
“Hayır.”
“Korkacak bir şey yoktu zaten.”
Canı sıkkın bir tavırla gömleğini çıkardı, köşedeki lavaboya gitti, orada, karanlıkta ayağını yere vurup yüksek söylenmeye başladı:
“Aptallıktan başka bir şey değildir yangın çıkarmak! Yangın çıkaranı kentin meydanında kırbaçlayacaksın! Yangın çıkaran insan beyinsizin tekidir, hırsızdan farksızdır! Böyle yapsalar, bak bakalım bir daha yangın çıkaran olur mu!.. Hadi sen de git yat artık. Ne diye oturuyorsun?”
Çıktım mutfaktan. Ama uyuyamadım: Yatağa girer girmez, insan çığlığına benzemeyen korkunç bir çığlık duydum ve fırladım yataktan; tekrar mutfağa koştum. Dedem mutfağın ortasında çıplak, elinde mumla ayakta duruyordu. Mumun alevi titriyordu, dedem olduğu yerde ayaklarını döşemeye sürtüyor, homurdanıyordu:
“Anacığım, Yakov, neler oluyor?”
Sobanın üzerine atlayıp köşeye sindim. Yangında olduğu gibi, gene bir telaş başlamıştı evin içinde; tavanda, duvarlarda gergin, sürekli bir uğultu yankılanıyordu. Dedem, dayım afallamış gibi koşturuyorlardı, onları mutfaktan çıkarmaya çalışırken büyükannem çığlıklar atıyordu. Grigori, odunları büyük bir gürültüyle sobaya tıkıyor, dökme güğümlere su dolduruyor, başını sallayarak mutfağın içinde Astrahan devesi gibi dolaşıyordu…
Büyükannem emir veriyordu ona:
“Önce sobayı yak sen!”
Grigori çıra almak için koştu, karanlıkta ayağıma takılınca öfkeyle haykırdı:
“Kim var burada? Öf, korktum… Sen de olur olmaz yerde karşıma çıkıyorsun…”
“Ne oldu?” diye sordum.
Grigori sobanın üzerinden aşağı atlayıp gayet sakin, “Natalya Yengen doğuruyor,” dedi.
Annemin doğum yaparken öyle çığlıklar atmadığını hatırladım.
Grigori, güğümleri ateşe koyduktan sonra sobanın üstüne, yanıma geldi, kilden yapılmış piposunu cebinden çıkardı, bana gösterdi.
“Gözlerim için pipo içmeye başladım!” dedi. “Büyükanne tavsiye etti: ‘İç, bence gözlerine iyi gelecek,’ diyor.”
Sobanın kenarından bacaklarını sarkıtıp oturmuş; aşağı, mumun alevine bakıyordu. Yüzü, kulakları isten simsiyahtı, gömleği yandan yırtıktı, çemberler gibi geniş kaburgalarını görüyordum. Gözlüğünün bir camı kırılmış, neredeyse yarısı çerçevede yoktu ve o aradan, bir yara gibi ıslak, kırmızı gözü görünüyordu. Piposunu yaprak tütünle doldururken, doğum yapmakta olan yengemin çığlıklarına kulak veriyor, onun sarhoş kocasından söz ediyor, karışık bir şeyler mırıldanıyordu:
“Gene yanan büyükanne oldu. Bu durumda ne yapacak? Dönüp yengene bakan olmadı! Biliyor musun, korkusundan, daha yangının başında sancılanmıştı… Doğurmak işte böyle zor bir şeydir, bir de kadınlara saygı duymazlar! Şunu unutma: Kadınlara saygı duymak gerekir, yani annelere…”
Kargaşa, kapıların çarparak kapanmaları, Mihaylo dayımın sarhoş naraları arasında uykuya dalıyor, birden uyanıyordum. Tuhaf sözcükler duyuyordum:
“Çarın kapılarını açmak gerekir…”
“Kandil yağıyla rom verin kadıncağıza, yarım bardak yağ, yarım bardak rom ve bir kaşık kurum…”
Mihaylo dayım ısrarla yalvarıyordu:
“Bırakın, göreyim onu…”
Bacaklarını iki yana açmış, döşemede oturuyordu. Avuç içlerini döşemeye pat pat vurarak önüne tükürüyordu.
Omuzum çok ısınmıştı, aşağıya indim, dayımın yanından geçerken bacağımdan yakalayıp çekti beni. Düştüm, başımı vurdum.
“Aptal,” dedim ona.
Birden ayağa fırladı, tekrar yakaladı beni, sarsarak böğürdü:
“Sobaya çarparım seni…”
Kendime geldiğimde, büyük odada, ikonaların altında, dedemin kucağındaydım. Tavana bakarak kucağında sallıyordu beni, alçak sesle şöyle diyordu:
“Kimseye bağışlatamayız kendimizi…”
Onun başının üstünde, odanın ortasında masada parlak bir mum yanıyordu; pencereden ise sisli bir kış sabahı bakıyordu.
Üzerime eğilerek sordu dedem:
“Acıyor mu?”
Her yanım sızlıyordu. Başım ıslaktı, bedenim külçe gibiydi, ama bundan söz etmek istemiyordu canım, çevremde her şey öylesine garipti: Odada hemen her sandalyede tanımadığım birileri oturuyordu: Leylak rengi cüppeli, ak sakallı, gözlüklü bir papaz, asker kıyafetli birkaç kişi vardı. Hepsi kıpırdamadan, heykel gibi oturuyor, yakında bir yerde akan suyun şırıltısını dinliyorlardı. Yakov dayım pencerenin önünde, ellerini arkasına saklamış, dimdik ayakta duruyordu.
Dedem, “Al bunu, götür, uyusun…” diye seslendi ona.
Dayım parmağıyla işaret etti bana, parmaklarımın ucuna basarak büyükannemin odasının kapısına yürüdü. Karyolaya yattığımda fısıldadı bana:
“Yengen Natalya öldü…”
Bu hiç şaşırtmadı beni, zaten uzun zamandır ortalarda yoktu, mutfağa da yemeğe de gelmiyordu.
“Peki, büyükannem nerede?”
Dayım kolunu, “Boş ver,” der gibi sallayarak, “O da orada,” dedi.
Gene yalınayak, parmaklarının ucuna basarak gitti.
Karyolada, etrafa bakınarak yatıyordum. Pencerenin camlarına yüzünü dayamış, içeri bakan uzun, kır saçlı, bulanık yüzler vardı. Büyükannemin giysileri köşedeki sandığın üzerinde duvarda asılıydı, biliyordum bunu; ama şimdi orada canlı birisi gizleniyor, bekliyor gibi geliyordu bana. Başımı yastığın altına sokmuş, altından tek gözümle kapıya bakıyordum. Yataktan fırlayıp kaçmak istiyordum. Oda çok sıcaktı; Çingenecik can çekişirken, döşemede kan dere gibi akarken olduğu gibi ağır, bunaltıcı bir koku vardı. Yüreğimde, kafamın içinde bir şişkinlik büyüyordu sanki. Bu evde gördüğüm her şey, kışın sokaktan geçen bir yük arabasının uzaklaştığı, kaybolduğu gibi, içimde yok oluyordu.
Usulca açıldı odanın kapısı, büyükannem girdi, kapıyı omzuyla itip kapadı, sırtını kapıya dayadı ve kollarını sürekli yanan lambanın mavi ışığına uzatıp alçak, çocuksu bir sesle, acıklı, şöyle dedi:
“Kollarım, kollarım çok acıyor…”

Maksim Gorki
Kaynak: Çocukluğum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz