Bir gün sordum büyükanneme:
“Sen büyücü müsün, büyükanne?”
Gülümsedi büyükannem; düşünceli, hemen cevap verdi:
“Nereden çıkardın bunu? Büyücülük yapabilecek insan mıyım ben? Zor ilimdir büyü. Oysa benim okuma yazmam bile yok. Ama deden çok bilgilidir. Meryem Anamız bu hikmeti vermemiş bana.”
Sonra hayatının küçük bir bölümünü daha anlattı bana:
“Ben de yetim büyüdüm. Anacığım yoksul bir köylü kadındı. Sakattı. Genç kızken ürkütmüş onu efendisi. Korkusundan, gece pencereden atlarken, böğrünü kötü vurmuş, omzunu da incitmiş. Bu yüzden, en çok işe yarayan sağ kolu zayıf kalmış, kuruyup incelmiş. Oysa çok iyi dantel örermiş anacığım. Dolayısıyla efendisinin evinde gereksiz olmuş; serbest bırakmışlar onu. ‘Ne yaparsan yap…’ demişler. Tek kolla ne yapabilirdi? Dilencilik etmeye başlamış. O zamanlar insanlar şimdi olduğundan daha zenginmiş. Daha da iyiliksever… Çok güzel uzun, dantelli giysiler giyerlermiş, pek şık dolaşırlarmış! Güzün ya da kışın onunla, anacığımla birlikte kentte dolaşmaya çıktığımızda Arhangel Gavrilo kılıcını bir sallar, kışı kovar, ilkbahar oluverirdi…
Böylece istediğimiz yere gidebilirdik. Murov’a giderdik, Yuryevts’e giderdik, Volga’dan yukarı, sakin Oka’ya giderdik. İlkbaharda da, yazın da kent kent dolaşmak çok güzeldir. Toprak okşar seni, çimenler kadife gibi yumuşacıktır. Kutsal Meryem Anamız, tarlaları çiçeklerle donatmıştır, için bir hoş olur, yüreğin genişler! Yeşil gözlerini kapayıp bazen şarkı söylerdi anacığım. Sesi pek güçlü değildi, ama güzeldi. O şarkı söylerken çevrede her şey uykuya dalmış gibi susar, onu dinlerdi. İsa’nın sayesinde hayat çok güzeldi! Ama ben dokuz yaşımı doldurunca annem beni yanında dolaştırarak dilenmekten utanır oldu, Balahna’ya yerleştik. Orada ev ev dolaşarak dilenmeye başladı, hafta sonlarında da kilise kapılarında oturup sadaka topluyordu. Ben evde oturup dantel örmeyi öğreniyordum. Anneme yardım edebilmek için bir an önce dantel işlemeyi öğrenmek için çalışıyordum. Bazen bir şeyi beceremeyince ağlıyordum. İki yıldan biraz daha uzun bir sürede işi öğrendim, kentte kim iyi dantel ördürmek istiyorsa hemen onun evine koşuyordum. Hadi bakalım, Akulinacığım, güzel bir dantel ör bize, diyorlardı. Sevincimden göklere uçuyor, bayram ediyordum! Elbette, benim ustalığım değildi bu, annem öğretmişti bana her şeyi! Tek elle bir şey yapamasa da, neyin nasıl yapılacağını bana anlatabiliyordu. İyi yol gösteren on çalışandan iyidir, derler… Yaptığım işten ben de gurur duyuyordum. ‘Anacığım, dilenmeyi bırak, bundan böyle ben bakabilirim sana!’ diyordum. Şöyle cevap veriyordu: ‘Sus, şunu bil ki, kazandığın para senin çeyizin için biriktirilecek.’ O arada da deden çıktı ortaya. Yaman bir delikanlıydı. Yirmi iki yaşındaydı ve mavnalarda çalışıyordu! Annesi gelip baktı bana: İşim gücüm vardı, yoksuldum, öyleyse uysal bir karı olurdum… Anası hinoğlu hin, sert bir kadındı, adını anmak istemem… Kötü insanları anmaya değmez! Tanrı görür onları, Şeytanlar ise sever!”
Annesini anlatırken içtenlikle gülüyordu büyükannem, burnu gülünç bir biçimde titriyor, gözlerinin dalgın, aydınlık bakışı beni okşuyordu. Bunlar sözcüklerden daha çok şey anlatıyordu bana.
Dostoyevski: Dilenciler özgürlük uğruna her şeye -açlığa ve soğuğa- katlanıyorlar
Hatırlıyorum, sakin bir akşamdı. Dedemin odasında büyükannemle çay içiyorduk. Dedem hastaydı. Üzerinde gömlek yoktu, omuzlarına uzun bir havlu almış, yatağında oturuyordu. Çok terliyor, durmadan terini siliyor, sık ve hırıltılı soluyordu. Yeşil gözleri donuktu, yüzü şişmiş, morarmıştı; en çok da küçük, sivri kulakları mordu. Çay fincanına uzandığında eli acıklı bir biçimde titriyordu. Çok yumuşamıştı, eski dedeme hiç benzemiyordu.
Şımarık bir çocuğun kaprisli ses tonuyla soruyordu büyükanneme:
“Şeker vermeyecek misin bana?”
Büyükannem yumuşak, ama kararlı, cevap veriyordu:
“Bal koy çayına, senin için öylesi daha iyi!”
Dedem derinden bir soluk alıyor, kaynar çayı hırıltılı, ama aceleyle içerken, “İyi bak bana, ölmeyeyim!” diyordu.
“Korkma, bakarım.”
“Sahi! Şimdi ölsem her şey boşa gidecek!”
“Konuşma artık, sessiz yat, yattığın yerde!”
Dedem gözlerini kapayıp kararmış dudaklarını şapırdatarak bir dakika susuyor, birden, bir yerine iğne batmış gibi silkiniyor, yüksek sesle şöyle diyordu:
“Yakov ile Mihaylo’yu bir an önce evlendirmemiz gerekiyor. Bakarsın, yeni karıları ile çocukları yola getirir onları…. Ne dersin?”
Ve kentte kimlerin evlenilebilecek uygun kızları olduğunu anlatıyordu. Büyükannem bir şey söylemiyor, fincan fincan çay içerken susuyordu. Ben pencerenin önünde oturuyordum, akşamın kentin üzerine çöküşünü, evlerin pencere camlarının kırmızı, parladığını izliyordum. Bir hatamdan ötürü dedem avluya da, bahçeye de çıkmamı yasaklamıştı.
Bahçede, söğütlerin çevresinde böcekler uğuldayarak uçuşuyor, bitişik avluda bir fıçı ustası çalışıyor, yakınlarda bir yerde bıçak biliyorlardı. Bahçenin aşağısında, vadide çocuklar sık çalıların arasında koşturuyor, gürültülü oyunlar oynuyorlardı. Dışarı çıkmayı çok istiyordum, akşamın hüznü çökmüştü yüreğime.
Dedem birden, nereden bulduysa, yeni bir kitap aldı eline, kitaba avuç içiyle pat pat vurarak yanına çağırdı beni:
“Buraya gel, haylaz çocuk! Yanıma otur. Şu işaretin ne olduğunu biliyor musun? Bu A’dır. Söyle, A… B… V… Bu nedir?”
“B.”
“Tamam! Peki bu?
“V.”
“Saçmalıyorsun, bu A! Dikkat et, nedir bu?”
“D.”
“Tamam, bildin! Ya bu?”
“G.”
“Güzel! Peki bu?”
“A.”
Büyükannem araya girdi.
“Sen rahat yatsana, babacığım…”
“Sen karışma, sus! Benim için böylesi daha iyi, yoksa bir sürü şey geliyor aklıma. Hadi, devam, Aleksey!”
Dedem çok sıcak, terli elini boynuma doladı, elini omzumun üzerinden uzatıp burnumun dibine getirdiği kitapta parmağıyla harfleri göstermeye başladı. Ondan kesif bir sirke, ter ve pişmiş soğan kokusu geliyordu burnuma; zor soluk alıyordum… ama o heyecanlıydı, hırıltılı sesiyle kulağıma bağırıyordu:
“Z… L…”
Harfleri tanıyordum, ama Slav alfabesine uymuyorlardı. “Z” başka bir harfe, “Ç”ye, benziyordu “G” ise sanki kamburlaşmıştı, “Y” de büyükannemle ben yan yanaymışız gibiydi. Dedem ise bu harflerin hepsindeydi sanki. Harfleri sırasız, karışık biçimde uzun süre sordu bana. Onun heyecanı bana da geçmişti, terlemeye başlamıştım, avazım çıktığınca bağırıyordum. Benim böyle bağırmama gülüyordu, göğsünü tutarak öksürüyor, kitabı ezip büzerek hırıltılı sesiyle büyükanneme şöyle diyordu:
“Anacığım, görüyor musun, ne çabuk öğrendi, değil mi? Ah şu Astrahan sıtması, ne diye öyle bağırıp duruyorsun?”
“Siz de bağırıyorsunuz…”
Onu da, büyükannemi de böyle görmek çok hoşuma gidiyordu. Büyükannem masaya yaslanmış, yumruğunu yanağına dayamış, bize bakıyor, hafiften gülerek şöyle diyordu:
“Evet, kendinizi paralıyorsunuz…”
Dedem dostça açıkladı bana:
“Ben bağırıyorum, çünkü hastayım, peki sana ne oluyor?”
Sonra büyükanneme döndü, ıslak başını sallayarak, “Toprağı bol olsun Natalya anlayamamış bu çocuğu, belleği zayıf, diyordu; oysa, Tanrı’ya şükür, at hafızası var bunda! Hadi, devam et, kargaburun!”
Sonunda şakayla tekmeleyerek karyoladan aşağı attı beni.
“Becereceksin! Kitabı al. Yarın bütün alfabeyi hatasız okuyacaksın bana, ona karşılık ben de sana bir beş kapiklik vereceğim…”
Kitabı almak için elimi uzattığımda gene kendine çekti beni, pek üzgün, “Anan dünyada yalnız bırakıp gitti seni, yavrum…” dedi.
Büyükannem şöyle bir silkindi:
“Ah be, babacığım, neden böyle şeyler söylüyorsun çocuğa?..”
“Söylemek istemezdim, ama içim sızlıyor… Kızım nasıl yaptı böyle bir şeyi …”
Birden itti beni dedem.
“Hadi git dolaş biraz! Sokağa çıkayım deme sakın, avluda, bahçede dolaşabilirsin…”
Benim istediğim de bahçeye çıkmaktı zaten: Ben oraya gidip yamacın başında görününce aşağıdaki çocuklar taş atmaya başladılar bana, ben de büyük bir hazla, aynı şekilde karşılık veriyordum onlara.
Bir yandan aceleyle taş toplayarak silahlanırlarken, bir yandan da bana bakıp bağırıyorlardı:
“Sümsük geldi! Gösterelim ona gününü!”
“Sümsük”ün ne anlama geldiğini bilmiyordum ve bu söz gururuma dokunmuyordu. Ama karşımdaki çok sayıda çocuğu püskürtmek, ustaca attığım bir taşın düşmanı kaçırttığını, çalılara saklanmak zorunda bıraktığını görmek pek hoşuma gidiyordu. Bu savaşlar haince yapılmıyor ve hemen hemen her zaman kimse incinmeden bitiyordu.
Alfabe çalışmalarım benim için kolaydı. Dedem şimdi bana karşı daha dikkatliydi; ayrıca (bana göre, daha öncesinde olduğundan daha sık kamçılaması gerekse de), şimdi daha seyrek kamçılıyordu beni. Büyüdüğüm, daha hareketli, daha atak olduğum için, dedemin kurallarını çok daha sık bozuyordum, ama o cezalandırmıyordu beni, yalnızca küfürler ediyor, üzerime yürüyordu.
Önceleri beni belki de boşuna kırbaçladığını düşünüyordum, bir gün söyledim ona bunu.
Çenemi yumuşakça tutup başımı kaldırdı, göz kırparak, “Ne diyorsun sen?” dedi.
Sonra gülerek şöyle ekledi:
“Ah, bilmiş şey! Ne kadar kırbaçlamam gerektiğini sen nereden bileceksin? Benden başka kim bilebilir bunu? Hadi, yürü bakalım!”
Ama omuzlarımdan tuttu, tekrar baktı gözlerimin içine, sordu:
“Çok kurnaz mısın sen, yoksa saf mı, hı?”
“Bilmiyorum…”
“Bilmiyor musun? Öyleyse ben söyleyeyim sana: Kurnaz ol, öylesi daha iyi… Saflık ise aptallıktır, anladın mı beni? Koyun saftır. Unutma bunu! Hadi, git dolaş biraz…”
Kısa bir süre sonra Zebur’u bölüm bölüm okuyabiliyordum. Hemen her gün akşam çayından sonra Zebur çalışıyordum.
Okuma çubuğunu sayfa üzerinde gezdirerek okuyordum:
“Bu –insan-az-ya; yaşa-sın on-lar mut-lu; bi-zim-erkek– mutlu …”
Canım sıkılıyordu, soruyordum:
“Mutlu erkek… Yakov dayım mı oluyor bu?”
Dedem kısık sesiyle, öfkeyle, “Şimdi indireceğim ensene…” diyordu. “Mutlu erkek kimmiş, anlayamıyor musun?”
Ama ben onun, yalnızca eskiden kalma alışkanlığıyla, öyle gerektiği için, öfkelendiğini hissediyordum.
Ve hemen hiç yanılmıyordum: Dedem bir dakika sonra besbelli, beni unutup homurdanıyordu:
“Oyunda, şarkılarda Kral Davud gibi, ama işe gelince kindar Abşalom!4 Şarkıcı, konuşmacı, maskara… Ah, sizler!.. ‘Oyunda pek neşeli tepinenler’, bakalım daha ne kadar tepinebileceksiniz?.. Az kaldı, az!..”
Ben okumayı bırakıyor, dedemi dinlerken onun asık, endişeli yüzüne bakıyordum. Gözlerini kırpıştırarak başımın üzerinden bir yerlere bakıyordu. Hüzünlü, sıcak bir duygunun parıltısı oluyordu gözlerinde ve ben dedemin her zamanki katılığının o anda erimekte olduğunu hissediyordum. İnce parmaklarıyla masada tıkır tıkır trampet çalıyor, boyalı tırnakları parlıyor, altın rengi kaşları kıpırdıyordu.
“Dede!”
“Ne var?”
“Bir şeyler anlatın bana.”
Dedem, uykudan yeni uyanmış gibi parmaklarıyla gözlerini ovuşturarak homurdanıyordu:
“Sen okumana bak, tembel çocuk! Masal dinlemeye bayılıyorsun, ama Zebur okumaya gelince, yoksun…”
Ama ben onun kendisinin de Zebur’dan çok masalları sevdiğinden şüpheleniyordum. Zebur’un hemen bütününü ezbere biliyor, yatmadan önce her gece, kiliselerde papazların dua kitabı okudukları gibi, oturarak, sesli, Zebur okuyordu.
Israrla yalvarıyordum ona, yavaş yavaş yumuşuyordu yaşlı adam, sonunda pes ediyordu.
“Pekâlâ! Nasıl olsa bu Zebur hep sende kalacak; ben yakında Tanrı’nın huzuruna çıkacağım…”
Sırtını eski karyolanın koyun postu kaplı başlığına yaslayıp iyice dayandıktan sonra başını arkaya atıyor, tavana bakıyor (sakin, düşünceli) eskileri, babasını anlatmaya başlıyordu: Günün birinde haydutlar tüccar Zayev’i soymak için Balahna’yı basmışlar, dedemin babası kilisenin çanını çalmak için kiliseye koşmuş, ama haydutlar yakalamışlar onu, kılıçlarla doğrayıp çan kulesinden aşağı atmışlar. Anlatıyordu dedem:
“O zamanlar küçük bir çocuktum. Bu olayı görmedim, hatırlamıyorum. Kendimi Fransızların zamanından, on iki yılında5 hatırlıyorum. O sıralar on iki yaşındaydım. Bizim oraya, Balahna’ya otuz Fransız esir asker göndermişlerdi. Hepsi yoksul, zavallı insanlardı. Üstlerinde başlarında yoktu, dilenci gibiydiler, titriyorlardı, soğuktan donanlar vardı, hiçbirinin ayakta duracak hali yoktu. Köylüler öldüresiye dövmek istiyorlardı onları, ama muhafızlar engel oluyorlardı, askerler koruyordu onları, köylüleri evlerine kovalıyorlardı. Ama bir süre sonra ortalık düzeldi, köylüler alıştı onlara. Fransızlar uyanık, anlayışlı insanlardı… Hatta neşeli… Arada bir şarkı bile söylüyorlardı. Nijni’den beyler troykalara binip esirleri görmeye geliyorlardı. Gelenlerin bazıları Fransızlara küfür ediyor, yumruklarını göstererek gözdağı veriyorlardı. Esirlerle onların dilinde güzel güzel konuşanlar da vardı; para, sıcak yemek falan bile veriyorlardı onlara. Ama beylerden yaşlı biri ellerini yüzüne kapayıp ağlamaya bile başlamıştı. ‘Sonunda o cani Bonaparte mahvetti Fransızları!’ diyordu. Rus insanını görüyorsun işte, bir bey, ama iyi yürekli bir bey bile başka milletin insanı için üzülüyordu…”
Dedem gözlerini kapayıp avuç içleriyle saçlarını düzeltiyor, bir dakika kadar sustuktan sonra geçmişi, eski günleri methederek anlatmayı sürdürüyordu:
“Kıştı, dışarıda kar fırtınası uğulduyordu, evin içi buz gibiydi, Fransızlar kimi zaman penceremize geliyorlardı, annem ekmek pişirip satıyordu onlara. Cama vurup sesleniyor, soğukta zıplayarak ekmek istiyorlardı. Annem içeri almıyordu onları, pencereden sıcak ekmekleri uzatıyordu. Fransızlar sıcak ekmeği kaptıkları gibi koyunlarına, doğrudan kalplerinin üzerine, çıplak bedenlerine sokuyorlardı. O sıcağa nasıl dayanıyorlardı, anlamak mümkün değildi! Çoğu soğuktan ölüyordu. Ülkemize sıcak yerlerden gelmişlerdi çünkü, soğuğa dayanamıyorlardı. Bizim dışarıdaki banyoda iki kişi kalıyordu. Bir subayla, onun emir eri Miron. Subay çok zayıf, uzun boyluydu. Bir deri bir kemikti; üzerinde, kadın mantosuna benzeyen, dizlerine kadar uzun bir şey vardı. Çok cana yakın, sarhoş biriydi. Annem gizliden bira yapıp satıyordu ona. Bol bol bira içip sarhoş oluyor, şarkılar söylüyordu. Dilimizi de biraz öğrenmişti. Kimi zaman şöyle mırıldanıyordu: ‘Sizin memleket beyaz değil… siyah, kötü olmak!’ Güzel konuşamıyordu, ama ne dediği anlaşılıyordu. Dediği doğruydu da: Bizim oralar, Volga’nın yukarıları pek hoş değildir, aşağılara indikçe güzelleşir, ılık olur. Hazar Denizi’ne indiğinizde ise oralara kar hemen hiç yağmaz. Buna inanabilirsin: İncil’de de, diğer din kitaplarında da, Zebur’da bile kardan, kıştan hiç bahsedilmez. İsa o ülkede yaşadı işte… Zebur’u bitirdikten sonra seninle İncil’i okumaya başlayacağız.”
Dedem, uykuya dalmış gibi tekrar susuyordu. Bir şey düşünüyor, ufak, keskin bakışlı gözlerini kısıp pencereden dışarı bakıyordu.
Sessizce uyarıyordum onu:
“Devam et…”
İrkilip anlatmaya başlıyordu:
“Evet, ne anlatıyordum, galiba Fransızları anlatıyordum sana!.. Onlar da bizim gibi insanlardı. Bazen anneme sesleniyorlardı: Madam, madam! Galiba ‘hanım, hanımefendiciğim’ demek oluyordu bu. Hanımefendi dedikleri, uncu dükkânına gidiyor, beş pud6 ağırlığında un çuvalını sırtlayıp getiriyordu. Erkek gibi güçlüydü annem. Yirmi yaşıma kadar pek kolay, saçımdan tutup çevirirdi beni; oysa yirmi yaşındayken hiç de fena sayılmazdım. Emir eri Miron atları çok seviyordu: Her evin avlusuna gidiyor, işaretle, atı temizlemesi için ona vermelerini istiyordu! Önce korkuyorlardı ondan. Ata bir zarar vereceğini, zira düşman olduğunu düşünüyorlardı. Daha sonra köylüler, atı temizlemesi için kendileri çağırıyorlardı onu: ‘Hayda, Miron!’ Gülümsüyordu Miron, ‘peki’ anlamına başını eğip koşuyordu. Saçları koyu sarıydı, hatta kızıla çalıyordu. Kargaburunlu, iri dudaklıydı. Atlara çok iyi bakıyor, hastalandıklarında onları tedavi ediyordu. Daha sonra Nijni’de baytarlık etmeye başladı, ama aklını yitirdi, bir gün itfaiyeciler öldüresiye dövdüler onu. Subay ise bahara doğru iyice erimeye başladı, bir bahar gününde sessiz sedasız öldü: Banyomuzda, düşüncelere dalmış, pencerenin önünde oturuyormuş, orada ruhunu teslim etmiş… Çok üzüldüm onun öldüğüne, arkasından sessiz sessiz ağladım bile. Çok iyi biriydi, kulaklarımdan tutar, tatlı tatlı, anlayamadığım bir şeyler anlatırdı bana! İnsan sevgisini pazardan satın alamazsın. Bana kendi dilini öğretmeye başlamıştı, ama annem yasakladı, hatta papaza götürdü beni. Papaz kırbaçlanmamı söyledi, subayı da şikâyet etti. O zamanlar hayat zordu, oğlum; umarım, sen öyle şeyler yaşamazsın, ama sen daha başka zorluklar yaşayacaksın, unutma bu sözümü! Ben böyle şeyler yaşadım işte…”
Hava kararıyordu. Karanlıkta dedem tuhaf bir biçimde irileşmişti sanki. Gözleri kedigözleri gibi parlıyordu. Her şeyi alçak sesle, dikkatli, düşünerek anlatıyordu, ama kendisiyle ilgili konuşurken heyecanlanıyor, çabuk çabuk, övünerek konuşuyordu. Kendinden söz etmesinden, beni sürekli uyarmasından hazzetmiyordum:
“Unutma bunu! Hatırla!”
Anlattığı çoğu şeyi hatırlamak istemiyordum, ama dedemin bu uyarıları olmasa da, anlattığı her şey duyarlı belleğime kıymık gibi batıyordu. Hiç masal anlatmıyordu, anlattıklarının hepsi yaşanmış olaylardı, soru sormamdan hoşlanmadığının da farkındaydım. Bu yüzden, ısrarla sorular soruyordum ona:
“Peki, hangisi daha iyi, Fransızlar mı, Ruslar mı?”
Öfkeyle homurdanıyordu dedem:
“Nasıl bilebilirsin bunu? Fransızların kendi evlerinde nasıl olduklarını görmedim ki…”
Arkasından ekliyordu:
“Kendi ininde kokarca bile iyidir…”
“Peki, Ruslar da mı?”
“Öyle olsa gerek. Toprak sahibi soylular zamanında daha iyiydi; halk dövme demir gibiydi. Şimdi özgürlük var, ama ekmek de, tuz da yok! Elbette, şimdiki beyler merhametli değiller, buna karşılık çok daha akıllılar. Ne var ki, hepsi için aynı şey söylenemez. Ama bey iyiyse, insanın hoşuna gider bu! Ancak, bazı beyler çuval gibi salaktır; içine ne koyarlarsa, onu götürürler. Kabuk çoktur bizde; bakarsın, bir adamdır, ama sonra öğrenirsin ki, içi boştur, yalnızca bir kabuktur. Bizi eğitmek, aklımızı yontmak gerekir, gelgelelim, yontmak için bir aletimiz yoktur.”
“Ruslar güçlü müdür?”
“Güçlüleri vardır elbette, ama önemli olan güç değil, ustalık, maharettir. Sen istediğin kadar kuvvetli ol, at her zaman senden kuvvetlidir.”
“Peki, Fransızlar neden saldırdılar bize?”
“Savaş, Çarların bileceği şeydir, bizim aklımız ermez böyle şeylere!”
Ama Bonaparte’ın nasıl biri olduğu sorularıma dedem her zaman uzun uzun cevap veriyordu.
“Yaman biriydi, bütün insanların aynı biçimde yaşaması, beylerin, uşakların, hizmetçilerin olmaması, herkesin sade vatandaş olması için dünyayı eline geçirmek istiyordu: Sınıfsız bir dünya! Yalnızca isimler değişik olacaktı, ama haklar herkes için aynı! Din de aynı. Elbette, aptalca bir düşünceydi bu: Yalnızca yengeçler birbirinin aynıdır, ama balıklar çeşitli: Mersin balığı somon balığıyla dost değildir; çığa balığı ringa balığıyla arkadaşlık etmez. Bizde de öyle Bonaparte’lar çok oldu: Stepan Timofeyev Razin, Yemelyan İvanov Pugaçov… Ama onları daha sonra anlatırım sana…”
Bazen bir şey söylemeden, beni ilk kez görüyormuş gibi gözlerini iri iri açıp uzun uzun baktığı oluyordu yüzüme. Bu hoşuma gitmiyordu.
Ve hiçbir zaman bana babamdan, annemden söz etmiyordu.
Bu sohbetlerimiz sırasında büyükannem sık sık geliyordu yanımıza, bir köşeye sessizce çöküp söze karışmadan uzun süre orada öylece oturuyordu. Bir gün yumuşak, içten bir sesle birden şöyle sormuştu:
“Hatırlıyor musun, babacığım, seninle Murom’a ayine gidiyorduk… Ne güzel günlerdi? Hangi yıllardı?..”
Dedem bir an düşünüp ayrıntılı cevap vermişti.
“Tam bilemeyeceğim ama, kolera salgınından önceydi, ormanlarda Olonetsli avladıkları yıllardı…”
“Sahi! Ne çok korkuyorduk onlardan…
Olonetslilerin kimler olduğunu, ormanlarda ne için dolaştıklarını sordum, dedem pek istekli olmasa da, açıkladı bana:
“Köylülerdi bunlar, ama idam cezasından, fabrikalardan, işten kaçan köylüler.”
“Peki, nasıl yakalıyorlardı onları?”
“Nasıl mı? Çocukların oynadıkları gibi: Olonetsliler kaçıyor, ötekiler arayıp buluyorlardı onları, yakalayıp kırbaçlıyor, kamçılıyorlardı. Cezalandırıldıklarının belli olması için de burun deliklerini yırtıyor, alınlarına damga vuruyorlardı.”
“Ne için?”
“Bu da soru mu yani… Bilinmedik işlerdir bunlar, kimin suçlu olduğunu bilemezsin: Kaçan mıdır suçlu, yoksa yakalayan mı? Bunu biz bilemeyiz…”
Gene söze karıştı büyükannem:
“Hatırlıyor musun, babam, büyük yangından sonra nasıl…”
Her şeyde kesinliği seven dedem sordu:
“Hangi büyük yangından sonra?”
Geçmişe dalıp beni unuttular. Alçak sesle konuşuyorlardı, kimi zaman şarkı da söylüyorlardı, ama hastalıklardan, savaşlardan, insanların öldürülmesinden, acı ölümlerden, büyük sahtekârlıklardan, günahlardan, öfkeli beylerden söz eden hüzünlü şarkılar söylüyorlarmış gibi geliyordu bana.
Sessizce mırıldanıyordu dedem:
“Ne çok şey yaşadık, ne çok şey gördük!”
“Ama kötü mü yaşadık,” diyordu büyükannem. “Hatırla, ben Varvara’yı doğurduktan sonra ne güzel bir bahar başlamıştı!”
“Yıl 1848’di. Macaristan seferinin olduğu yıl. Vaftizden bir gün sonra vaftiz babası Tihon’u kovmuştuk…”
Büyükannem içini çekti.
“Bir daha da görmedik onu.”
“Evet, görmedik! O yıldan sonra Tanrı’nın nimetleri havuza akan su gibi dolmaya başladı evimize. Ah, Varvara…”
“Sen üzgünsün, babacığım…”
Dedem öfkelendi, kaşlarını çattı.
“Neden üzgün olacakmışım? Ne yandan bakarsan bak, çocuklarımız hayırlı evlatlar olmadılar. Emeklerimiz nereye gitti? Seninle sepetimizi doldurmayı düşünüyorduk, Tanrı bize elek verdi…”
Sesini yükseltmişti dedem; bir yeri yanıyormuş gibi ahlayıp puflayarak çocuklarına küfürler ederek büyükannemi tehdit ediyor gibi küçük, ince parmağını sallayarak odanın içinde bir aşağı bir yukarı koşar adımlarla dolaşıyordu.
“Kadın, çocukları sen yaptın böyle! Bir cadısın sen!”
Derin bir üzüntü içinde gözyaşları dökerek ikonaların bulunduğu köşeye çekiliyor; kuru, hırıltılı göğsünü yumrukluyordu:
“Tanrım, başkalarından daha günahkâr mıyım ben? Nedir suçum?”
Gözyaşlarıyla ıslak yanakları parlıyor, öfkeyle, çok üzgün, zangır zangır titriyordu.
Büyükannem karanlık bir köşede oturuyor, haç çıkarıyordu. Bir süre sonra usulca dedemin yanına gidiyor, yatıştırmaya çalışıyordu onu:
“Neden bu kadar üzüyorsun kendini? Ne yapacağını bilir Tanrı. Çoğu insanın çocukları bizimkilerden iyi mi sanıyorsun? Her babanın durumu seninki gibi: Tartışmalar, kavgalar, didişmeler… Her ana baba günahlarını gözyaşlarıyla siler, yalnız sen değilsin böyle olan…”
Büyükannemin bu sözleri kimi zaman yatıştırıyordu dedemi, bir şey söylemeden, bitkin, yatağına atıyordu kendini. Büyükannem ile ben sessizce tavan arasındaki odamıza çıkıyorduk.
Ama bir keresinde, büyükannem onu avutmak için yumuşak sözcükler söyleyerek yanına gittiğinde birden hızla döndü dedem, kolunu savurup büyükannemin yüzüne bir yumruk indirdi.
Büyükannem ayakta şöyle bir sallandı, elini dudaklarına götürdü, tuttu kendini, alçak sesle, sakin, şöyle dedi:
“Ah, aptal adam…”
Ve dedemin önüne yere kan tükürdü. Dedem kollarını havaya kaldırıp iki kez uluyor gibi bağırdı:
“Defol! Öldürürüm seni!”
Büyükannem kapıya yürürken, “Aptal adam!” diye tekrarladı.
Büyükannemin üzerine yürüdü dedem. Ama büyükannem gayet sakin, kapıdan çıktı, kapıyı onun yüzüne kapadı.
Dedem, yüzü kor gibi kıpkırmızı, parmaklarıyla kapının kolunu tırmalayarak söylendi:
“Pis kocakarı!”
Ben, gördüklerime inanamıyordum. Sobanın önündeki sedirde yarı ölü gibi oturuyordum. Dedem benim yanımda ilk kez vuruyordu büyükanneme ve çok iğrenç bir şeydi bu; dedemin kabullenemeyeceğim, içimi parçalayan bambaşka bir özelliğini açıyordu bana. Oysa o kapının koluna yapışmış, öylece ayakta duruyordu. Sanki üzeri külle kaplanıyor, grileşiyor, küçülüyordu…
Birden odanın orta yerine çıktım, yere diz çöktüm. Dik duramadım, öne eğilip elimle döşemeye tutunup hemen doğruldum, yumruğumu göğsüme vurdum:
“Ah Tanrım…”
Sıcacık sedirden buz gibi yere inmiştim, koşarak çıktım odadan. Yukarıda büyükannem odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken ağzını çalkalıyordu.
“Çok acıdı mı, büyükanne?”
Büyükannem köşeye gitti, ağzındaki suyu kovaya boşalttıktan sonra sakin, cevap verdi:
“Bir şey yok, dişlerim sağlam, yalnızca dudağım yarılmış.”
Pencereden dışarı bakarak ekledi:
“Kızınca çok kötü olur, yaşlandı artık, bir sürü sıkıntısı var… Hadi sen yat uyu, bunu düşünme…”
Bir şeyler daha soracak oldum büyükanneme, ama her zamankinin tersine, pek sert, bağırdı bana:
“Kime söylüyorum ben, yat diye? Duymadın mı?”
Dudağını emerek pencerenin önüne oturdu, sık sık mendiline tükürüyordu. Soyunurken ona bakıyordum. Pencerenin mavi karesi içinde, onun siyah başının üzerinde yıldızlar parlıyordu. Dışarısı sakindi, oda karanlık.
Yatağa girdiğimde yanıma geldi, yumuşakça okşadı başımı, “Hadi, güzel güzel uyu,” dedi, “ben dedenin yanına iniyorum… Sen üzülme benim için, yavrum; ne yaparsın, kabahat bende… Hadi, uyu sen!”
Öptü beni, gitti. Ama ben dayanılmaz derecede üzgündüm; geniş, yumuşak, sıcacık yataktan fırlayıp kalktım, pencereye gittim, aşağıda ıssız sokağa bakarak çok üzgün, öylece kaldım.
Maksim Gorki
Çocukluğum
Rusça Aslından Çeviren: Ergin Altay (Can Yayınları)
2. (Rus.) Kuru ekmek, arpa, buğday ya da çavdarla ve türlü meyvelerle yapılan mayalanmış şıra cinsinden içki.
3. Süt, krema ve yumurta sarısı ile yapılan mayhoş bir içecek.
4. Davud’un üçüncü oğlu. Kız kardeşi Tamar’ın namusu için üvey kardeşi Amnon’u öldürdü, sonra babasına karşı ayaklandı, yenilip kaçmaya çalışırken uzun saçları bir ağaca takıldı ve öldürüldü.
5. 1812’de Napoléon’un orduları Moskova’ya kadar gelmişti.
6. 16,3 kg. karşılığı eski bir Rus ağırlık ölçüsü.