Çocukluğum
Bir gün dedem sormuştu bana:
“Söyle bakalım Oleşka, bugün neler yaptın? Oynadın elbette! Alnındaki şişi görüyorum çünkü. İnsanın bir yerinin şişmesi iyi değildir! Peki, ‘Babamız’ duasını ezberledin mi?”
Yengem alçak sesle, “Ezberi kötü,” dedi.
Dedem koyu sarı kaşlarını kaldırarak gülümsedi. Neşeyle, “Öyleyse kırbaçlamak gerekir onu!” dedi.
Bana dönüp ekledi: “Baban kırbaçlıyor muydu seni?”
Onun neden söz ettiğini anlamadım, bir şey söylemedim. Benim yerime annem cevap verdi:
“Hayır, Maksim dövmezdi onu, dövmeyi bana da yasaklamıştı.”
“Neden?”
“Çocuk dövmekle terbiye olmaz,” derdi.
Dedem üzerine basarak öfkeli, mırıldandı:
“Senin, toprağı bol olsun Maksim’in aptalmış, Tanrı günahlarını affetsin!”
Onun bu dediğine gücendim. Dedem fark etti bunu.
“Ne o, dudaklarını şişirdin? Vay be…”
Altın rengi sarı saçlarını düzelttikten sonra ekledi:
“Oysa ben cumartesi günü Saşa’yı yüksüklü kırbaçlayacağım.”
“Nasıl kırbaçlamak oluyor bu?” diye sordum.
Herkes gülüştü, dedem, “Bekle, görürsün…” dedi.
Bir köşeye saklanıp düşünmeye başladım: Demek, boyaya verilecek giysilerin değişik renkli parçalarını sökecek.1 Öyleyse kırbaçlamak, dövmek, vurmak da öyle bir şey… Atlara, köpeklere, kedilere vururlar; Astrahan’da nöbetçiler İranlıları döverlerdi. Gördüm döverlerken. Ama, burada dayılarım çocukların alnına, ensesine vurduğunda çocuklar bunu pek olağan karşılıyor, yalnızca acıyan yerlerini ovuşturuyorlar, oysa hiç kimsenin küçük çocuklara vurduğunu görmemiştim. Zaman zaman soruyordum onlara:
“Acıyor mu?”
Her zaman kahramanca cevap veriyorlardı:
“Hayır, hiç acımıyor!”
Patırtılı yüksük olayını öğrenmiştim. Akşamları çaydan yemek saatine kadar dayılarım ile usta, boyanan kumaş parçalarını dikerek birleştiriyor, üzerlerine karton etiketler iliştiriyorlardı. Bir gün dayım Mihaylo, gözleri pek iyi görmeyen Grigori Usta’ya şaka yapmak için dokuz yaşındaki yeğenine ustanın yüksüğünü mumun alevinde kızdırmasını söyledi. Saşa, yüksüğü mumun kurumunu almak için kullanılan maşayla tutup alevin üzerinde iyice kızdırdı, hiç fark ettirmeden Grigori’nin yanına bıraktı, hemen gidip sobanın arkasına saklandı. Ama tam o anda dedem geldi, çalışmak için oturdu ve kızgın yüksüğü parmağına geçirdi.
Hatırlıyorum, gürültüye koşarak mutfağa girdiğimde dedem yanan parmaklarıyla kulağını tutuyor, komik bir biçimde zıplıyor, bağırıyordu:
“Hangi caninin işi bu?”
Mihaylo dayım masanın üzerine eğilmiş, eliyle yüksüğü öteye iterken bir yandan da üflüyordu ona. Usta sakin sakin dikmeyi sürdürüyordu. Kocaman dazlak kafasının üzerinde gölgeler dolaşıyordu. Koşarak Yakov dayım geldi, sobanın arkasına gizlenip orada sessiz sessiz gülmeye başladı. Büyükannem patates rendeliyordu.
Mihaylo dayım birden, “Saşa Yakov’un işi bu!” dedi.
Yakov dayım sobanın arkasından çıkıp, “Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı.
Ama oğlu bir köşede ağlıyor, bağırıyordu:
“İnanma, baba. Kendi yaptırdı bunu bana!”
Dayılarım birbirine küfür etmeye başladılar. Dedem yanan parmağına rendelenmiş patates koyup sakinleşmişti. Beni de alıp bir şey söylemeden çıktı.
Herkes Mihaylo dayımın suçlu olduğunu söylüyordu. Doğal olarak, çay içerken ilk işim dedeme, onu kırbaçlayıp kırbaçlamayacağını sormak oldu.
Dedem, gözucuyla bana bakarak homurdandı:
“Gerekir.”
Mihaylo dayım yumruğunu masaya indirip bağırdı anneme:
“Varvara, sustur şu eniğini, yoksa kafasını koparacağım!”
“Hele bir dokun ona…” dedi annem.
Herkes sustu.
Annem çok kısa, sözcükleriyle karşısındakini kendinden uzağa itiyormuş gibi konuşurdu. Püskürtürdü onu ve karşısındaki hemen sinerdi.
Annemden herkesin çekindiğini fark etmiştim. Dedem bile herkesle konuştuğu gibi değil, daha yumuşak, sakin konuşuyordu onunla. Bu hoşuma gidiyordu ve ben öteki çocukların karşısında övünüyordum bununla.
“Evde en güçlü benim annem!” diyordum.
İtiraz etmiyorlardı.
Ama cumartesi günü olanlar annemle ilişkimi bozdu.
Cumartesi gününden önce benim de suçlarım olmuştu.
En çok merak ettiğim, büyüklerin kumaşların rengini nasıl değiştirdiğiydi. Sarı bir kumaşı alıyor, siyah bir suya batırıyorlar, kumaş koyu mavi… “çivit rengi” oluyordu; griyi kırmızı suya batırıyorlardı, açık kırmızı… “bordo” oluyordu. Gerçekten de, anlaşılmaz bir şeydi bu…
Kendim de bir şeyi boyamayı çok istiyordum ve bu düşüncemi ağırbaşlı bir çocuk olan Saşa Yakovov’a açtım. Her zaman büyüklerin yanındaydı, herkes seviyordu onu, nasıl olursa olsun, herkese yardım etmeye hazırdı. Uslu, zeki bir çocuk olduğu için büyükler hep övüyorlardı onu; ama dedem biraz uzaktı ona ve şöyle diyordu:
“Dalkavuğun tekidir!”
Sıska, esmer, yengeç gibi patlak gözlü bir çocuktu Saşa Yakovov. Sözcükleri yutarak sakin, çabuk konuşur, her zaman, bir yere kaçıp saklanmak istiyor gibi bakınırdı. Kahverengi gözbebekleri hareketsizdi, ama heyecanlandığında gözaklarıyla birlikte titremeye başlıyordu.
Pek hoşlanmıyordum ondan. Ben daha çok, bakışları hüzünlü bir çocuk olan ağırbaşlı, pek hoş gülümseyen, sevimli annesine çok benzeyen, sakin duruşlu Saşa Mihaylov’u seviyordum. Dişleri çok çirkindi, ağzından dışarı taşmışlardı ve üstçenesinde iki sıra dişi vardı. Bu sürekli meşgul ediyordu onu; parmakları hep ağzındaydı, dişlerini sallıyor, arka sıradaki dişlerini çekip çıkarmaya çalışıyor, onlara dokunmak isteyen herkese uysalca izin veriyordu. Ama ilginç başka bir özellik göremiyordum onda. İnsan dolu evde o yapayalnızdı, gündüzleri yarı karanlık bir köşede, akşamları da pencerenin önünde oturmayı seviyordu. Onun yanında susmak çok güzeldi… Pencerenin önünde ona sokulup oturmak; Uspenski Kilisesi’nin altın kubbeleri üzerindeki, kargaların dönerek uçuştuğu, yükselip alçaldığı, ağır ağır kararmakta olan gökyüzünü siyah bir ağ gibi kapladıktan sonra havada ansızın bir boşluk bırakarak bir yerlere kaybolduğu kızıl gökyüzünü seyrederken yanında hiç konuşmadan susmak… O anda konuşmak gelmiyordu içimden, hoş bir özlem doluyordu göğsüme.
Yakov dayımın oğlu Saşa her konuda büyükler gibi uzun uzun, ağırbaşlı konuşabiliyordu. Kumaş boyamak istediğimi öğrenince, dolaptan kullanılmayan beyaz bir masa örtüsü almamı, maviye boyamamı söyledi. Pek ciddi bir tavırla şöyle dedi:
“En kolayı beyaz bir şeyi boyamaktır.”
Dolaptan geniş, ağır bir masa örtüsü aldım, koşarak avluya çıktım, ama masa örtüsünün ucunu tam “çivit boyanın” olduğu tekneye daldırmıştım ki, nereden çıktıysa, koşarak bir Çingene çocuk bitiverdi yanımda, kocaman elleriyle çekip aldı masa örtüsünü, holden ne yaptığımı izlemekte olan kuzenime seslendi:
“Çabuk, büyükanneyi çağır!”
Bana dönüp siyah saçları karmakarışık başını gözdağı verircesine sallayarak, “Bunun cezasını çekeceksin!” dedi.
Büyükannem koşarak geldi, ah vah etti, hatta bana komik bir biçimde sitem ederek ağlamaya bile başladı. Bir yandan da şöyle diyordu:
“Ah, yaramaz çocuk, bastıbacak! Anlaşılan, dayak istiyor senin canın!”
Sonra Çingene çocuğa döndü:
“Bak Vanya, sakın dedeye bir şey söyleyeyim deme! Ben gizli tutacağım bu işi, yoksa sonu kötü olur…”
Vanya ıslak ellerini renk renk boyalı önlüğüne kurulayarak, “Bana ne?” dedi. “Kimseye bir şey söylemem ben. Siz dikkat edin de Saşa gevezelik etmesin!”
Büyükannem beni eve götürürken, “Birkaç kuruş vereceğim ona, kimseye bir şey söylemez,” dedi.
Cumartesi ayininden önce biri mutfağa götürdü beni. Karanlıktı mutfak, sessizdi. Hatırlıyorum, holün, odaların kapıları sıkı sıkı kapalıydı; pencerenin dışında ise sonbahar akşamının gri sisi ve yağmurun şırıltısı vardı. Büyük Rus sobasının siyah kapağının önünde geniş bir iskemlede öfkeli, yüzü şimdi bambaşka, Çingene çocuk oturuyordu. Dedem köşede, leğenin yanında ayakta duruyor, su dolu bir kovadan uzun çubuklar çıkarıyor, onları ölçüyor, ıslık çalarak havada şöyle bir salladıktan sonra yan yana diziyordu. Büyükannem karanlıkta bir köşede dikiliyor, sesli sesli enfiye çekerek homurdanıyordu:
“Hoşuna gitti mi yaptığın… acımasız, kalpsiz çocuk…”
Saşa Yakovov mutfağın ortasında sandalyede oturuyor, yumruklarıyla gözlerini ovuşturuyor, kendi sesine hiç benzemeyen bir sesle, ihtiyar bir dilenci gibi uzatarak yalvarıyordu:
“İsa’nın hatırı için affedin beni…”
Mihaylo dayımın çocukları kardeş, kız kardeş, sandalyenin arkasında, dimdik, kıpırdamadan yanyana duruyorlardı.
Dedem uzun, ıslak bir çubuğu avucunda sıvazlayarak, “Önce kırbaçlayayım, sonra affedeceğim,” dedi. “Hadi, pantolonunu indir bakalım!..”
Gayet sakindi dedem. Ve mutfağın karanlığında, isli alçak tavanın altında sessizliği dedemin sesi de, gıcırdayan iskemlede çocuğun kıpırdanıp durması da, büyükannemin ayaklarını yere sürtmesi de… hiçbir şey bozamıyordu.
Saşa ayağa kalktı, pantolonunun düğmelerini çözdü, dizlerine kadar indirdi, elleriyle tutup eğildi, ayaklarını sürterek tahta sıraya yürüdü. Onun öyle yürüdüğünü görmek hiç hoş bir şey değildi. Bacaklarım titremeye başlamıştı.
Ama onun, tahta sıranın üzerine yüzükoyun, uslu uslu yatması daha da kötü etmişti beni. Vanya geniş bir havluyla onu koltuk altlarından, boynundan sıraya bağladı, üzerine eğilip siyah elleriyle bacaklarını ayak bileklerinden tuttu.
“Leksey,” diye seslendi dedem, “yaklaş!.. Kime söylüyorum?.. Bak bakalım, kırbaçlanmak nasıl oluyormuş… Bir!..”
Kolunu fazla kaldırmadan, çubuğu Saşa’nın çıplak bedenine indirdi. Bir çığlık attı Saşa.
Dedem, “Yalandan bağırma,” dedi, “o kadar acıtmamıştır! Ama şimdi bu daha çok acıtacak!”
Ve çubuğu öyle bir indirdi ki, yeri o anda kıpkırmızı oldu, orada kırmızı çizgi gibi bir şişlik oluştu, Saşa uzun uzun uludu.
Dedem, kolunu düzenli kaldırıp indirirken soruyordu:
“Hoş değil mi? Sevmedin mi? Bu, yüksük için!”
Dedem kolunu her kaldırdığında, onunla birlikte göğsümde her şey kalkıyor, indirdiğinde de iniyordu…
Saşa korkunç ince, iğrenç çığlıklar atıyordu:
“Bir daha yapmayacağım… Evet, masa örtüsünü ben söyledim ona… Evet, ben söyledim…”
Dedem, Zebur okuyor gibi sakin, şöyle diyordu:
“Gammazlık temize çıkarmaz seni! Gammaza ilk çubuk… Al sana, bu masa örtüsü için!”
Büyükannem bağırarak benim yanıma koştu.
“Alekseyciğime dokunamazsın! Vermem onu sana, canavar!”
Kapıyı tekmeliyor, sesleniyordu:
“Varvara, Varvaracığım!..”
Dedem onun üzerine yürüdü, yere devirdi onu, beni elinden aldı, tahta sıraya götürüyordu. Kucağında tepiniyor, koyu sarı sakalına asılıyor, parmağını ısırıyordum. O bağırıyor, beni kollarının arasında sıkıyordu. Sonunda yüzüme bir tokat atıp sıranın üzerine bıraktı beni. Vahşi haykırışını hatırlıyorum:
“Bağla onu! Öldüreceğim yaramazı!..”
Annemin bembeyaz yüzünü, iri gözlerini hatırlıyorum. Tahta sıranın çevresinde koşup duruyor, kısık bir sesle yalvarıyordu:
“Bırak babacığım, ne olur, bırak!.. Ver onu bana…”
Bilincimi yitirene kadar kırbaçladı beni dedem. Birkaç gün hasta yattım. Kırmızı bir lambanın hiç sönmediği, tek pencereli, küçük bir odada, köşede, içi ikona dolu bir dolabın önünde geniş, çok sıcak bir yatakta durmadan sağa sola dönerek yüzükoyun yattım.
Hasta olduğum günler hayatımın en muazzam günleriydi. O günler süresince sanırım çok büyüdüm, çok önemli bir şeyi hissettim. O günlerden sonra insanlara karşı endişeli bir duyarlılık vardı içimde; sanki yüreğimin üzerindeki deriyi almışlardı; kendime de, bir başkasına da her incinmeye, her acıya çok duyarlıydım artık.
En çok, annem ile büyükannemin tartışmaları etkiliyordu beni: Daracık odada iri, esmer büyükannem, annemin üzerine yürümüş; köşeye, ikonaların yanına çekmişti onu ve homurdanmıştı:
“Neden çekip almadın çocuğu, hı?”
“Korktum.”
“Oysa gücün kuvvetin yerinde! Utan, Varvara, utan! Ben yaşlı olduğum halde korkmuyorum! Utan!..”
“Bırak beni, anne, içim daralıyor…”
“Hayır, sevmiyorsun sen o çocuğu, babasız yavruna acımıyorsun!”
Annem yüksek sesle, tane tane konuşuyordu:
“Ben oldum olası babasızım!”
Daha sonra köşedeki sandığın üzerine oturup birlikte uzun uzun ağladılar. Annem şöyle dedi:
“Aleksey olmasaydı giderdim buradan, uzaklara giderdim. Bu cehennemde yaşamaya dayanamıyorum, anne! Gücüm yok buna…”
Büyükannem, “Canım benim, yavrum,” diye fısıldadı.
Hatırlıyorum: Annem güçsüzdü, herkes gibi o da korkuyordu dedemden. Yaşamak istemediği bu evden ayrılmasına engel bendim. Bu çok ağırdı benim için. Kısa bir süre sonra annem gerçekten gitti evden. Bir yerlere gitti, orada kaldı.
Hemen arkasından, hiç beklenmedik bir biçimde dedem geldi yanıma, karyolamın kenarına oturdu, soğuk, buz gibi eliyle başımı okşadı.
“Selam, aslanım… Söyle bakalım, kızdın mı bana?.. Durum nasıl?..”
Bir tekme atmak istiyordum ona, ama kıpırdayacak halim yoktu. Yüzü şimdi, daha da sarı görünüyordu. Başını huzursuz bir biçimde sallıyordu, parlayan gözleri duvarda bir şey arıyordu. Cebinden keçi biçiminde bir kurabiye, iki şeker, bir elma, bir salkım siyah üzüm çıkarıp hepsini yastığa, burnumun yanına koydu.
“Bak, sana bir şeyler getirdim!”
Eğilip alnımdan öptü; sonra, kuş tırnağı gibi eğri tırnaklarında sarı boyanın daha bir belirgin göründüğü küçük, sert eliyle başımı okşadı.
“Biraz hırpaladım seni, arkadaşım. Çok kızmıştım. Parmağımı ısırıyordun, tırmalıyordun beni, ben de kızdım işte! Biraz fazla acı çektin, ama olsun varsın, geçer! Şunu unutma: Yakın akraban bir büyüğünün seni dövmesi aşağılayıcı bir şey değil, bir derstir! Başkalarının dövmesine izin verme, kendi adamının dövmesi önemli değildir! Beni dövmediler mi sanıyorsun, Alekseyciğim? Gece rüyanda göremeyeceğin dayaklar yedim ben… O kadar çok ezdiler ki beni, ne çok ağladım… Tanrı biliyor! Peki sonuç ne oldu? Yoksul bir annenin yetim bir çocuğu olarak büyüdüm, hayatımı kazandım, bir atölyenin yöneticisiyim şimdi, emrimde insanlar var.”
Kuru, biçimli bedeniyle yanıma attı kendini; yerinde, anlamlı sözcükleri peş peşe kolayca, ustalıkla sıralayarak çocukluk yıllarını anlatmaya başladı.
Yeşil gözleri alev alevdi. Sarı saçlarını yüzüme değdirerek alçak sesle anlatıyordu:
“Bak işte, şimdi sen buraya gemiyle geldin, buhar getirdi seni… Oysa benim gençliğimde Volga boyunca mavnaları biz çekerdik. Mavna suda, biz kenarda, patron yüksek bir taşın üzerinde, güneşin doğmasından gece yarılarına kadar çekerdik! Kızgın güneş ensemizi yakardı, kafamız kızgın demir gibi olurdu… İki büklüm giderdik, giderdik, kemiklerimiz takırdardı. Önümüzü göremezdik, ter gözlerimizi kapardı, içimizden ağlardık, gözyaşları dökerdik, Alekseyciğim, sesimizi çıkaramazdık! Asılarak giderken, giderken birden kopardı kayış, yüzüstü yere kapaklanırdık. Bu bile hoşumuza giderdi; çünkü gücümüz tükenirdi, hiç olmazsa biraz dinlenirdik, biraz soluk alırdık… İşte, bağışlatıcı İsa’nın dünyasında böyle bir hayatımız vardı… Volga anamızı böylece Simbirsk’den Rıbinsk’e, Saratov’dan buraya, Astrahan’dan Makaryev’e, panayıra binlerce verstlik mesafeler yürüdük! Üçüncü yılda mavna başı oldum, patron gayretli, akıllı olduğumu görmüştü!..”
Dedem anlatıyor, anlattıkça önümde bir bulut gibi büyüyor, ufak tefek, kara kuru bir ihtiyardan masalsı güçlü bir insana dönüşüyordu. Hayalimde koca, gri mavnayı akıntıya karşı tek başına götürüyordu…
Arada bir karyoladan ayağa fırlıyor, elini kolunu sallayarak bana yedekçilerin kayışlara nasıl asıldıklarını, suyu nasıl pompaladıklarını gösteriyor; bas sesiyle birtakım şarkılar söylüyor, sonra çevik bir hareketle tekrar karyolaya uzanıyor; heyecan içinde, daha gür, daha kararlı bir sesle anlatmayı sürdürüyordu:
“Sonra, Alekseyciğim, bir yaz akşamı Jiguli’de yemyeşil bir dağın dibinde molada, istirahatte ateşimizi yakıyor, lapamızı pişiriyorduk, bu arada efkârlı bir kayıkçı, insanın yüreğini sızlatan duygulu bir şarkı söylemeye başlıyordu, herkes katılıyordu şarkıya… Üşüyor gibi oluyor, titriyorduk, atın şaha kalktığı gibi, Volga da coşuyor, sanki daha hızlı akmaya başlıyordu! Ve dertler, tasalar toz gibi dağılıp kayboluyordu. Şarkıya öylesine kendimizi bırakıyor, dalıp gidiyorduk ki, kazanda lapamız kaynıyor, bazen taşıyordu. ‘İstediğin kadar eğlen, ama işini ihmal etme!’ diyerek aşçının alnının orta yerine kepçeyi indirmemiz gerekiyordu…”
Birkaç kez kapıyı açıp çağırmışlardı dedemi, ama ben, “Gitme!” diye yalvarıyordum ona.
Gülümsüyordu dedem.
“Bekleyin…” diyor, kolunu sallayarak gelenleri geri çeviriyordu.
Akşama kadar anlattı ve benimle pek sevecen bir tavırla vedalaşıp gittiğinde, ben dedemin hiç de kötü, korkulacak biri olmadığını artık biliyordum. Ama beni öylesine acımasız kırbaçladığını düşündükçe de ağlayacak gibi oluyordum, unutamıyordum bunu.
Dedemin bu ziyareti herkese kapıları ardına kadar açmıştı; birileri sabahtan akşama kadar yanımda oturuyor, beni eğlendirmeye çalışıyordu. Hatırlıyorum, benim için bu her zaman eğlenceli olmuyordu. Herkesten sık büyükannem geliyordu yanıma. Benimle aynı karyolada uyuyordu bile. Ama o günlerin en parlak izlenimini Çingene bırakmıştı bende: Yapılı, geniş göğüslüydü; kıvırcık saçlı başı kocamandı. Bir akşamüzeri pek güzel giyinip geldi odama. Üzerinde altın rengi bir gömlek, pilili bir pantolon vardı. Gıcırdayan çizmeleri akordeon gibi kat kattı. Saçları parlıyordu, gür kaşlarının altından gözleri fıldır fıldırdı. Simsiyah çizgi gibi bıyığının altından bembeyaz dişleri görünüyordu. Sürekli yanan lambanın kırmızı ışığını yumuşakça yansıtan gömleği ateş gibi yanıyordu.
Kolunu dirseğine kadar sıyırıp ovuşturarak kırmızı yara izlerini gösterdi.
“Bak, şu yaralara! Daha da kötüydüler, şimdi biraz geçtiler. Düşünebiliyor musun: Dedenin çok öfkelendiğini, seni kırbaçladığını görünce bu kolumu uzattım önüne, çubuğun kırılmasını bekliyordum, ama çubuk koluma peş peşe inmeye başladı, bu arada büyükannen ya da annen alıp götürdü seni! Çubuk kırılmadı, esnekti, deden ıslatmıştı onu! Ama gene de az geldi sana çubuk, ne kadar az geldiğini görüyor musun? Küçük bir numara yaptım işte, kardeşim!..”
İpek gibi, yumuşak bir kahkaha attı, bir kez daha ovuşturdu şişmiş kolunu, gülerek ekledi:
“Sana öyle acımıştım ki, gırtlağımın kuruduğunu hissettim! Çok kötüydü! Çubuk durmadan iniyordu…”
At gibi burnundan sesli soluyup başını iki yana sallayarak durmadan anlatıyordu. Birden sade, çocuksu, yakın olmuştu bana.
Onu çok sevdiğimi söyledim; unutamayacağım içten bir cevap verdi:
“Ben de seni seviyorum, sevdiğim için o acıya katlandım! Başka birisi için yapar mıydım böyle bir şeyi? Dönüp bakmazdım bile…”
Sonra, ikide bir dönüp kapıya bakarak alçak sesle akıl vermeye başladı bana:
“Seni bir daha kırbaçlayacak olurlarsa, beni dinle, kendini kasma, bedenini serbest bırak, anlıyor musun? Kendini kasarsan daha çok acı duyarsın. Ama yumuşak olması için sen serbest bırak bedenini, pestil gibi öylece yat; hiç sıkma kendini, sadece soluk al, avazın çıktığınca bağır… bunu unutma, o zaman çok daha az acı duyarsın!”
Sordum ona:
“Bir daha kırbaçlayacak mıdır beni?”
Çingene çocuk gayet sakin, “Kırbaçlamaz olur mu!” dedi. “Elbette kırbaçlayacaktır! Sık sık yatıracaktır seni kırbaca…”
“Neden?”
“Deden öyle olmasını istediği için…”
Yeniden endişeli bir tavırla anlatmaya başladı:
“Çubuğu kaldırıp doğrudan indiriyorsa sakin, yumuşak, kıpırdamadan öylece yat; ama derini yüzmek için, indirdikten sonra çubuğu kendine doğru çekiyorsa, kıvrılarak bedenini çubuğa doğru götür, anlıyor musun beni? O zaman daha az acır!”
Siyah, şaşı gözünü kırparak ekledi:
“Bu konuda mahalle bekçisinden bile ustayımdır! Derimden istersen deri pantolon bile diktirebilirsin, o kadar serttir!”
Onun neşe okunan yüzüne bakıyor, büyükannemin anlattığı “Prens İvan”, “Salak İvancık” masallarını hatırlıyordum.
Maksim Gorki
Çocukluğum
Rusça Aslından Çeviren: Ergin Altay (Can Yayınları)
1. Söz oyunu yapılıyor. Rusçada parot sözcüğünün başka anlamları yanında “sökmek” ve “kırbaçlamak” anlamları da vardır.