Deneyim sayesinde ruhun atılımları ve taşkınlıklarıyla, kararlılık ve sebattan doğan bir davranış arasında büyük bir fark saptıyorum. Yapamayacağımız hiçbir şeyin olmadığını, birinin dediğine göre, tanrısallığı bile aşabileceğimizi iyice anlıyorum; zira kendine hâkim olmayı başarmak ve insanın aczine kararlılığı ve Tanrı’nın kesinliğini ortak etmek basitçe onun doğası bakımından bu şekilde olmaktan çok daha öte bir şeydir. Ama sadece sarsıntılarla meydana gelir bu. Geçmiş zamanın kahramanlarının yaşamlarında, bazen mucizevi ve doğal yetilerimizi öteden aşar gibi görünen çizgiler vardır; ama gerçekte bunlar ancak kısa belirtilerdir ve ruhun bunca yüce davranışlarla doyurulup beslenmesi zoruyla bunların sıradan ve doğal gibi görünmekle sonuçlanacağına inanmak güçtür. Gelişememiş insanlar olmamızla birlikte, bazen ruhumuzun alışıldık durumundan çok daha uzağa atıldığı kendi başımıza da gelir. Ama onu iten ve çalkalandıran, bir şekilde onu kendinden dışarıya taşıyan bir tür tutkudur; zira bir kez bu burgaçlar aşıldı mı, tam olmasa da en azından artık kendinden başkası olmayıncaya kadar onun gevşediğini ve doğal bir biçimde sakinliğine döndüğünü görüyoruz. O zaman öyle ki, her fırsatta, kayıp bir kuş ya da kırılan bardak konusunda kendimizi sıradan bir toplum dışı duygulanmaya teslim ederiz.
Sadece düzenlilik, ılımlılık, sağlamlık söz konusu olması dışında, her şeyin az yetenekli ve kusurlarla dolu bir insanın eriminde olduğu düşüncesindeyim.
Bu nedenledir ki bilgeler, bir insanı doğru bir biçimde yargılamak için onu başlıca sıradan hareketlerinde incelemek, günlük eylemlerinde gafil yakalamak gerektiğini söyler.
Cahilliğin üzerine pek ilginç bir bilim kuran Pyrrhon, tüm diğer gerçek filozoflar gibi yaşamıyla öğretisini bağdaştırmaya çalıştı. Ve insan yargısının çok zayıf bulup, ne bir yana ne diğer yana eğilim gösterebildiğini savunduğu, dolayısıyla kendi yargısını askıda ve daima dengede tutmak istediği içindir ki, her şeyi farksız saydığından onun her zaman aynı tavrı koruduğu, her durumda hep aynı çehreyi takındığı söylenir. O, bir açıklamayı çürütüyorsa, sözünü yönelttiği kişi oradan ayrılmış olsa bile sonuna kadar giderdi. Eğer yolculuk ediyorsa ne olursa olsun yolundan sapmazdı; dostları onu uçurumlara düşmekten, arabalar tarafından çiğnenmekten ya da başka kazalardan sakınmak zorunda kalıyordu. Zira bir şeyden korkmak ya da sakınmak onun tüm seçim ve kesinlik olasılığını dışlayan kanılarını zedelerdi. Onun böyle bir dayanıklılıkla kesilip başına dağlanma geldiğinde, gözünü kırptığı bile görülmemiştir. Ruhu bu türden düşüncelere kadar götürmek şimdiden bir parça bir şey olup, onu eylemlere katmak daha iyidir ve yine de imkânsız değildir. Ama bu düşünceleri böyle bir titizlikle ve böyle bir sebatla birleştirmek, genel teamülden bunca uzak durumlara sıradan davranışını dayandırmak işte bana bir hayli akıl almaz gibi geliyor. Bu nedenle, onun evinde kız kardeşiyle acı bir şekilde tartıştığı görülüp de, o sırada farka aldırmazlık ilkesinin iflas etmesinden dolayı kınandığında şöyle yanıt verdi: “Nasıl yani? Bu kadıncağızın da ilkelerime tanıklık için işe yaraması mı gerekir?” Bir defasında, kendini bir köpeğe karşı savunduğu görüldüğünde de, “İnsanı kendinde olandan tamamıyla soyutlamak çok güçtür; olgularla, öncelikle eylemlerle, ama aynı zamanda da akıl ve kanıtlamalarla mücadele etmek gerekir” der.
Sekiz ya da dokuz yıl var ki, buradan iki fersah ötede bir yerde halen hayatta olan ve karısının akıl almaz derecede kıskandığı bir köylü oturuyordu. Bir gün çalışmaktan dönüp, karısı onu alışıldık sızlanmalarıyla karşıladığında olduğu yerde öyle bir öfkeye kapıldı ki, hâlâ elinde tuttuğu budama bıçağıyla kadını bu duruma koyan organları doğrayıp bunları onun yüzüne fırlattı. Yine, bizim çevreden sevdalı ve güçlü genç bir soylu ısraralarla güzel metresinin gönlünü yapmış olduğu sırada,
“Bir adamın yakışık almayan şeyi, uzvunun ancak yaşlı bir kafayla dikilmiş olması” (Tibulle, De inertia inguinis)
nedeniyle kendini yumuşak ve başarısız bulmasından umutsuzluğa kapılıp evine döndüğünde kabahatinin kefareti olarak kopardığı bu kanlı kurbanını geriye gönderdiği anlatılır. Eğer bu Cibele rahiplerindeki gibi derin düşünce ve din dolayısıyla olsaydı, pek soylu bir eylem demeyecek miydik?
Evimden beş fersah uzakta Dordogne’a çıkarken, Bergerac’da sabahtan akşama kadar kocasının dövüp işkence ettiği bir kadın kederden ve doğasının bozulmasından ötürü bu kötü muameleden hayatı pahasına kurtulmaya karar verdi. Bunun üzerine yataktan kalktığında âdeti üzere komşularıyla görüştükten ve onlara kendi işleriyle ilgili birkaç tembihte bulunduktan sonra, kız kardeşlerinden birini elinden tutarak kendisiyle birlikte köprüye götürdü; onunla vedalaşmasının ardından boğulmak üzere yukarıdan ırmağa atladı. Bu olayda en dikkat çekici husus onun bütün gece tasarısını olgunlaştırmış olmasıdır.
Hint diyarının kadınlarında çok daha başka bir şey vardır; bu ülkenin töresine göre erkekler birçok kadına sahip olup, en gözde eş kocasının ölümünden sonra kendini öldürmek zorundadır. Bu kadınların her biri için tüm yaşamın tek amacı ortak arkadaşlarına karşı bu üstünlüğü kazanmak olup, kocalarına verdikleri iyi hizmetler ona ölümünde eşlik etmek üzere seçilmekten başka bir ödülü hedeflemez.
“Meşale sonunda cenaze yatağı üzerine atıldığı zamandan itibaren, sofu eş kadınlar kalabalığı saçlar darmadağınık, kocayı canlı olarak kimin izleyeceği konusunda ölümüne mücadeleye başlar: Ölme lütfunu elde edememek bir ayıptır.
Kadınların savaştan muzaffer çıkanları alevlerin içine atılır ve ateşli dudaklarını orada kocalarına yapıştırır.” (Propertius, III, XIII, 17)
Günümüzde birisi, doğulu halklarda kocalarından sonra sadece kadınların değil, sahiplerinin teveccühünü kazanmış kölelerin de birlikte gömülmesinin hâlâ uygulamada olduğunu gördüğünü yazdı. Bu şöyle cereyan ediyor: Koca ölünce, dul eşi isterse (ama pek azı bunu ister) işlerini yoluna koymak üzere iki ya da üç aylık bir süre talep eder. Gün gelince kadın gerdeğe gider gibi süslenmiş, sol elinde bir ayna, diğerinde bir ok tutarak ata binip, neşeyle kocasıyla birlikte uyumaya gittiğini söyler. Dostlarının, akrabalarının ve bayram eden bir kalabalığın yanında büyük şatafatla bu şekilde dolaştırılan kadın, çok geçmeden böyle gösterilere ayrılmış olan resmi mahale gelir. Burası ortasında odun dolu olan bir çukurla, dört basamakla çıkılan bir yerin yükseldiği bir alandır; bunun üzerine götürülen kadına muhteşem bir yemek sunulur. Bu yemekten sonra kadın şarkı söyleyip dans etmeye koyulur ve canı istediği zaman ateşin yakılmasını buyurur. O sırada bulunduğu yerden inip, kocasının en yakın akrabalarından birini elinden tutarak birlikte yakındaki ırmağa giderler. Kadın orada günahlarından arınmak istercesine suya dalmadan önce tüm takılarını ve giysilerini dostlarına dağıtıp çırılçıplak soyunur. Sudan çıkınca on dört kulaç uzunluğunda sarı bir beze sarınır ve elini yeniden kocasının akrabasına vererek ahalinin doldurduğu alana döner. Eğer çocukları varsa, insanlarla konuşup onları emanet eder. Çukurla alan arasına bu kızgın fırın görüntüsünü gizlemek için genelde bir perde çekilir; ama bazıları daha fazla cesaret gösterisi için buna karşı çıkar. Konuşmasını bitirince bir kadın ona başını ve bedenini bulaması, ardından ateşe atlaması için bir kap dolusu yağ uzatır; dul kadın çukura kendisi atılır. O zaman ahali fazla ağır bir ölümden sakınmak için kadının üzerine bir miktar daha odun atar ve onun neşesi matemle hüzne dönüşür. Daha az önemli kişiler söz konusu olduğunda, ölen kişinin bedeni gömülmek istenen yere götürülüp, dul karısı önünde diz çökmüş, ona sıkıca sarılmış olarak oturur vaziyette konulur. Bu sırada, kadının omuzlarının hizasına kadar bir duvar örülür; kadının başını arkadan tutan akrabalardan biri onun boğazını sıkar. Kadın ruhunu teslim ettiğinde duvar yükseltilip üzeri örtülür; böylece onlar gömülmüş olarak kalır.
Aynı ülkede, onların ‘jimnosofistler’inde bunu benzer bir şey vardır; bu başkalarının baskısı altında ya da ani bir mizaç dürtüsüyle değil, eskiden beri süregelen kurallarının tam bir gözetimiyle olup şöyle cereyan eder: Bunlar bazı hastalıkların tehdit ettiği belirli bir yaşa geldikleri zaman, kendilerine üzerine iyice süslü bir yatağın yerleştirildiği bir odun kümesi kurdururlardı; dostları ve tanıdıklarıyla neşeli bir şölen yaptıktan sonra yatağa öyle bir kararlılıkla girerlerdi ki, ateş yakıldığında ne ellerini, ne de bacaklarını oynattıkları görülürdü. Bunlardan biri olan Calanus, Büyük İskender’in tüm ordusu önünde bu şekilde can verdi.
Bunların arasında birlikte sahip olduğu tüm fani ve dünyevi şeyleri de yakarak kendini öldürmüş olan sadece bir tekinin ruhunun arınmış ve paklanmış olarak saygıya layık, kutsal ve ermiş olduğunu ekleyelim.
Böyle mucizelere yol açan, yaşam süresince ölümün önceden sebatkârlıkla tasarlanmasıdır.
FATUM ile ilgili tartışma yarattığımız öteki konular arasında, gelecekteki şeylerin birleştirilmesi için, hatta istencimizin belirlenmiş ve kaçınılmazlığında hâlâ geçmiş zamanın kanıtlamasına başvuruluyor: “Madem yaratıcı, kuşkusuz kendisi yaptığı üzere, her şeyin nasıl meydana geleceğini öngörüyor, o halde bunların kesinlikle bu şekilde meydana gelmeleri gerekir.” Bizim yaptığımız gibi, din bilimcilerimizin meydana gelen bir şeyi görmenin onu meydana gelmeye zorlamak olmadığı yanıtını veriyor. Görüyoruz, çünkü olgular geliyor; olgular gelmiyor, çünkü onları görüyoruz. Olay bilmeyi yaratır, bilme olayı yaratmaz. Meydana geldiğini gördüğümüz şey başa gelir; ama bu başka biçimde meydana gelebilirdi. Tanrı’nın ön bilisinin sahip olduğu olayların nedenler sicilinde “rastlantısal” denilen ve özgür tek buyurucunun bize verdiği “istençsel” nedenler vardır. Ve o bizim başaramayacağımızı, çünkü başarmamayı istemiş olabileceğimizi bilir.
Bense birçok kişinin birliklerini bu kaçınılmaz kesinlikle yüreklendirdiğini gördüm. Gerçekten de, eğer “ecelemiz” geleceği an tespit edildiyse ne düşmanın arkebüz ateşi, ne kahramanlığımız, ne de kaçışımız ve korku bunu erkene alabilir ya da geciktirebilir. Bunu söylemesi ne kolay; peki ama bunu kim hesaba katacak? Güçlü ve canlı bir inancın peşinden aynı doğadaki eylemleri sürüklediği doğruysa, o zaman ağzımızdan böylesine dolu dolu eksik etmediğimiz bu iman oldukça yüzeysel olmalı; yeter ki “çalışmalar” için sergilediği küçümseme, onu eşliklerini hor görmeye yöneltmeli.
Yine aynı konu üzerinde devam edersek, tüm başkaları kadar inanmaya değer Joinville derebeyi şunu anlatır: Sarrasinler’e bağlı, kral Ermiş Louis’nin Kutsal Topraklar’da işinin olduğu Bedeviler, dinleri gereği tüm sonsuzluk öncesinden her bireyin günlerinin sayılı ve belirlenmiş olduğuna öyle sıkı sıkıya inanıyorlardı ki, kaçınılmaz bir önceden adanmışlığa göre savaşa sadece Türk tarzı bir kılıçla zırhsız ve beyaz bir beze sarılmış gidiyorlardı. Kendi insanlarına öfkelendikleri zaman en kötü ilenişleri için ağızlarından her zaman şu sözler dökülüyordu: “Ölüm korkusundan silah donanan kişi gibi sana lanet olsun!” İşte kesinlikle bizimkinden başka bir inanç ve iman örneği.
Atalarımızın zamanında Floransa’da yaşayan iki din adamından bu türden bir ispat daha. Onlar dini düşümcelerinin belirli bir noktasında anlaşmazlığa düşmüş olarak, bakış açılarının doğruluğunu kanıtlamak üzere ikisinin birlikte, halkın önünde ve kent meydanında ateşe girmesinde uzlaşmışlardı. Hazırlıklar önceden yapılmıştı; beklenmedik bir olay bunu engellemek için ortaya çıktığı zaman olay neredeyse gerçekleşme noktasındaydı.
Genç bir Türk beyi, hem savaşa hazır Amurath (Sultan 2. Murat) hem de Huniade (Transilvanya voyvodası Jan Hunyad)’ın iki ordusu önünde dikkat çekici savaş olayını ortaya koymuştu. Murat, gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen (zira bu onun gördüğü ilk savaştı) nasıl bu kadar çarpıcı bir cesaret örneği sergilediğini sorduğunda, genç bey başlıca eğitmeninin bir kır tavşanı olduğunu söyleyip, “Bir gün avdayken yuvasında bir tavşan gördüm” der. “Yanımda kusursuz iki tazı varken, tavşanı elden kaçırmamak için yayımı kullanmam daha iyi olur gibi geldi bana; zira tavşan benim için iyi bir hedef oluşturuyordu. Tüm oklarımı atmaya başladım; bu şekilde sadağımın alabildiği kırk oku da onu öldüremeden, hatta uyandıramadan kullandım. O zaman anladım ki, tavşan kaderi tarafından korunmuştu ve oklarla kılıçlar ancak bize bağlanmış alın yazısının izniyle etkili olup, bunu ne tehir etme, ne de öne alabilme gücümüz vardır.” Bu öykünün sözünün geçmesi, aklımızın tüm görüntülerle ne derece esnek olduğunu bize göstermeye yaramalıdır.
Yaşı, ünlülüğü, erdemliliği ve bilgisiyle yüce bir kişi, son derece garip ve son derece az inandırıcı – zaten ben de kendi açımdan bunun aksine inanmayı daha makul buldum – bir dış teşvikle imanında pek önemli bir değişikliğine yönelmiş olduğunu bana anlattı. O, bunu “mucize” diye adlandırıyordu -ben de öyle, ama tamamen farklı bir anlamda.
Tarihçiler, Türkler arasında alın yazısına ve günlerinin önceden belirlendiğine inancın çok kuvvetli olduğunu, bunun da tehlike karşısında onlara gözle görülür biçimde güvence sağladığını anlatırlar. Ve ben gerek bunu inanmış olarak, gerekse son derece büyük tehlikeleri göze almakta kullanmak üzere bundan mutlulukla yararlanan büyük bir hükümdar tanıyorum. Yeter ki kaderi fazlaca erkenden omuzlarına yüklenmesin!
Hatırlanabildiği kadarıyla, Orange hükümdarına ölüm komplosu hazırlayan iki adamınkinden daha hayranlık uyandırıcı kararlılık eylemi hiçbir zaman olmadı. Tüm özenini gösterdiği halde arkadaşı için pek bahtsız biçimde ortaya konmuş olan bu girişimi yerine getirmek üzere ikincisinin nasıl ateşlenebildiğini görmek hayret vericidir. Onu aynı silahlarla birinciyi izlerken, az öncesinde ve şu anda iyice tetikte, bir dost kalabalığı ve kendi fiziksel gücüyle korunan, büyük salonunda muhafızlarının ortasında, kendine tümüyle bağlı bir kentteki bir soylu kişiye saldırışını görmek hayret vericidir. Kuşkusuz, adam bunda kesin kararlı bir el ile büyük bir tutkunun harekete geçirdiği bir cesarete sığınmıştır. Bir hançer vurmak bakımından daha emindir; ama bir tabancadan daha fazla hareketlilikle kol gücü gereksindirdiğinden dolayıdır ki, vuruşu daha fazla şaşma ve engellenme tehlikesiyle karşılaşır. Bu adamın kesin bir ölüme koştuğundan hemen hiç kuşkum yok; zira onun beşiğini sallamış olabilecek umutlar uyanık bir akılda yer bulamazdı. Ve davranış biçimi, onun uyanıklıktan ve de cesaretten yoksun olmadığını gösteriyor. Böylesine güçlü bir inancın nedenleri pek çeşitli olabilir; zira hayal yetimiz ya hoşuna gittiği gibi kendi başına ya da bizimle birlikte harekete geçer.
Orleans yakınında yer alan infaz çok farklı oldu; güçten ziyade rastlantıya bağlı bir olaydır bu. Kader istememiş olsaydı, vuruş ölümü getirmeyecekti. Uzaktan, bir atın üzerinde kendi hareketlerinin kıpırdattığı birisine ateş etmek, kaçmaktansa hedefini şaşırmayı yeğleyen bir adamın girişimi oldu. Ardından gelen bunu gösterecektir. Zira o bu derece vahim bir eylemi tamamlayacağı için heyecanlandı ve sinirlendi; o derecede ki bu sebeple yönünü tümüyle yitirip, ne kaçışını, ne de sorgulandığında dilini yönlendirmeyi bildi. Irmağı geçerek dostlarına katılması ona yeterli olacaktı. Bu, daha az vahim koşullarda bizzat benim yararlandığım ve az tehlikeli saydığım bir önlemdir; yeter ki atınız kolayca suya girebilsin ve öteki yakada akıntının oranına uygun bir kıyıyı öngörebilin. Ama ötekisi korkunç hüküm yüzüne okunduğunda, “Buna hazırlanmıştım. Dayanıklılığımla sizi hayrete düşüreceğim” diye bildirdi.
Fenikeliler’e bağlı bir halk olan Assasinler Müslümanlar arasında en üst düzeyde inançlı ve arı bşr töreye sahip sayılır. Onlar cenneti hak etmek için en kısa yolun kendi dinlerinden farklı dine mensup bir kişiyi öldürmeye dayandığını düşünür. Onların sıkça tek başına ya da ikili olarak ansızın güçlü hasımlarını kesin bir ölüm pahasına ve koştukları tehlikeden hiçbir şekilde kaygılanmadan katletmeye – bu sözcük onların adından geliyor – kalkışmalarının nedeni budur. Bizim kont Raimond de Tripoli kentinin tam ortasında bu şekilde öldürüldü.
Michel de Montaigne
Denemeler (III. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar , Say Yayınları
*Seneca