MONTAİGNE: İNSANLAR ANLAMADIKLARI ŞEYLERE DAHA FAZLA İNANÇLA BAĞLANIRLAR!

ÇÜRÜTEMEDİĞİMİZ HER ŞEYİ KABUL ETMEK ZORUNDA KALIYORUZ!

İki ya da üç yıl oluyor, Fransa’da yıl on gün kısaltıldı. Bu reformu kaç değişiklik izleyecek? Sözün tam anlamıyla bu yeri ve göğü sarsmaktır. Bununla birlikte, hiçbir şey değişmedi; komşularım ekim ve hasat zamanını, işleri için uygun zamanı, elverişli ve elverişsiz günleri buluyorlar ve bunları hep aynı zamanda yapıyorlar. Geleneklerimizde hata görülmezdi; değişiklikten sonra da görülmüyor. Her şeyde bir belirsizlik var! Olayları algılamamız son derece kaba, karanlık ve sınırlı. Bu düzenlemenin gidişimizi daha iyi hale getirmeyeceği söyleniyor. Auguste örneğinde olduğu gibi, artık günü birkaç yılda düşürülerek, bu düzenleme daha az sıkıntıyla yürütülebilirdi deniyor. Bu borç tamamen ödeninceye kadar bu gün, öyle ya da böyle sıkıntı veren, karışık bir gün olacaktır. Bu düzeltmeyle bu yapılmadı ve daha birkaç gün borçlu kaldık. Belirli sayıda yılda geri dönüşten sonra, bu olağandışı günün artık ortadan kalkmasını buyurarak, aynı yöntemle bu borç eritilebilirdi. Böylece hesap yanlışlığı yirmi dört saati aşmazdı. Ancak yılları sayarak zamanı hesaplamaktan başka bir yönteme sahip olmadığımız için oluyor bu. İnsanlar, çok uzun zamandır bu şekilde yapıyor! Ama biz buna tam bir ölçü kazandırmadık; diğer ulusların buna nasıl biçim verdiğini ve nasıl kullandığını hâlâ bilmiyoruz. Yaşlandıkça göklerin sıkıştığı ve bizi saatlerden ve günlerden bile kuşkuya düşürdüklerini söyleyenlere ne demeli? Plutarkhos da kendi döneminde gökbilimcilerin ayın devinimini saptamayı bilmediklerini söylemiyor mu? Baksanıza geçmiş olayların kayıtlarını tutmaya başladık!

Çoğu zaman olduğu gibi bir süredir insan aklının ne kadar özgür ve dalgın olduğunu düşünüyorum! İnsanların içerlerinde gerçeği aramak yerine, olayların nedenini aramayı yeğlediklerini sıkça gördüm; onlar önceden kabul edilenleri ihmal edip, özenle sonuçları inceliyor; olayları bir kenara bırakıp, bunlardaki nedenleri aramakla oyalanıyorlar. Şakacı gevezeler! Nedenleri sadece olayları yönlendirenler bilir; olayların ceremesini çeken bizler değil; doğamız gereği, kökenine ve özüne nüfuz etmeden olayları dolu dolu yaşarız. Şarapların birincil niteliklerini bilen birine şarap daha hoş gelmez.

Tersine beden ve ruh, dünyayı kullanma hakkını işin içine bilgiyi katarak kesintiye uğratır ve bozar. Tanımlamak, bilmek ve izin vermek keyfince yönetene ve efendiye aittir; boyun eğme, öğrenme, yararlanma ve kabul etme ise daha alttakilere, kullara ve çıraklara aittir. Biz yine alışkanlıklarımıza dönelim. Olayların üstünkörü üzerinden geçilir, ama sonuçları özenle incelenir. Genelde şöyle başlanır: “Bu nasıl oluyor?”. Aslında “oluyor mu?” diye sormak gerekir. Aklımız yüz değişik dünya okuyacak ve bunların ilkelerini dokularını bulabilecek yetenektedir; onun ne maddeye, ne de temele gereksinimi vardır. Bırakın başı boş gitsin; boşun üstüne de dolunun üstüne de, maddeyle de maddesiz de düşünceyi pekâlâ oluşturur.

“Dumana bile ağırlık verebilecek yetenekte.” (Persius, Satires, V, 20)

Bence, hemen her yerde “hiç de yok değil” demek gerekirdi ve ben çoğu zaman bu yanıtı vermek isterdim ama göze alamıyorum; Çünkü bunun benim akıl zayıflığımın ve cahilliğimin ürettiği bir bozukluk olduğu yüzüme haykırılıyor. Bana da, genelde arkadaşlarla gevezelik etmek, hiç de inanmadığım hafif konuları ve öyküleri irdeleme komedisini oynamak kalıyor. Ayrıca, gerçek bir olguyu kestirip yadsımanın biraz zor ve kavgaya yol açan bir şey olduğunu söylemek gerekiyor. Ve pek az insan, özellikle başkalarını inandırmanın zor olduğu konular söz konusu olduğu zaman gördüğünü doğruluyor ya da yetkililerin karşı çıktığı zaman tanıklık ediyor. Demek ki, bundan dolayı aslında hiç olmamış binlerce olayın dayanaklarını ve nedenlerini biliyoruz. Ve herkes aslı astarı olmayan binlerce sorunla boğuşuyor. “Yanlışla doğru birbirine öyle yakındır ki, bilge kişi böyle tehlikeli bir maceraya atılmamalıdır.” (Cicero, Akad., II, XXI).

Gerçek ve yalan aynı yüze, aynı tavıra, aynı zevke, aynı yürüyüşe sahiptir; onlara aynı gözle bakarız. Aldanmaya karşı kendimizi savunurken, yalnız gevşek davranmakla kalmıyoruz, aynı zamanda kendimizi onun içine kapatmaya da bakıyoruz. Yapımıza uygun olarak, hiçliğe bulanmak hoşumuza gidiyor; çünkü burada özgün varlığımıza uyan bir şey vardı.

Zamanımda birçok mucizenin doğuşunu gördüm. Doğarken boğulmuş olmalarına karşın, yaşasalardı ne hale gelirlerdi diye düşünmekten kendimizi alamayız. Çünkü yumağı yeteri kadar çözmek için ipin ucundan tutmak yeterlidir; daha ötesinde hiç ile dünyanın en küçük şeyi arasında, küçükle büyüğün arasındakinden dünyalar kadar fark vardır. Öyle ki, bu tuhaflığa ilk kananlar, kendi öykülerinin tohumlarını ekmek sırası onlara geldiğinde, diğer insanların itirazlarıyla karşılaşırlar ve araya kendi uydurduklarını katarlar. Bunun ötesinde “Kuru gürültü çıkarmak insanların yapısında var.” (Titus-Livius, XXVIII, XXIV), bize ödünç verileni yıpratmadan ve kendiliğimizden bir şey katmadan geri vermeye tereddüt ederiz. Bireysel hata, kamusal hata haline gelir ve sırası gelince kamusal hata kişisel hata haline gelir. Tüm bu yapı, bu şekilde elde dokunarak ve biçimlenerek gider; öyle ki en ufak tanık en yakın komşudan daha fazla bilgi sahibidir ve en son haberi olan ilk haberi olandan daha iyi ikna olur. Bu doğal bir süreç; Çünkü bir şeye inanan herhangi birisi, bir başkasını buna ikna etmeyi bir hayır işi sayar. Ve bunu yapmak amacıyla, başkasının düşüncesinde olduğuna inandığı direnci ve hatayı örtmek için anlattıklarına kendi uydurmalarını da katmaktan çekinmez.

Yalan söylemeyi kendine vicdan meselesi yapan, söylediklerine inandırıcılık ve yetke katmayı umursamayan ben bile, yine de bir başkasının karşı çıkmasıyla ya da bizzat anlatımın hararetiyle coşup ele aldığım konuyu ses tonuyla, hareketlerle, sözcüklerin etkinliği ve gücüyle, saf gerçeği yaralaması pahasına genişlettiğimi, yaydığımı ve şişirdiğimi fark ediyorum. Ama benden tamamıyla çıplak ve yakın gerçeği isteyen ilk kişiye, birden çabalamayı bırakıp, doğru olanı abartısız ve tumturaksız söylüyorum. Benimki gibi canlı ve ateşli bir konuşma tarzı ister istemez abartıya kaçıyor.

İnsanları görüşlerini kabul ettirmelerinin yollarını aradıkları kadar hiçbir şeye önem vermezler. Bunun için sıradan yollar bize yetmediği zaman, buyurmaya, kaba kuvvete, silaha ve ateşe başvuruyoruz. Delilerin bilgelerden daha çok olduğu bir kalabalıkta, inananların sayıca çok olmasının gerçeğin en iyi mihenk taşı olarak kabul edilmesi bir felakettir. “Bunda sanki yargı yoksunluğundan başka pek ortak hiçbir şey yokmuş gibi.” (Cicero, De divinatione, II, XXXIX). “Sağduyunun garantisi, deliler kalabalığıdır.” (Aziz Augustinus, Tanrı’nın Kenti, VI, X). Ortak kanılara karşı kendi kararını savunmak zordur. Basit insanlar ilk başta olayın kendisine inanır; onlardan, tanıklıkların eskiliğinin ve sayısının sağladığı yetkeyle bilgili ve sağduyulu insanlara geçer. Kendi payıma, bir tekine inanmadığım gibi yüzlercesine inanmam. Fikirleri eskiliklerine göre de yargılamam.

Kısa bir zaman oluyor, damla hastalığından ötürü iyi yapısını ve şen mizacını yitirmiş prenslerimizden biri, bir papazın söz ve hareketler yoluyla tüm hastalıkları iyileştirerek mucizeler yarattığı anlatılan rapora o kadar inandı ki, ona danışmak için çok uzun bir yolculuk yaptı. Hayal gücüyle kendini inandırdı ve bacaklarındaki ağrıları birkaç dinlenmeyle dindirdi, hatta uzun süredir yürümeyi unutmuş ayaklarını kullandı. Eğer talih izin vermiş olsaydı ve bunun gibi beş ya da altı olay üst üste gerçekleşseydi, bu “mucize” bir gerçek olurdu. Bu olaydan beri, bu tür işlerin yapılması o kadar basit ve hüner gerektirmez bulundu ki herhangi bir ceza gerektirmediği kanısına varıldı. “Bizi uzaktan yanıltan şeylere şaşıyoruz.” (Seneca, Ep., CXVIII). Çoğu zaman gözümüze uzaktan tuhaf gelen görüntüler, yakınlaştıkça kaybolurlar. “Şöhret asla gerçeği unutturmaz.” (Quintus Curtius, IX, II).

Çok önemli görüşlerin başlangıcının bu kadar boş, nedenlerinin bu kadar ciddiyetsiz oluşuna insan şaşırıyor. Konular hakkında bilgi edinmeyi bile engelliyor bu; çünkü bu kadar büyük bir ada yakışan çok güçlü ve önemli nedenleri ararken gerçeklerini yitiriyoruz; küçük olduklarından gözümüzden kaçıyorlar. Ve aslında bu tür soruşturmalara uzman, dikkatli ve becerikli bir araştırmacı gerekiyor; bu araştırmacı tarafsız ve ön yargısız olmalı. Şimdiye kadar tüm bu mucizeler ve tuhaf olaylar benden hep gizlendiler. Dünyada kendimden daha olağanüstü ve daha şaşılacak hiçbir şey görmedim; zamanın akışı içinde ve alışkanlıkla her türlü tuhaflığa alışırız. Ama kendimi inceledikçe ve gitgide tanıdıkça garabetim daha ilginç gelip, beni şaşırtıyor ve kendimi daha az anlıyorum!

Bu tür olayların yaratılması ve yayılması hakkı sadece talihe aittir. Önceki gün evimden iki fersah uzaklıktaki bir köyden geçerken, henüz tazeliği üstünde bir mucizenin başarısızlığından ötürü meydanda ateşli bir kalabalıkla karşılaştım. Mucize yöreyi aylarca meşgul etmiş ve komşu illeri de ilgilendirmeye başlamıştı ve her tür insandan oluşan kalabalıklar buraya koşmuştu. Aynı köyden bir genç adam, bir gece o an için güzel bir şaka yapmaktan başka bir şey düşünmeden bir ruhun sesinin taklidini yaparak eğlenmiş. Ama o ummadığı kadar başarılı olunca bunu biraz daha ileriye götürmek için köyden saf ve cahil bir kızı da işin içine kattı ve böylece aynı yaşta ve aptallıkta birbirinden aşağı kalmayan üç kişi oldular. Ve evdekilere vaaz verirken, kilise sunağının altına gizlenerek halka vaaz vermeye başladılar; sadece geceleri konuşuyorlar ve herhangi bir ışık getirilmesini yasaklıyorlardı. Dünyanın değişmesi, kıyamet gününün yaklaşmasıyla ilgili sözlerden –bu konular yetkesi ve saygınlığından ötürü sahtekârlığın daha iyi nüfuz ettiği konulardır– küçük çocukların oyunlarındaki kadar aptal ve gülünç hareketlere ve keşiflere geldiler; yine de talih onlara yardım etseydi, kim bilir bu şakaları nerelere götüreceklerdi? Bu zavallı şeytanlar şu anda hapisteler; onlar muhtemelen ortak bir aptallığın cezasını çekecekler. Ama bir yargıç da kendi aptallığının cezasını onlardan çıkarır mı bilmiyorum. Bu dava gün ışığına çıkarıldığı için her şey açıkça görülüyor; Ama bilgimizi aşan aynı özellikteki birçok şeyde, bunları kabul etmek kadar kesinlikle reddetmekte de yargımızı kullanırdık diye düşünüyorum.

Dünyada birçok hata işleniyor ya da daha cesurca söylemek gerekirse, dünyadaki tüm hatalar cahilliğimizi açıkça göstermekten korkmayı bize öğretmelerinden oluyor ve çürütemediğimiz her şeyi kabul etmek zorunda kalıyoruz. Her şey hakkında ilkelere ve dogmalara göre konuşuyoruz. Roma’da bir tanık gözleriyle gördüğü şey hakkında ifade verirken ve bir yargıç en kesin yargısını bildirirken “bana öyle geliyordu” ifadesini kullanırdı.

Gerçek gibi gelen bir şeyi bana kesin diye dayatmalarından nefret ediyorum. Önermelerimizdeki ataklığı yumuşatan ve ılımlaştıran, “belki de”, “bir biçimde”, “bazısı”, “deniyor ki”, “düşünüyorum ki” ve bunlar gibi sözcükleri seviyorum. Eğer çocukları eğitecek olsaydım, onları karar vermeyen ama araştıran şu sözcüklere alıştırırdım. “Ne demek bu?”, “şunu anlamıyorum”, “olabilirdi”, “bu, doğru mu?”; Yaşıtları gibi on yaşında bilgin gibi konuşacaklarına, altmışında çırak gibi kalmalarını isterdim. Cahilliğini tedavi etmek isteyen kişi, işe önce bunu itiraf etmekle başlamalıdır. Iris, Thaumantis’in kızıdır. Şaşma her felsefenin temelidir; araştırma onun ilerlemesi, cahillikse sona erişidir. Ama gerçekte onur ve cesarette bilimden hiç de aşağı kalmayan güçlü ve saygıdeğer bir cahillik; bilimi anlamak için, gerekli olandan daha az bilim gerektirmeyen bir cehalet vardır.

Çocukluğumda Toulouse Parlamentosu danışmanı Corras’ın tuhaf bir olay hakkında bastırdığı bir raporu gördüm; iki kişi birbirinin kimliğine bürünüyordu. Bundan hatırladığıma göre (başka bir şeyini hatırladığım da yok), onun pek olağanüstü ve bizim bilgi dağarcığımızı son derece aşan –kendisi yargıç olduğu halde onunkini de aşıyordu bu– bir şeyden suçlu bulduğu kişi sahtekârlık yapmıştı ve ben onu idama mahkûm etmekle fazla ileri gittiğini düşündüm sanırım. Açıklayamadıkları bir davanın acelesi olmadığını düşünerek, davacı ve davalarının yüzyıl sonra gelmelerine karar veren Yüksek Yargıçlar Kurulu’nun daha özgür ve daha ustaca yaptığı gibi “mahkeme bu işi anlamadı” şeklinde bir karara varabilmelidir.

Benim bölgemdeki büyücüler, kendi görüşlerini destekleyen yeni yazarların tanıklığıyla kendi yaşamlarını tehlikeye atıyorlar. Kutsal sözün bize verdiği örnekleri, mutlaka kesin ve çürütülemez örnekleri birleştirmek ve onları çağdaş yaşam tarzımıza uygulamak için, –bunların ne nedenlerini, ne de yollarını bildiğimize göre– bize kendi zekâmızdan başka bir zekâ gerekiyor. Belki de şu tek ve mutlak erkli tanıklık ona aittir: “Bu adam bir büyücüdür, bu kadın büyücüdür, öteki değildir.” Bu konuda kendimizi Tanrı’ya teslim etmemiz gerekiyor; gerçekte olay budur ama aramızdan birisinin onun anlatımına şaşırdığı için değil; ister bu tanıklık o kişinin kendisine karşı olsun, ister başkasına karşı.

Ben biraz ağırkanlı biriyim; eskilerin kınamasından kaçınarak gerçek ve somut gibi görünene bağlanırım. “İnsanlar anlamadıkları şeylere daha fazla inançla bağlanırlar.” “Doğal bir eğilim insan aklını karanlık şeylere tercihen inanç bağlamaya götürür.” (Tacitius, Hist., I, XXII). Öfke uyandırdığımı iyi biliyorum; büyücülerden ve büyüden kuşku duymamı yasakladıklarını ve kuşkulanırsam en iğrenç hakaretlere uğrayacağımı biliyorum. Ama Tanrı’ya şükürler olsun, inancım yumruk darbeleriyle istenilen biçime sokulmuyor. Onlar görüşlerini yanlış olmakla suçlayanlara baksınlar; ben sadece pervasız ve inanılması güç olmayı suçluyorum. Ve o kadar katı bir şekilde olmasa da aynı şekilde karşı görüşün de doğru gösterilmesini kınıyorum. “Olaylar gerçeğe yakın şeyler gibi öne sürülsün, Ama kesin doğru oldukları söylenmesin.”(Cicero, Akad., II, XXVII).

Görüşünü meydan okuma ve yetkeyle kabul ettirmeye kalkan bir kimse, aklının zayıflığını gösterir. Sözel bir ekol tartışmasında savunanlar karşı savda olanlar kadar akla sahip olabilirler; ama uygulamadaki sonuçlara gelince, ikinciler daha üstündür. İnsanları öldürmek için, her şeyin aydınlık ve belirli olması gerekir. Ve hayatımız bu doğaüstü ve hayal ürünü olaylar uğruna feda edilmeyecek kadar gerçektir ve önemlidir. Keyif verici maddelere ve zehirlere gelince, onları hesabıma katmıyorum; insan öldürücü ve en kötü türdendirler. Bununla birlikte, bu konuda bile her zaman kişilerin itiraflarına itibar etmemek gerektiği söylenir; çünkü bunların bazen sağlıklı insanları öldürmekle suçlandıkları görüldü.

Diğer abartılı suçlamalarla ilgili olarak, bir insana inanmak için, saygınlığı ne olursa olsun, insan olması yeter derdim; doğaüstü bir olay yetke verdiğinde, aklının ermediğine ve doğaüstü olana inanmalıdır. Tanrı’nın bazı tanıklıklarımıza bahsettiği bu ayrıcalık ne aşağılanmalı, ne de hafife alınmalı. Böyle binlerce öyküyle kulaklarımı şişirdiler. “Üç kişi, onu falancı günde doğan güneşin yanında gördü”, “üç başka kişi, onu ertesi gün, güneş batarken falanca saatte, filanca yerde, şöyle giyinmiş olarak gördü…” Doğrusu, ben kendime bile böyle bir konu hakkında inanmazdım! İki adamın yalan söylemesini, bir adamın on saatte rüzgâr gibi doğudan batıya geçmesinden daha doğal buluyorum. Aramızdan birinin yabancı bir ruhun hizmetiyle bacasının boşluğundan bir süpürge üzerinde etiyle kemiğiyle uçabildiğini kabul etmektense, dengesiz bir kafanın istikrarsızlığı yüzünden aklımızı kaybettiğimizi düşünmek çok daha doğal değil midir? Dışarıdan gelen ve bilinmeyen hayalleri araştırmak yararsızdır; sürekli olarak içsel yanılsamalar içinde çırpınıyoruz. Doğal yollardan doğaüstünü açıklamak engellenince, bir mucizeye inanmamak bana daha hoşgörülebilir gibi geliyor. Kanıtlanması güç ve inanılması tehlikeli şeylerde kesinlikten çok kuşkuya yönelmenin daha iyi olduğunu söyleyen Aziz Augustin’le aynı görüşteyim.

Birkaç yıl kadar oluyor, bir prensin topraklarından geçiyordum; bu prens bana iyilik edip, beni inandırmak için kendisi de yanımdayken, özel bir yerdeki on ya da on iki bu türden mahpusu, bunların arasında korkunç çirkinliği, eciş bücüşlüğüyle ve bu meslekte uzun süreden beri kazandığı ünle gerçekten cadı, bir ihtiyar kadını bana gösterme lütfunda bulundu. Bu zavallı ihtiyar kadının yüzünde anlamadığım bir duygusuzluk gördüm; elimden gelenin fazlasını, tüm dikkatimi vererek konuştum; önyargının etkisi altında kalmayan bir kişi olduğumu herkes bilinir. Sonuç olarak, elimi vicdanıma koyarak onlara baldıran değil, deliotu verdirttim. “Onların durumu bana suçtan daha çok deliliğe yakın görünüyor.” (Titus-Livius, VIII, XVIII). Ama bu tür hastalıkları adalet kendi usullerine göre düzeltir.

Aydın insanların burada ve başka yerlerde, bana yaptıkları itirazlara ve karşı çıkışlara gelince, bunlar beni bağlamıyor ve her zaman vardıkları sonuçlardan daha gerçek çözümler sunanını hiç görmedim. Delillerin deneyim ve olguların üzerine dayandığı gerçektir; bunları çözümleyemem: Onlarda ilmik uçları da yoktur; ben de sıkça onları İskender’in ‘kördüğüm’ için yaptığı gibi keserim. Çünkü bir kişiyi diri diri yaktırmak, bu olasılıklara değer vermektir. Birçok örnekte olağanüstü olaylar, özellikle Presantius’un babası içi geçip çok derin uykuya dalınca, rüyasında kendini bir kısrak olup, askerlerine yük hayvanı olarak kullandıklarını anlatır; rüyasında gördükleri gerçekten de oldu. Eğer büyücülerin düşleri bu şekilde maddeleşiyorsa, eğer düşlerimiz bazen somutlaşıp gerçek oluyorlarsa, adalet önünde yine de irademizin sorumlu tutulacağına inanmıyorum. Burada dediğimi, kralın ne yargıcı, ne de danışmanı olan ve buna layık olmaktan çok uzak bulan biri gibi söylüyorum; sözleriyle ve yaptıklarıyla kendini devlete itaate adamış sıradan bir insanım. Düşlerimle, köyünün en önemsiz yasasına ya da geleneğine ve göreneğine zarar verdiğini söyleyen bir kişi, kendine de bana da büyük bir haksızlık yapmış olur. Çünkü hiçbir şeyi bu böyledir diyerek kestirip atmıyorum, sadece o anda aklıma geleni söylüyorum. Düzensiz ve oturmamış bir düşünceyi doğrulamaktan başka bir şey yapmıyorum. Sohbet etme zevkiyle için her şeyden söz ediyor, sadece düşüncemi sunuyorum. “Ben onlar gibi bilmediğimi itiraf etmekten utanmam.” (Cicero, Tusc., I, XXV). Dediğime inanılacağını bilseydim, konuşmak için bu kadar cüretkâr olmazdım. Ataklığımdan ve hararetliliğimden yakınan bir büyüğe cevabım şu oldu: “Sizi gergin ve hazırlanmış hissettim ve görüşünüze karşı çıkmak için değil, aydınlatmak için size başka bir yönü öneriyorum; duygularınızı elinde tutan ve seçmenize izin verecek olan Tanrı’dır.” Bu kadar önemli bir şeye sadece görüşlerimin yön vermesini isteyecek kadar kendini beğenmiş değilim; kader onları bu kadar yüksek ve bu kadar ciddi sonuçlara sahip olmaya hazırlamadı. Kuşkusuz ruh halim sık sık değişiyor; bir oğlum olsaydı onu hayal kırıklığına uğratabilecek düşüncelere sahibim. Daha ne diyeyim? Yaradılışı vahşi kaldıkça, insan için en yerleşik düşünceler her zaman en iyi düşünceler değildir.

Konumuzla ilgili olsun olmasın önemli değil – İtalya’da genellikle ‘Topal bir kadınla yatmamış kişi Venüs’ün o eşsiz tadını bilmez’ deniyor. Rastlantı ya da özel bir olay mı bilinmez ama bu söz uzun süreden beri halkın ağzında kullanılıyor ve bu söz kadınlar için olduğu kadar erkeklerde de söyleniyor. Gerçekten de, Amazonlar’ın kraliçesi kendisiyle sevişmeyi öneren İskit askerine, “Bunu en iyi topal yapar” (Erasmus, Eski Sözler, II, IX, 49) yanıtını verdi. Bu kadınlar cumhuriyetinde erkek hâkimiyetinden kurtulmak için, kadınlar çocukluktan itibaren erkeklerin kendilerine karşı üstünlük sağlayan kollarını, bacaklarını ve bedenlerinin başka taraflarını sakat bırakırlardı, bizim burada kadınlara yaptığımız gibi onları sadece bu işte kullanırlardı.

Ben ancak topal kadının aksak hareketinin bu olaya bambaşka bir zevk kattığını ve deneyenlere farklı hazlar sağladığını söyleyebileceğim; Ama eski Aristo felsefesinin bu konuyu incelediğini öğrendim: Bu felsefeye göre, topal kadınların bacaklarındaki ve kalçalarındaki kusurdan ötürü gerekli besinleri almadıklarından, bunların üstündeki cinsel organları daha dolgun, daha besili ve daha güçlü olurmuş ya da, talim yapmayı engelleyen bu kusurdan etkilenen kadınların güçleri daha az dağılırmış ve Venüs’ün cilvelerine daha uygun olurlarmış. Bu yüzden Grekler, dokumacı kadınları kendilerini oturmaya zorlayan ve bedensel talim yapmaktan engelleyen meslekleri yüzünden diğer kadınlardan daha ‘sıcak’ olarak tanımlarlar. Bu hesaba göre hepsine bir neden bulabiliyoruz! Arabalar kadınlara nasıl hareket ve titreme veriyorsa, dokumacı kadınlar da işlevi gereği oturdukları yerde yaptıkları hareketlerle uyarılıyorlar ve istekli oluyorlar.

Bu örnekler, başlangıçta söylediğim gerekçelerimiz, çoğunlukla olguyu olmadan düşlerler ve yargılama olanları o denli geniştir ki olanı da olmayanı da yargılar sözümü doğrulamıyor mu? Her türlü düşlerle kolayca uydurduğumuz nedenler halinde hayal gücümüz, pek havai görüntüler altında kendilerini gösteren sahte oluşumlara kendini teslim etmeye aynı derecede yatkındır: Çünkü eksiden beri halk arasında kullanılan bu sözün etkisiyle, geçmişte kusurlu kadından daha çok zevk aldığıma inanmaya başladım ve bunu onun cazibesi saydım.

Torquato Tasso, Fransa’yı İtalya’yla karşılaştırdığı zaman bizim İtalyan soylularına göre daha ince uzun bacaklara sahip olduğumuzu fark ettiğini söyleyip, bunu bizim sürekli at üzerinde oluşumuza bağlıyor. Ama Suetone aynı tartışmadan aksi bir sonuç çıkararak, Germanicus’un bu uygulamayla bacaklarını kalınlaştırdığını söyler. Zekâmız kadar çabuk etkilenen ve onun kadar düzenli hiçbir şey yoktur; o, iki ayağa birden uyan Theramenez’in pabucudur! O da; olaylar da ikili ve çeşitlidirler. Sinik bir filozof Antigonas’a “bana bir gümüş drahmi ver” deyince; “bu bir Kral bağışı değil”, diye yanıtladı Antigonos. “O zaman bir altın talent ver” deyince de; “bir siniğe uygun bağış değil!” cevabını verdi.

“İster bu sıcaklık taze otlarda özsuyun tırmanacağı yeni yollar ve gizli gözenekler açsın, isterse toprağı daha sert ve damarlarını sıkı kılıp, onu bu şekilde ince yağmurlara karşı, güneşin haşinliklerine ve poyrazın içe işleyici soğuğuna karış korusun.”
(Virgilius, Georg., I, 89)

“Her madalyonun bir ters yüzü vardır.” (İtalyan atasözü). İşte bu nedenle Clitomachus eskiden Carneades’in insanların aklını ‘onaşma’dan, yani kanıdan ve geçici yargılardan kopararak Hercules’den daha fazla iş yapmış olduğunu söylüyordu. Carneades’in bu pek güçlü değişik düşüncesi kanımca çok eski olup, ukalalık edenlerin küstahlığına ve onların ölçüsüz kendini beğenmişliklerine karşı tepki olarak ortaya çıktı. Ezop, iki başka köleyle birlikte satışa çıkarıldı. Müşteri birinci köleye ne yapmayı bildiğini sordu; köle, değerini yükseltmek için olmayacak vaat ve mucizeler yarattığını söyleyip her şeyi yaptığı cevabını verdi. İkinci köle de, ondan aşağı kalmadı bunları veya daha fazlasını bildiğini söyledi. Sıra Ezop’a geldiği zaman ona da ne yapmayı bildiği soruldu: “Hiçbir şey” dedi Ezop, “çünkü bu ikisi her şeyi önceden söyledi; her şeyi yapmayı bilen onlardır.” Felsefede olan budur: İnsan aklına her şeyi yapma yeteneği tanıyanların kibiri, başkalarının kızgınlığına ve rekabetine neden olduğundan, insanın elinden hiçbir şey gelmez düşüncesinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu aşırılığı cahiller de, bilgi sahibi olanlar da sürdürüyorlar. Bu nedenle insanın her şeyde ölçüsüz olduğunu kimse yadsıyamaz, insan daha uzağa gitme ihtiyacından ve imkânsızlığın sınırından başka sınır tanımaz.

Michel de Montaigne
Denemeler (IV. Kitap, 11 Bölüm, Topallar Üzerine)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar (Say Yayınları)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz