GEÇİCİLİK ÜZERİNE: İNSANLAR ANCAK HER ŞEY KÖTÜ GİTTİĞİ VAKİT İYİ İNSAN OLUYORLAR – MONTAİGNE

Sıradan Sıkıntılar
En önemsiz ve en anlamsız sıkıntılar en fazla can yakan sıkıntılardır ve aynen küçük harflerin gözleri daha fazla yorması gibi, küçük meseleler de bizi daha fazla tedirgin eder. Ufak tefek sıkıntılar bizi tek bir büyük sıkıntıdan daha fazla incitir. Evdeki dikenler ne kadar sık ve ne kadar inceyse, bizi o kadar sert ve farkına varmaksızın yakalar ve ısırırlar.

GEÇİCİLİK ÜZERİNE

Boşuna şeyler yazmak kadar boş bir şey yoktur. Tanrı’nın bize bu kadar ilahi bir şekilde dile getirdiği şeyler üzerinde zeki insanlar özenle ve sürekli olarak düşünmelidirler.

Dünyada mürekkep ve kâğıt olduğu sürece hiç durmadan ve yorulmadan ilerleyeceğim bir yola girdiğimi görmeyen var mı? Varoluşumun sicilini eylemlerine göre tutamam: Kader onları çok aşağıda bir yere yerleştiriyor. Ben bunu düşüncelerimle yapıyorum. Böyle bir soylu kişi gördüm: yaşamla ilişkilerini bağırsaklarını çalıştırarak kuruyordu. Evinde yedi ya da sekiz günlük dizi dizi leğenler görürdünüz. Bunları inceler, bunlar hakkında konuşurdu, başka her türlü koku ona göre pis kokardı. Onun konuları kâh katı, kâh gevşek ama her zaman hazımsız olan ihtiyar bir aklın dışkılarıdır. Diomedes bir tek dilbilgisi konusu üzerine altı bin kitap doldurduğuna göre, herhangi bir konuda düşüncelerimin sürekli çırpınışını ve değişimini sergilemeye daha ne kadar devam edeceğim? Tek başına kekemelik ve dilin çözülmesi kitap ciltlerinin korkunç yükü altında dünyanın soluksuz kalmasına yol açtığına göre, gevezelik neler üretmez? Sadece laf olsun diye bir sürü söz! Ey Pythagoras, keşke bir tek şu fırtınayı savuşturmuş olsaydın!

Bir zamanlar Galba adında birisi aylakça yaşadığı için suçlanıyordu. O ise, verdiği cevapta “herkes yaptığı işin hesabını vermelidir” dedi “yapmadığının değil”. Ama aldanıyordu; Çünkü adalet çalışmayanları da kovuşturur ve onları da yola getirir.

O halde adalet, sokak sürtüklerine ve aylaklara karşı olduğu gibi, yeteneksiz ve yararsız yazarlara karşı da zorlayıcı bir önlem olmalıdır; bu şekilde halk, benim kitaplarımı ve diğer yüzlerce kitabı fırlatıp atardı. Şaka etmiyorum; yazar taslakları bana altüst olmuş bir çağın belirtileri gibi geliyor. İç karışıklıkların içine düştüğümüzden beri bu kadar çok yazmıyor muyuz? Ve Romalılar da yıkılış döneminde bu kadar çok yazmadılar mı? Üstelik de bir toplumda akılların incelik kazanması, bunların daha bilge hal aldıkları anlamına gelmez mi? Bu tür aylakça uğraşılar, insanların kendi işlerine sarılmalarından ve kendi işlerinden uzaklaşmalarından doğar. Yüzyılımızdaki bu çürümede her birimizin payı vardır: kimilerinin katkısı ihanettir, kimilerinin ise güçleri oranında adaletsizlik, dinsizlik, zorbalık, açgözlülük ve zayıflıktır; daha zayıf olanlar ise aptallık, hiçlik ve aylaklıkta bu sürece katkıda bulunuyor, ben de onlardan biriyim. Öyle görünüyor ki, kötülükler çevremizi sardığı zaman boş şeylerin mevsimi gelmiş demektir, kötülüğün yaygınlaştığı bir zamanda lüzumsuz işler yapmakla övünüyoruz. En son el konulacaklar arasında olmakla avunuyorum; daha acil olanlarla uğraşırlarken kendimi düzeltecek zamanım olur. Çünkü daha büyük sakıncalar söz konusuyken, ufak problemlerle uğraşmak bana pek akıl kârı değil gibi geliyor. Adamın biri parmağındaki yaranın pansumanı için hekim Philotimus’a gitmişti. Adamın yüzünden ve nefesinden ciğerlerinde ülser olduğunu anlayınca ona şöyle dedi: “Dostum, şimdi tırnaklarınla eğlenilecek zaman değil”.

Yine de bu konuda, büyük bir saygıyla andığım bir kişinin, birkaç yıl önce, büyük acıların ortasında, şimdiki gibi ne yasa, ne adalet, ne de görevini yapan bir yasa adamının olmadığı bir sırada, giyim, yemek ve prosedür üzerine yaptırımı olmayan kararnameler yayınlanmıştı. Bunlar kötü yönetilen bir halka tamamen unutulmadıklarını söylemek için uydurulmuş eğlencelerdir. Her türlü iğrençliğe bulaşmış bir halka, konuşma tarzlarını, danslarını ve oyunlarını yasaklayanlar da aynı şeyi yapıyorlar. İnsan ateşten yanarken, yıkanıp paklanmanın sırası değildir. Bu yalnızca Ispartalılara has bir özelliktir: onlar hayatlarını büyük bir tehlikeye atacakları sırada saçlarını tararlar ve başlıklarını giyerler.

Bana gelince, bir başka kötü alışkanlığım daha var: Eğer ayakkabım yamuksa, gömleğimi ve paltomu da düzeltmem; Çünkü kendimi yarım yamalak düzeltmeye tenezzül etmem. Kötü bir durumdaysam, daha da kötü olması için uğraşırım. Kendimi umutsuzluğa terk ederim, uçuruma doğru giderim ve “hay lanet” diye bu işten vazgeçerim. İnatla kötüleşirim ve kendimi iyileştirmeye layık görmem.

Bu devletin (Fransa) perişanlığı ile yaşımın perişanlığının aynı zamana rastlaması benim için iyi bir talihtir. Acılarımın artmasına ve bu nedenle servetimin dağılmasına daha kolay tahammül edebiliyorum. Mutsuzluğun karşısında söylediğim sözler, kızgınlık sözleridir; cesaretim azalacağına artıyor. Ve başkalarının tersine, Ksenophon’un gerekçesine değilse de ilkesine uyarak, kendimi kötü durumdayken değil iyi durumdayken daha inançlı bulurum ve bir şey dilemek için değil, teşekkür etmek için gökyüzüne sevgi dolu gözlerle bakarım. Sağlığım yerindeyken, ona daha fazla özen gösteririm; sağlığımı yitirmeye başladığım zaman hiç ilgilenmem. Başkalarına düşmanlık ve sopa ders olurken, bana ezinç ders olur. Sanki iyi kader, iyi vicdanla bağdaşmazmış gibi, insanlar ancak her şey kötü gittiği vakit iyi insan oluyorlar. Mutluluk, beni ılımlı ve alçakgönüllü olmaya iter; rica beni fetheder, tehdit usandırır, lütuf esnetir, korku sertleştirir.

İnsanlık halleri içinde şu durum çok yaygındır: başkalarına ait şeyleri, bize ait olanlardan daha çok severiz ve yer değiştirmekten ve değişiklikten daha fazla hoşlanırız.

“Gün ışığı bile, saatler at değiştirdiği için hoşumuza gider.” (Petronius’dan kesit)

Bundan ben de payımı alıyorum. Öteki uçta gidenler, kendinden memnun olanlar, sahip olduklarını geride kalanların üstünde tutanlar, kendi gördüklerinden daha güzelini kabul etmeyenler, bizden daha akıllı olmasalar da, gerçekte, bizden daha mutludurlar. Ben bilgeliklerine değil, iyi kaderlerine imreniyorum.

Bu ruh hali yeni ve bilinmeyen şeylere susamışlık, benim yolculuklara çıkma arzumu besliyor; Ama başka koşulların da bunda payı oluyor. Evimin yönetiminden gönüllü olarak vazgeçiyorum. Bir samanlıkta da olsa, buyurmanın ve evdekilerin itaat etmesinin bir lezzeti var. Ama fazlaca tek düze ve bıktıran bir zevk bu; hem sonra, zorunlu olarak içine başka tatsızlıklar karışıyor: Bazen topraklarınızdaki kişilerin sefaleti ve acısı, bazen komşularınızla aranızdaki kavga, bazen mülkünüze yönelik tecavüzleri size acı verir ve kederlendirir;

“Bunlar ya dolunun kasıp kavurduğu bağlarınızdır ya da toprağınız umutlarınızı boşa çıkarmıştır: ağaçlar kâh aşırı yağışları, kâh toprağı yakan kuraklığı, kâh sert geçen kışları suçlamıştır.” (Horatius, Odlar, III, I, 29)

Ve Tanrı altı aya kalmadan kâhyanızı fazlasıyla mutlu edecek, bağlara yarayan, çayırlara da zararı olmayan bir mevsim gönderecektir.

“Ya güneşin aşırı sıcaklığı ürünlerinizi yakar, ya ani yağmurlar ve donlar onları yok eder ya da şiddetli kasırgalar onları kasıp kavurur.” (Lucretius, V, 216)

Buna bir de eski zamanlardan bu adamın ayağımıza vuran yeni ve görünüşü güzel ayakkabısını ekleyin; bir yabancı bunun size kaça mal olduğunu, evinizde dirlik ve düzeni sağlamak için ne fedakârlıklarla bulunduğunuzu ve bunu ne pahasına satın aldığınızı bilmez.

Evimin idaresini geç üstlendim. Doğanın benden önce doğurdukları beni uzun bir süre bu yükten kurtarmışlardı. Mizacıma daha uygun bir başka alışkanlık edinmiştim. Ama ne olursa olsun, gördüğüm kadarıyla, zor değil ama oldukça zaman alan bir uğraş bu; başka bir işi beceren bir işi, bunu da pekâlâ becerir. Zenginleştirmeye çalışsaydım, bu yol bana uzun gelirdi; krallara hizmet etseydim, başka herhangi bir işten daha kârlı çıkardım. Hiçbir şey edinmemiş ve dağıtmamış bir adam olarak ün kazanmak iddiasında olduğuma göre, hayatımın geri kalan bölümünde de iyi şeyleri olduğu kadar kötü şeyleri de yapmayan biri olmak istiyorum ve Tanrı’ya şükürler olsun bu dünyadan geçip giderken büyük çaba göstermeden bunu yapabilirim.

En kötü durumda, harcamalarınızdan kısıntı yaparak yoksulluktan kaçınmayı bilin. Ben bunu uyguluyorum ve yoksulluk beni zora sokmadan kendimi yeniden derleyip toparlıyorum. Ne olursa olsun ruhumda sahip olduğumun azıyla yetinebilmek için yeterli dereceler belirledim –gönül rızasıyla bu duruma katlanabilirim. “Talih, gelirlerin hesabıyla değil, herkesin yaşam alışkanlıklarına ve gereksinimlerine göre ölçülür.” (Cicero, Paradoxa, VI, III). Gerçek gereksinimlerim elimin altında bulunanları tüketmiyor; beni zorlasa da kolay sarsılmıyorum.

Varlığım pek hissedilmese ve fazla önemsenmese de ev işlerinin yönetiminde bana çok destek olur. Bu işlerle istemeye istemeye uğraşıyorum. Ben şamdanın bir ucundan yakıyorum, ama bizimkiler öbür ucundan savuruyorlar.

Yolculuklar, ancak masraflar gücümü fazla aştığında beni sarsar. Bu da, sadece yeterli donanımla değil, saygın bir şekilde yolculuk yapmaya alışkın olduğumdan; kısa ve az yolculuk yapmam gerekir ve kıyıda köşede kalanlarla, ayırdıklarımla yolculuk edebilecek hale gelinceye kadar yolculuğu ertelerim. Yolculuk zevki dinlenme zevkini bozsun istemem. Aksine bunların karşılıklı olarak birbirini beslemesini ve desteklemesini istiyorum. Talih, bana bu alanda yardımcı oldu, çünkü benim bu dünyadaki başlıca işim sere serpe ve çaba harcamadan yaşamaktı; mirasçılarıma daha çok servet bırakmak için beni servet biriktirme çabasından kurtardı. Bir tek varisim olduğu için kendi hesabıma çok yeterli, hatta bolca bulduğum şeyler onun için yeterli değilse ne kadar kötü. Akılsızlığı ona daha fazlasını bırakmam için bir neden değildir. Plutarkhos’un Phocion örneğine göre, her insan çocuklarına yeterli miras bırakır, yeter ki çocuklar kendisinden farklı olmasın ve kendisine benzesinler. Ben Crates gibi de yapmazdım. O, parasını bir bankacıya şu koşulla bıraktı: Eğer çocuklar aptalsa bankacı parayı onlara verecek, zekilerse parayı halkın en aptallarına dağıtacaktır. Sanki paradan vazgeçemeyen akılsızlar zenginliği kullanmayı becerirlermiş gibi.

Şu da varki dayanabilecek gücüm olduğu sürece yokluğumdan kaynaklanan zarar, beni orada bulunup sıkıntı çekmekten kurtaracak fırsatları tepmeme değmez gibi görünüyor; her zaman tersine giden bir şey vardır! Bazen bir evin, bazen bir diğerinin işleri size sıkıntı verir. Olayları fazlaca yakından izlersiniz ve başka yerlerde de olduğu gibi basiretiniz size zarar verir. Beni sıkıntıya sokacak fırsatları savuştururum ve kötü giden bir şeyi görmemek için sırtımı çeviririm. Ama ne yaparsam yapayım, evimde her an hoşuma gitmeyen olaylara ve en çok da iyi bildiğim kişilerin benden sakladıkları düzenbazlıklarına şahit olurum. Öyle işler çevirirler ki, bunları gizli tutmanız size daha az zarar verir, boş akıntılardır bunlar ama sonuçta sıkıntıdır işte. En önemsiz ve en anlamsız sıkıntılar en fazla can yakan sıkıntılardır ve aynen küçük harflerin gözleri daha fazla yorması gibi, küçük meseleler de bizi daha fazla tedirgin eder. Ufak tefek sıkıntılar bizi tek bir büyük sıkıntıdan daha fazla incitir. Evdeki dikenler ne kadar sık ve ne kadar inceyse, bizi o kadar sert ve farkına varmaksızın yakalar ve ısırırlar.

Ben filozof değilim: Sıkıntılar beni ağırlıkları oranından ezer ve bu ağırlık sadece onların biçimlerine ya da içeriklerine değil, kimi kez biçimlerine de bağlıdır. Ben bunları sıradan insanlara göre daha iyi tanıdığım için, daha iyi dayanamıyorum. Ama sonuçta, beni yaralamasalar bile incitirler. Yaşam, kırılgan ve karmaşık hale getirilmesi kolay bir şeydir. Yüzüm bir kez acıya dönünce, “Eğer insan ilk iç tepiye boyun eğerse, artık kendi kendine direnemez.” (Seneca, Ep., XIII), buna hangi aptalca neden yol açmış olursa olsun kötü huyumu o yöne teşvik ederim ve bu nedenle beslenen mizacım daha da azar, besleneceği bir yığın konuyu kendine çeker, üst üste yığar.

“Damla damla düşen su kayayı deler.” (Lucretius, I, 314)

Bu sıradan damlalar (sıkıntılar) beni kemirip bitiriyor. Sıradan sıkıntılar hiçbir zaman önemsiz değildir. Sürekli ve telafisizdirler; bunlar özellikle de ailenin sürekli ve ayrılmaz üyelerinden kaynaklanıyorlarsa.

İşlerimi uzaktan ve bütünlüğü içinde gözden geçirdiğimde muhtemelen, –belleğimde kalmadığından ötürü–, benim hesaplarımın ve beklentilerimin ötesinde iyi gittiklerini düşünürüm. Bunlardan fazlasıyla payımı aldım gibime gelir; işlerin yolunda gitmesi beni yanıltır. Ama işin içinde olsam, bütün parsellerin yolunda gittiğini görür müyüm?

“O zaman ruhumuz kaygılardan bin bir parçaya bölünür.” (Virgilius, Aeneas, V, 720)

Arzulayacağım ve korkacağım binlerce şey çıkar. Onları tamamen terk etmek benim için çok kolay, ama onlara zorlanmadan erişmek çok zor. Tüm işlerin size baktığı ve sizi ilgilendirdiği bir yerde bulunmak ne hüzün verici bir durum. Yabancı bir evin zevklerinden daha keyifle yararlanıyorum ve oraya daha doğal bir tad katıyorum gibi geliyor bana. Diyojen, kendisine hangi tür şarabı daha iyi bulduğunu soran birine tam benim istediğim cevabı verir: “Yabancısı” der.

Babam, doğmuş olduğu Montaigne’i imar etmekten hoşlanırdı. Ev işlerinde onu örnek almayı ve onun kurallarını uygulamayı seviyorum ve benden sonra gelenlerin de bu kurallara bağlı kalmalarını sağlayacağım. Bunun için elimden ne gelirse yapacağım. Babamın iradesini hâlâ üzerimde hissetmekten gurur duyuyorum. Bu kadar iyi bir babaya yaraşmayan bir yaşam görüntüsü vermekten Tanrı beni korusun. Eski bir duvar panosunu tamamlamaya ve kötü durumda bir binanın bir bölümünü düzenlemeye kalkıştığım zaman, kuşkusuz bu kendi zevkimden ziyade onun isteği doğrultusunda oldu. Muhtemelen ailenin bu eve sahip olacak ve burada izini bırakacak son bireyi olacağımdan, onun güzel evinde başlayıp da yarım kalmış işlerini tembelliğimden dolayı tamamlamadığım için kendime kızıyorum. Özellikle özen göstermeme gelince, ne çok çekici olduğu söylenen bayındırlaştırma zevki, ne av, ne de münzevi bir hayatın başka zevkleri beni fazla eğlendirebiliyor. Beni hataya düşüren tüm diğer fikirler gibi bu da kendimi kınadığım şeylerden biridir. Görüşlerimin kolay ve hayata elverişli olmalarından kaygı duyarım, güçlü ve sağlam olmalarından değil; yararlı ve hoşsalar yeterince gerçek ve sağlıklıdırlar.

Benim ev yönetimi konusunda yeteneksiz olduğumu dile getirdiğimi duyanlar, bu işleri küçümsediğimi, toprak sürme araçlarını, mevsimlerini, sırasını, şarabın nasıl imal edildiğini, nasıl aşı yapıldığını, bitkilerin ve meyvelerin şekillerini ve adlarını, yediğim yiyeceklerin nasıl hazırlandığını, giydiğim kumaşların adlarını ve fiyatını öğrenmekten kaçındığımı kulağıma fısıldarlar; daha büyük bilimlerle ilgilendiğim için canıma okurlar. Oysa bu bir salaklıktır, şandan çok budalalıktır. İyi bir mantıkçı olmaktansa iyi bir seyis olmayı tercih ederim.

“Neden daha yararlı bir şeyle uğraşmıyorsun? Örneğin kamışla ya da esnek sazlarla sepetler örmüyorsun?” (Virgilius, Çoban türküleri, II, 71)

Fikirlerimizi genel sorularla bizsiz de pekâlâ giden evrensel nedenlerle ve süreçlerle karmakarışık hale getiriyoruz. Kendi durumumuzu ve bizi genelde insandan daha çok ilgilendiren Michel’i bir kenara bırakıyoruz. Normal olarak çoğu zamanımı evimde geçiriyorum ve evimde de başka yerlerde olduğumdan daha mutlu olmayı isterim.

“Yaşlılığımı orada geçirebilsem. Denizde ve karada bunca yolculuktan ve askerlikten yorulmuş olarak orada huzuru bulabilirsem?” (Horatius, Odlar, II, VI, 6)

Üstesinden gelebilir miyim bilmiyorum. Keşke babam miras olarak başka şeyler yerine yaşlılık günlerinde evine beslediği şu tutkulu aşkı bana bıraksaydı. Kendi arzularını servetiyle sınırlamaktan ve elinde olanlarla yetinmekten mutluluk duyuyordu. Siyaset felsefesi, uğraşımın bayalığını ve kısırlığını istediği kadar eleştirsin, yeter ki bir kez olsun babam gibi tad alabileyim. En onurlu görevin halka hizmet etmek ve herkese yararlı olmak olduğunu düşünüyorum. “Zekâdan, erdemden ve her türlü üstünlükten yararlanmanın en mükemmel yolu, varlıklarını yakınlarıyla paylaşmaktadır.” (Cicero, De amicitæ, XIX).

Kendi payıma, ben bundan kaçınırım; bunun nedeni kısmen kendi bilincim (bu tür uğraşların yükünü ve bunları yerine getirme olanağının az olduğunu bilincim sayesinde görürüm; her türlü siyasal yönetimin ustası Platon da bundan kaçındı) kısmen de tembelliğimdir. Kendimi zorlamadan dünyadan yararlanmaktan, bana da, başkalarına da ağır gelmeyen, hoşgörülebilir bir yaşam sürmekten hoşnutum.

İşlerin sorumluluğunu ve yönetimini bırakacak üçüncü bir kişi bulsaydım, hiç kimse tüm sorumluluğunu benim kadar gönül rahatlığıyla ona bırakmazdı. Şu anki dileklerimden biri, beni bu yaşlılık günlerimde hoş tutan ve rahat bir uykuya dalmamı sağlayan ve mülklerimin yönetimini ve kullanımını tümüyle ellerine teslim edeceğim bir damat bulmaktır. Bunu benim yaptığım gibi yapsın, benim yerime kazandığım gibi kazansın, yeter ki gerçekten minnettar ve dost bir kalp taşısın. Ne olmuş yani? Günümüzde kendi öz çocuklarımızın dürüstlüğünü bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz.

Ben yolculuktayken kasamı elinde tutan kişi, onu tamamıyla ve denetimsiz bir biçimde kullanabilir: Nasıl olsa, tekrar tekrar hesap yapsam da yine beni aldatabilir; insan kılığına girmiş şeytan değilse, onu böylesine tam bir güven besleyerek iyi davranmaya bu şekilde mecbur ediyorum. “”Birçok kişi, aldatılmak korkusuyla onlara aldatmayı öğretti ve kuşkularıyla sadakatsizliklerine yol açtılar.” (Seneca, Ep., III). Hizmetimdeki insanlara karşı en sık uyguladığım yöntem onların hatalarını görmezden gelmek oluyor. Kötülüklere ancak gördükten sonra inanırım ve kötü örneklerle daha az bozulduklarına inandığım gençlere daha çok güvenirim. Her akşam “bugün üç, bugün beş, bugün yedi ekü harcadınız” diye kulağımı tırmalamalarındansa, iki ay sonunda dört yüz ekü harcadığımı söylemelerini tercih ederim. Ve bu şekilde yaparak da başkalarından daha az param aşırılmış oldu. Bilmezliğe el uzattığım doğrudur: Paramın hesabını belirsiz ve bulanık bir bilgi içinde muhafaza ediyorum; bir yere kadar ne kadar param olduğunu bilmemekten memnunum. Uşağınızın namussuzluğuna ya da sersemliğine bir parça yer açmak gerekir; kaderin aşırı cömertliği sayesinde kabaca yapmak istediklerimizden daha fazlasını yapabiliyorsak kendimizi kadere bırakalım: Hasat toplayıcının payıdır bu. Her şeyin ötesinde, uşaklarımın bana verdikleri zararı küçümsediğim gibi, bağlılıklarını da fazla önemsemem. Ah! Parasından gözünü ayırmamak, onu elinde tutup, tekrar tekrar saymak ne adi ve aptalca bir uğaşı! Pintiliğin başladığı yer burasıdır.

On sekiz yıldır malımı mülkümü idare ediyorum, ne zorunlu olarak bilmem ve ilgilenmem gereken tahvillerden, ne de başlıca işlerimi yapmaktan bir kazanç elde ettim. Geçici ve dünyevi şeylere karşı felsefi küçümseme değildir bu; zevkim bu kadar incelmiş değil ve bunları en azından değerleri kadar önemserim. Ama bu elbette tembelliktir ve bağışlanması mümkün olmayan çocukça bir ihmalkârlıktır. Bir sözleşmeyi okumaktan, tozlu kâğıtları silkelemekten, işlerimin kölesi olmaktan kaçınmak için ne yapabilirdim? Hiçbir şey bana kaygı ve üzüntü kadar pahalıyı mal olmaz, ben gevşek ve rahat yaşamayı seviyorum.

Yükümlülüğü ve köleliği olmasaydı, başkasının servetiyle yaşamak sanırım tam bana göreydi. Yakından incelenecek olursa, mizacıma ve konumuma göre, hizmetçilerimden ve uşaklarımdan çektiğim acıların, benden daha büyük ve beni biraz hoş tutan bir adamın hizmetinde çalışmaktan daha çekilmez, daha aşağılayıcı ve daha bezdirici olup olmadığını bilmiyorum. “Kölelik, kendi iradesine hâkim olmayan gevşek ve zayıf bir aklın bağımlılığıdır.” Cicero, Paradoxa, V, I) Evin küçültücü işleriyle ve kaygılarıyla uğraşmaktan kurtulmak için kendini yoksulluğun özgürlüğüne atan Crates daha kötüsünü yaptı. Ben bunu yapmayacağım; yoksulluktan acı kadar nefret ederim. Ama bu tür bir yaşamı daha az soylu, işlerine daha az zaman ayıran bir başka yaşamla seve seve değiştirirdim.

Evden uzaktayken bu tür düşüncelerden uzaklaşıyorum; bir kulenin çöküşü, beni bir arduvazın düşmesi kadar etkilemez. Ruhum uzaktayken rahatlar ama evdeyken bir bağcının ruhu gibi sıkılır. Atımın dizginindeki bir aksilik, üzenginin bir ucunun bacağıma çarpması bütün gün huzurumu kaçırmaya yeter. Yüreğim güçlüklere katlanır ama gözlerim dayanamaz.

“Duyular! Ey, tanrılar! Duyular!”

Evimde kötü giden her şeyden ben sorumluyum. Çok az efendi –benim gibi orta halli olanlardan söz ediyorum, tabii hâlâ varsa, onlar daha mutlu– paylarına düşen sorumluluğun önemli bir bölümünü başkasına bırakabiliyorlar. Bu sıkıntılar misafirlerimi ağırlama tarzımdan bir şeyler götürdü: Sevimsiz insanların yaptıkları gibi, belki de bir kişiyi inceliğimden ziyade mutfağımla tutabildim ve bu durum dostlarımın beni evimde ziyaret etmelerinden ve dost meclislerinden aldığım zevkten çok şeyler alıp götürdü. Soylu bir kişinin kendi evimdeki en aptalca davranışı, evin her türlü işiyle ilgilenirken, bir uşağın kulağına bir şeyler fısıldayıp, bir diğerini bakışlarıyla tehdit ederken görülmesidir; her şey alışıldık biçimde dinginlik içinde cereyan etmelidir. İster kendini bağışlatmak için ister övünmek için olsun, konuklarına onları nasıl ağırladığından söz edilmesi çirkin bulurum.

“Yemek tabakları ve bardaklar, bana kendi görüntümü yansıtıyor.” (Horatius, Ep., I, V, 23)

Bolluk kadar düzeni ve temizliği de severim ve evimde gösterişe kaçmadan, gerekli her türlü şeye özen gösteririm. Başka birinin evinde bir uşak kavga etse, bir yemek tabağı devrilirse buna sadece gülersiniz; evin beyi başuşakla birlikte bir sonraki gün sizi ağırlamak için etrafı toplarken siz uyursunuz.

Bunları kendi tarzıma göre konuşuyorum. Genelde belirli mizaçlar için dingin, refah içinde, iyi ve düzenli bir şekilde yönetilen bir evin ne kadar hoş bir uğraş olduğunu takdir etmekten geri kalmam; bunu kendime has yanlışlar ve düş kırıklıklarıyla bağdaştırmak istemem; ne de haksızlık etmeden kendi işlerine bakmanın en mutlu uğraş olduğunu söyleyen Platon’la çelişkiye düşmek isterim.

Yolculukta olduğum zaman sadece kendimi ve paramı nasıl kullanacağımı düşünmek zorundayım; bunun da tek bir temel ilkesi var. Benim için parayı biriktirmek fazlaca karmaşıktır; bundan hiç anlamam. Harcamaya gelince bu konuyu bir parça anlarım ve gerçekte temel kullanımı olan harcamayı açıklayabilirim. Ama kendimi buna fazla kaptırırım, bu yüzden harcamalarımda ölçüyü kaçırırım; tutumlulukla savurganlık arasında tutarsız ve karmaşık bir hal alır. Eğer harcama kendini gösteriyorsa, yararlıysa ve yüzümü güldürüyorsa, kendimi bir o kadar sıkarım.

Başkalarını hesaba katarak bu yaşama tarzını bize dayatan ister sanat, ister doğa olsun bize iyilikten çok kötülük yapıyor. Genel görüşe uymak uğruna kendimizi yararımıza olan şeylerden mahrum ediyoruz. Biz toplumun ortak değerlerine uyum sağlamak için kendi içimizdeki gerçek varlığımızla ilgilenmiyoruz. Aklından ve aklın iyi şeylerinden yalnız biz yararlanıyorsak; bu başkalarının gözü önünde sergilemiyorsak ve onaylarını almıyorsak, bunlar bizim için verimsizdir gibime geliyor. Yeraltında, kimsenin haberi olmadığı için fokurdayarak akan altın gibi olan insanlar var; kimileri bunu ince tabakalar ya da yapraklar halinde yayarlar. O kadar ki kimilerinde metelik altın sikkedir; kimilerindeyse tersine: herkes kullanıma ve değere görünüşüne göre değer biçer. Zenginliklere aşırı özen gösterme, cimrilik kokar; hatta bunların dağıtımı ve savrulması bile hesaplı ve yapaydır. Zenginlikler, üzerine titremeye ve dikkat göstermeye değmez. Parayı aklı başında harcamayı isteyen kişi, bunu dar, kısıtlı sınırlar içinde yapmalıdır. Parasını muhafaza etmek ve harcamak farklı şeylerdir; ancak irademize göre iyilik ya da kötülüğün rengini alırlar.

Bu uzak gezintilere beni sürükleyen diğer neden, toplumumuzun güncel adetlerinin bana aykırı gelmesidir. Kamu yararına olanı göz önünde bulundurarak çürümeden kolaylıkla teselli bulurdum;

“Demir çağından beter olan bu zamanlarda doğa bu cinayete ad koyamıyor ve hiçbir madeni adlandıramıyor.” (Juvenalis, XIII, 28)

Ama benim yararımı göz önünde bulundurunca olmuyor. Bundan özellikle ben acı çekiyorum. Çünkü çevredekilerle birlikte, iç savaşların sürüp giden karışıklıkları içinde çığırından çıkmış bir duruma düştük.

“Orada haklı ve haksız birbirine karışmış.” (Virgilius, Georgiques, I, 505)

Bu İç Savaş’ın sürüp gitmesi bir mucize.

“Toprağı sürerken baştan aşağı silahlılar ve durmadan sadece yeni eşkıyalıklar yapmak ve çapulculukla yaşamaktan başka bir şey düşünülmez oldu.” (Aynı eser, Ed., VII, 748)

Nihayet, insan topluluğunun bedeli ne olursan olsun direndiğini ve birbirine tutunduğunu kendi örneğimizden biliyorum; nasıl konulurlarsa konulsunlar, insanlar üst üste yığılıp diziliyor, bir çuvalın içine doldurulmuş birbirine uyumsuz eşya gibi oynaşarak ve iç içe sıkışarak, sanatla yerleştirildiğinden daha düzenli sıraya giriyorlar ve yerlerine oturuyorlar. Kral Philippus (Makedonyalı), bulabildiği en kötü ve en ıslah olmaz kişileri toplayıp, hepsini inşa ettirdiği, adlarını taşıyan bir kente yerleştirdi. Onların kötülükleri üzerine kendilerine uygun bir siyasal düzen ve normal toplum sistemi kurduklarını düşünüyorum. Bir, üç ya da yüz davranış değil, töreleşmiş ve kabul görmüş öyle insanlık dışı acımasızlıklar ve bana göre her türlü kötülüğün anası olan yolsuzluklar görüyorum ki, bunları düşündükçe dehşete kapılıyorum ve bunlardan nefret ettiğim kadar da şaşırıyorum. Böyle kötülükleri yapmak kusur ve bozukluk kadar ruh sağlamlığı ve güç ister. Zorunluluk insanları birleştirir ve bir araya getirir; bu rastlantısal birleşme sonradan yasalaşır. Aslında bunların içinde insan aklının doğuramayacağı kadar vahşice olanları ve bununla birlikte Platon ile Aristoteles’in yapabildikleri kadar sağlıklı ve uzun ömürlü varlıkları sürdürenler oldu. Kuşkusuz, hayal ürünü olan bütün bu yönetim betimlemeleri gülünç ve uygulanması imkânsız betimlemelerdir. En iyi toplum biçiminin ve bizi birbirimize bağlayacak en uygun kuralların önemli ölçüde ve uzun bir süreçte bozulması, aklımızın işleyişine uygun bozulmalardır ve sanatlarda, doğaları gereği tartışma olan ve bunun dışında hiçbir hayatı olmayan konular vardır. Bu tarz bir toplum tasarımı yeni bir dünyaya uygun olurdu; ama biz, Pyrrha [7] ya da Casmus’unkiler** gibi tüm parçalarıyla yaratılmış bir dünyada değil, önceden yaratılmış ve belirli geleneklerle donatılmış bir dünyadayız. Dünyayı yeniden düzeltmek ve tekrar düzene koymak için hangi yolu denersek deneyelim, insanları alışkanlıklarından vazgeçiremeyiz ve bunları tümüyle bıraktıramayız. Solon’a Atinalılar için mümkün olan en iyi yasaları yerleştirip yerleştirmediği soruldu. “Evet” diye cevap verdi, “hiç değilse kendilerinin de kabul etmiş olduklarını.”

Varro da aynı şekilde özür diledi: Din üzerine yeni şeyler yazmış olsaydı, bu konuda inandığı şeyi söylerdi, ama çoktan kabul görmüş ve şekillenmiş olduğundan, doğaya göre değil, daha çok geleneğe göre söyleyecektir.

Basit bir görüş değil gerçektir bu; her millet için en iyi, en mükemmel yönetim, içinde yaşadığı ve varlığını sürdürdüğü yönetimdir. Şimdiki durumumuzdan içtenlikle yakınıyoruz; Ama yine de bir halk devletinde azınlığın yönetimini ya da bir monarşide bir başka yönetim türünü arzulamanın bir hata ve bir çılgınlık olduğunu zannediyorum.

Devleti gördüğün haliyle sev; kralllıksa krallığı sev.
Azınlıkla ya da ortaklaşa yönetiliyorsa yine sev, çünkü Tanrı seni orada dünyaya getirdi.” (Pibrac’ın dörtlüğü)

Yakın zaman önce yitirdiğimiz, çok soylu bir ruha, sağlıklı fikirlere ve törelere sahip iyi kalpli Pibrac Beyi böyle konuşuyordu. Tam o sırada Fox Beyi’ni de yitirmemiz krallığımız için çok önemli bir kayıp oldu. Fransa’da içtenlikte ve yetenekte bu Gaskonyalı çiftin yerini dolduracak krallarımıza önerebileceğimiz bir çift çıkar mı bilmiyorum. Bunlar her biri kendi tarzında, çağımızda güzel ve ender rastlanan çok farklı ve sağlam ruhlardı. Ama şu halde onları kim çürümemiz ve alt üst oluşlarımızla pek az ahenkli ve az orantılı oldukları bu çağa yerleştirmişti?

Bir devlet için yenilikten daha kötü hiçbir şey yoktur; devlette yapılan değişiklik sadece adaletsizlik ve zorbalık getirir. Bir şey bozulduğu zaman düzenlenebilir; her şeyde doğal olarak meydana gelen ve bizi hareket noktamızdaki ilkelerden çok fazla uzaklaştırmayan çürümeye ve kokuşmaya karşı gelinebilir. Ama bu kadar büyük bir kitleyi yeniden kalıba dökmeye, bu kadar büyük bir yapının temellerini değiştirmeye kalkışmak, kiri çıkarayım derken silmekle, özel kusurları düzelteyim derken ortalığı birbirine katmakla ve hastayı iyileştireyim derken öldürmekle birdir. “Yönetim biçimini değiştirmekten daha çok yıkmaya hevesli.” (Cicero, De Officiis, II, I). Dünya kendini iyileştirmekten acizdir; üstüne binen yükten bedeline bakmadan kurtulmaya çalışır. Onun kendi olanaklarıyla iyileştiğini bin bir örnekle biliyoruz. Yükten kurtulmak, genel durumda düzelme yoksa iyileşme değildir.

Cerrahın amacı, hastalıklı eti yok etmek değildir; sadece tedavinin aşamalarından biridir bu. O, daha ileriye bakar; istediği orada doğal eti yeniden oluşturmak ve hastalıklı bölümü olması gerektiği duruma tekrar getirmektir. Acı veren şeyi sadece kendinin giderdiğini öne süren herhangi bir kişi amacına ulaşmaz; çünkü kötünün yerini hemen iyisi almaz: Onun yerini bir başka kötülük, hatta daha beteri alabilir. Sezar’ı öldürenlerin Roma devletini düşürdükleri durumu görünce yaptıklarından pişman olmaları gibi. O zamandan günümüze kadar buna benzer birçok olay meydana geldi. Çağdaşım Fransızlar, bundan kesinlikle söz edebileceklerdir. Tüm büyük değişimler devleti altüst edip düzensizlik içine sokar.

Bir devleti düzeltmek isteyen ve işe koyulmadan önce bu konuda düşünen bir kimse, henüz el atmadan bu işten soğur. Pacuvius Calavius bu yanlışı, akıllara yer edecek bir örnekle, bu yöntemi kullanarak düzeltti. Yurttaşları, kendisinin de büyük yetkeli bir resmi görevde bulunduğu Capouë kentinde yöneticilerine karşı başkaldırdığında o, bir gün Senato’yu bir saraya kapatmanın yolunu buldu; halkı kent meydanına davet etti ve uzun zamandır kendilerine zulmeden, artık tamamen kendi insafına kalmış yalnız ve silahlı zorbalardan intikamlarını tam bir özgürlük içine alabilecekleri günün geldiğini söyledi. Kurayla tek tek dışarı çıkarılmalarına karar verildi; her biri hakkında özel olarak hüküm verildi ve mahkûm edilenin yerine hemen iyi birinin getirilmesi koşuluyla suçlu bulunanları infaz ettiler. Bir Senatör’ün adı duyulur duyulmaz kalabalıktan itiraz çığlığı koptu. “Bu kişinin çıkarılması gerektiğini kesin görüyorum” dedi Pacuvius, “yaramaz birisi bu. Ona karşılık iyi birini alalım.” O zaman ani bir sessizlik oldu; Çünkü kimse ne karar vereceğini bilmiyordu. Ötekilerden daha yürekli birisi bir ad önerdi; işte bir sürü kusur bulma ve ret için iyi nedenlerle birlikte çok daha büyük bir protesto konseri! Adaylara karşı koyma ateşi daha da arttı ve ikinci senatör ve üçüncüsü daha şiddetle geri çevrildi. Görevden atma ve göreve getirme konusunda her kafadan bir ses çıktı. Bu tartışmadan bıkanlar, birer birer topluluğu terk etmeye başlarken, her biri en eski ve en iyi bilinen kötülüğün, yeni ve denenmemiş kötülükten daha tahammül edilebilir olduğu sonucunu ruhunda taşıyordu.

Acınası bir biçimde çırpındığımızı görüyorum; –bunun için neler yapmadık ki?–

“Heyhat! Yaralarımızın izleri, cinayetlerimiz, kardeş kıyıcı savaşlarımız bizi utanca boğuyor! Barbar bir yüzyılın çocukları olarak hangi zulümün önünde geri çekildik?
Suikastlerimizi nerelere taşımadık?
Tanrıların korkusu gençliğimizin elini tuttu mu?
Yıkmadık sunak mı bıraktılar?» (Horatius, Odlar, XXXV, 33)

Hemen şu sonuca varmayacağım:

“Salus tanrıçası, isteseydi bile, yine de bu aileyi kurtaramazdı.” (Terentius, Adelphes, perde IV, sahne VII, 43)

Bununla birlikte belki de son evremizde değiliz. Devletlerin devamlılığı muhtemelen aklımızı aşan bir şeydir. Platon’un dediği gibi anayasası olan bir devletin yıkılması çok zor ve çok güçtür. Sivil devlet çoğu zaman ölümcül iç hastalıklara, zorbalara, yöneticilerin taşkınlıklarına ve cahilliklerine karşı ve halkın bozuk ahlakına karşı direnir ve varlığını çoğu zaman sürdürür.

Başımıza bir iş geldiğinde, kendimizi bizden daha iyi durumda olanlarla karşılaştırıyoruz ve gözümüzü onlara dikiyoruz; kendimizi aşağıdakilerle kıyaslayalım: Avunacak bin örnek bulmayan tek bir bahtsız çıkmaz. Kendimizin üstünde olanı görmekle mutsuz, altımızda olanı görmekle mutlu olmak bizim kusurumuzdur. Bununla birlikte Solon diyordu ki, tüm kötülüklerden bir yığın yapılsaydı, bu yığının tümünden eşit olarak bölüşüp payını almayı kimse istemez, herkes kendi kötülğünü alıp götürmeyi tercih eder. Yönetimimiz sağlıklı değil. Ama bununla birlikte ölmüyorsa da ondan daha kötü olanları da var. Tanrılar bizimle top gibi oynuyor ve bizi istedikleri gibi evirip çeviriyorlar.

“Tanrılar, insanları top gibi kullanıyor.”  (Plautus, Tutsaklar’ın öndeyişi, 22)

Yıldızlar, bu türde neler yapabileceklerine en mükemmel örnek olarak Roma devletini seçtiler. Roma kendi bünyesinde bir devletin tüm görünüşlerini ve uğradığı tüm değişimleri barındırır; düzen ve düzensizliğin, mutluluk ve mutsuzluğun her türlüsünü kendi içinde taşır. Geçirdiği ve katlandığı tüm sarsıntıları ve çalkantıları görüp te durumundan umutsuzluğa kapılmayan var mı? Bir devletin üzerinde egemenlik kurduğu alanın genişliği onun sağlıklı olduğunun göstergesiyse (ben hiç de aynı görüşte değilim; Nicocles’e geniş topraklarda egemenlik kurmuş prenslere değil, elindekini iyi korumasını ve idare etmesini bilen kişilere imrenmesini öğreten Sokrates’i beğenirim) Roma en hasta olduğu zaman en sağlıklı dönemini yaşadı. Hiçbir devletin ilk imparatorlar yönetimindeki durumunu gözümüzde tam olarak canlandıramayız. Hayal edebilecek en yoğun, en korkunç karışıklıklar içindeydi, ama bunlara dayandı; monarşiyi sınırları içinde tutarak değil, çok çeşitli, birbirlerinden çok uzak, nefret dolu, kötü yönetilmiş ve haksız fethedilmiş onca milleti koruyarak varlığını sürdürdü.

“Ve kader, hiçbir millete yerin ve denizin hakimi olan bir milletten öç alma hakkı tanımaz.” (Lucanus, I, 82)

Her sallanan çökmez; çok büyük bir yapının tümünü birden çok çivi tutuyor. O, yaşlılığın temelini kemirdiği, harçsız ve çimentosuz ve bununla birlikte yaşayan ve özgün ağırlığıyla tutunan eski yapılar gibi eksikliği ile ayakta durur.

“Artık toprağa sağlam köklerle tutunmuyor; sadece kendi ağırlığıyla ayakta duruyor.” (Lucain, I, 138.)

Ayrıca bir yerin güvenliğini bilmek için sadece onun bedenini ve su çukurlarını incelemek iyi bir yöntem değildir; aynı zamanda oraya nereden girilebildiğine ve saldıranın hangi durumda bulunduğuna da bakmak gerekir. Dışarıdan saldırı olmadan kendi ağırlığıyla batan pek az gemi vardır! Oysa, çevremize bakarsak, çevremizde her şeyin yıkıldığını görüyoruz; ister Hıristiyan, istar başka bildiğimiz tüm büyük devletlere bakın, hepsinde açık bir değişme ve yıkım tehdidi görürüz.

“Onların da sakatlıkları var ve benzer bir fırtına hepsini tehdit ediyor.” (Virgilius’a atfen, Aeneas, XI, 422)

Müneccimler, istedikleri kadar bizi gelecekteki büyük değişiklikler, büyük dönüşümler konusunda uyarsınlar, onların kâhinlikleri güncel ve elle tutulur olup, bunları gidip gökyüzünde aramaya gerek yoktur.

Bu evrensel kötülük ve tehdit toplumundan sadece teselli değil, ayrıca devletimizin süreceğine ilişkin umut da çıkarmak gerekmektedir; çünkü doğal olarak her şeyin düştüğü yere hiçbir şey düşmez. Evrensel hastalık özel sağlıktır. Uyum yok olmanın en büyük düşmanıdır. Kendi adıma bu durumdan ötürü hiç umutsuzluğa kapılmam ve orada bizi kurtaracak yolları görüyor gibiyim.

“Belki de bir Tanrı, uygun bir dönüşle bu şeyleri düzeltir.” (Horatius, Epodes, XIII, 7)

Kim bilir? Belki Tanrı uzun hastalıklardan arınıp daha sağlıklı hale gelen bedenler gibi, onları hastalıkların yoksun bıraktığından daha eksiksiz ve kesin bir sağlığa kavuşturmayı istemiştir.

Bana en fazla sıkıntı veren şey, kendi hastalıklarımızın belirtilerini göz önüne aldığım zaman bunlarda bizim düzensizliklerimizin ve aptallığımızın sonuçları kadar, doğal olanları ve göğün bize gönderdiklerini de görmüş olmamdır. Yıldızlar bile bizim vademizi doldurduğumuza çoktan karar vermiş gibi görünüyorlar. Ve bizi doğrudan tehdit eden kötülüğü en yakınımızda görmek de bana acı veriyor; bütün ve sağlam kitlenin bozulması değil, onun ufalanması ve parçalanmasıdır bu: İşte en fazla korkulması gereken şey.

Şunu da söylemeliyim ki, bunlar olmayacak düşlerdi, (Denemeler’deki) en çok belleğimin beni yanıltmasından korkuyorum; onun bana dalgınlıkla aynı şeyi iki kez yazdırmasından kaygılanıyorum. Yaptığımı tekrar gözden geçirmekten nefret ediyorum ve bir kere kalemimden çıkanı istemeye istemeye okurum. Oysa buraya yakın zamanda öğrendiğim hiçbir şeyi getirmiyorum; bunlar sıradan düşüncelerdir ve belki yüzlerce kez aklımdan geçirdiğim için bunları daha önce kaydetmiş olmaktan korkuyorum. Gereksiz bir tekrar, Homeros’da bile her zaman can sıkıcıdır; Ama bir yararı olmayan, yüzseysel ve geçici şeyler için hiç kuşkusuz felâkettir. Yararlı şeyler söz konusu bile olsa, Seneca’da olduğu gibi ne olursa olsun bir şeyin birinin kafasına zorla sokulmasından nefret ediyorum. Stoacı ekolünün yaptığı gibi her konuda genel olarak kullanılan temel kural ve varsayımların enine boyuna tekrarlanması, hep ortak ve evrensel kanıtlarla nedenlerin öne sürülmesi hiç hoşuma gitmiyor. Belleğim her gün korkunç biçimde yıpranıyor;

Sanki boğazım kurumuşta, Lethe’nin uyuşturan sularından kana kana içmişim.” (Horatius, Epodes, XIV, 3)

Tanrı’ya şükürler olsun, şimdiye kadar bu bende henüz bir sıkıntıya neden olmadı; başkaları söylemeleri gerekeni düşünme anı ve fırsatı aradıkları sırada, kendime sonradan bağımlısı olabileceğim bir zorunluluk yaratma korkusuyla bundan böyle her hazırlıktan kaçınmam gerekecek. Bir şeye zorunlu olmak, hafızam gibi zayıf bir araca bağımlı olmak beni bocalatıyor.

Şu öyküyü her okuyuşumda içim sızlar: Lyncestez’i İskender’e karşı komployla suçlamışlardı; töreler gereği savunmasını yapmak üzere ordunun önüne çıkarıldığı gün, kafası can sıkıcı bir söylevle öyle karışmıştı ki, ağzından tereddütle ve kekeleyerek birkaç söz döküldü. Belleğiyle mücadele ettikçe ve onu yakladıkça daha bir bocalıyordu; işte o anda en yakınındaki askerlerin saldırısına uğradı ve mızrak darbeleriyle öldürüldü. Bocalaması ve sessizliği onlar tarafından itiraf olarak kabul edildi. Onun hapiste hazırlanmak için yeterli zamanı olduğundan, askerlere göre belleğini yitirmiş, vicdanı dilini dizginleyip, konuşma gücünü elinden almıştı. Ne güzel bir sonuca varmışlardı! Yer, hazır bulunanlar, bekleyiş sadece güzel konuşmak söz konusu olduğu zaman aklımızı karıştırıyor. Yaşamınızın bağlı olduğu bir söylev söz konusu olduğunda ne yapılabilir?

Bana göre, söylemem gereken şeye bağlı olmam bile ondan vazgeçmeme yardım eder. Kendimi tamamen belleğime bıraktığım, teslim ettiğim zaman, üzerine çullanıp onu bunaltırım; bu yükten korkuya kapılır. Belleğime bağımlı olduğum ölçüde özgüvenimi sarsacak kadar kendim olmaktan çıkıyorum. Ne denli onun tutsağı olduğumu saklamakta güçlük çektiğimi gördüğüm günler oldu. Fırsatlar vesilesiyle ortaya çıkıyorlarmış gibi beklenmedik, önceden kararlaştırılmamış hareketlerle konuşarak sesimde ve yüzümde engin bir yumuşaklık sergilemek isterim; güzel bir konuşma yapmak için hazırlıklı geldiğimi göstermektense, hiçbir şey söylememeyi tercih ederim; –bu, özellikle benim durumumdaki insanlar arasında hoş karşılanmaz– aklında tutamayanlar için çok büyük sorumluluk gerektirir. Hazırlıklar sağlayacaklarından daha fazlasını umut etmeye yol açar. Paltoyla iyi atlanmıyor diye hırka giyilir.

“Beğenilmek isteyen kişiden çok şey beklemekten daha kötü hiçbir şey yoktur.” (Cicero, Academ., II, IV). Hatip Curion ile ilgili olarak, konuşmasının planını ya da kanıtlarının ve gerçeklerinin sayısını üç ya da dört bölüme ayırdığı, bazen birini unuttuğu ya da bir iki ekleme yaptığı yazılır. Ben her zaman özenle bu küçük kusura düşmekten kaçındım; Çünkü sadece belleğime güvenmediğimden değil, ama bu tarz fazla yapay geldiği için bu tür vaatlerden ve önermelerden nefret ediyorum. “Askerlere daha az sadelik gerekir.” (Quintilien, Inst. orat., XI, I) Kısacası, bundan böyle resmi törenlerde artık konuşmamaya kendi kendime söz verdim. Çünkü insan yazdığını okurken, çirkinliği bir yana doğası gereği hareketsiz duramayanlar için de elverişsiz bir durum oluyor. Kendimi doğaçlamanın kucağına atmaya gelince, bunu daha az yapıyorum; çünkü gerekli ve önemli olanı birden söyleyemiyorum, ağır ve duyarsız kalıyorum.

Okuyucu, bu denememe ve resmimin öbür bölümlerinin üçüncü ekine izin ver!. Ekliyorum, ama düzeltmiyorum; bunun birinci nedeni, bir insan kendi kitabını dünyaya bıraktı mı, bence onun üzerinde artık hiçbir hakkı kalmaz. Elinden gelirse daha iyisini başka yerlerde söylesin; sattığı eseri bozmasın. Bu kişilerden bir şey satın alacaksan öldükten sonra alacaksın. Bunu eserlerini yayınlamadan önce düşünsünler! Arkalarından kovalayan mı var?

Kitabım hep aynı; ne var ki satın alan eli boş dönmesin diye yenilemeye başlayınca, iyi yapıştırılmamış koruma işi gibi, bazı süslemeler eklemeye izin veriyorum. Bu ona bir fazladan değer kazandırmak içindir, ilk biçimini bozmaz; ama gönüllü küçük inceliklerle daha sonraki baskıların her birine özel bir değer katar. Bundan dolayı tarih sırasında bazı kaymalar meydana gelebiliyor; öykülerim, zorunlu olarak tarihlerine göre dizilmiyor, elverişli olmalarına göre yer alıyorlar.

İkinci olarak; bakış açımı yitirmekten korktuğum için düzeltme yapmıyorum. Aklım hep ilerlemiyor, aynı zamanda geriliyor da. Düşüncelerim ilk düşüncelerim mi ya da ikinci yahut üçüncü mü ya da şimdiki veya eskisi mi diye pek kuşkuya kapılmam. Kendimizi de çoğunlukla başkalarını düzelttiğimiz kadar aptalca düzeltiyoruz. Bin beş yüz seksenli yıllardaki ilk yayınlarımdan beri bir hayli yaşlandım; Ama bir gıdım bilgeleşmiş olduğumdan çok kuşkuluyum. O zamanki benle şimdiki ben elbette bir ikiz meydana getiriyor ama hangisi en iyisi? Olumlu bir değişmeye doğru ilerliyorsak, yaşlanmak güzel olacaktır. Ama bu sendeleyerek, başı dönen, yeri zamanı belirsiz bir sarhoş yürüyüşü de olur ya da talihin cilvesi rüzgârın hâlâ keyfine göre sürüklediği saman çöpleri de olur.

Antiochus, Akademi’nin lehine ateşli yazılar kaleme almıştı; yaşlılık günlerinde karşı tarafı tuttu. Hangi tarafı izlersem izleyeyim Antiochus’u izlemiş olmuyor muyum? Kuşkuyu ortaya koyduktan sonra, insan düşüncelerinin kesinliğini ortaya koymak kesinliği değil kuşkuyu ortaya koymak değil midir? Ve ona daha uzun bir ömür verilmiş olsaydı, bu ömrün getireceği düşünce karışıklıkları daha iyi değilse de daha mı farklı olurdu?

Halkın sevgisi, beni umduğumdan daha yürekli yaptı. Ama en fazla korktuğum bıktırmaktır. Benim çağımdan bir bilginin yaptığı gibi can sıkmaktansa iğnelemeyi yeğlerim. Övgü, her zaman hoştur; kimden geldiği ve ona kimin yol açtığı önemli değildir. Ama tam anlamıyla övgünün keyfini çıkarmak için nedenlerini öğrenmek gerekir; o halde, yetkinlikten uzak olanlar bile kendilerini değerlendirmeyi biliyor. Avam ve sıradan değerlendirmeler çoğunlukla yanıltıcı olur. Ve benim zamanımda halkın beğenisi en fazla kazanan yazılar en kötü yazılan mıdır diye yanılgıya düştüm. Kuşkusuz, benim değersiz çabalarımı iyi yanından almaya lutfeden seçkin aydınlara teşekkürlerimi sunuyorum. Yetisini ancak kendisinin ortaya koyabildiği bir konu kadar kusurun ortaya çıktığı başka yer yoktur. Okuyucu, bir başkasının düşüncesiyle ya da dikkatsizliğiyle buraya sızmış hatalar yüzünden bana kızma. Her elin, her işçini bunda payı vardır! Ne yazıma (sadece eski tarz imlânın izlenmesini isterim), ne de noktalamaya karışırım; Çünkü her ikisinde de pek uzman değilim. Bunlar gerçekten anlamı tümüyle bozsalar da çok fazla kaygılanmam; Çünkü hiç olmazsa suç benden gitmiş olur. Ama pek sıkça olduğu gibi yanlış anlam yüklerlerse ve kendi tarzlarına uydururlarsa eserimi mahvederler. Bir düşünce bana uymuyorsa, duyarlı bir kişi onu benim yerime silebilmelidir. Benim ne kadar tembel olduğumu, yaratma tarzımın ne kadar özel olduğunu bilen biri, bu çocukça düzeltme için Denemeler’i yeniden okuma zahmetine katlanmaktansa yeni baştan yazdıracağıma kolayca inanacaktır.

Az önce bu yeni çağ madeninin en derinlerine iyice inmişken, benim ahlakımdan ve düşüncelerimden ayrı olan insanlarla içli dışlı olmaktan yoksun kaldığım gibi –çünkü bunların oluşturduğu bağ diğerlerinden ayrılıyor– istedikleri her şeyi yapan ve bunun yasal olduğuna inanın insanlar arasında yaşama riskini de göze aldım. Beni ilgilendiren tüm özel koşulları sayarken, yasaları savunan kişiler arasında benim kadar zarar gören başka birine rastlamadım. Ateşlilikleri ve hırslarıyla yiğitlik taslayan kişiler, iyice düşünülecek olursa, benim yaptığım kadarını yapmıyorlar.

Evim her zaman açık, herkesi kabul eden bir ev oldu; çünkü evimi bir savaş aracı haline getirmeye kalkışmadım, savaşı hep çevremden uzak tutmaya çalıştım. Şu halde evim, yakın çevrede belirli bir sevgiyi hak ediyor ve kimse benim evimde bana kafa tutamaz. Bu kadar uzun süren bir fırtınada ve çevredeki bu kadar değişim ve çalkantıda evimin kana ve yağmaya bulaşmamış olmasını olağanüstü ve örnek bir sonuç olarak görüyorum. Çünkü aslında benim mizacımda bir adamın her ne olursa olsun kalıcı ve sürekli bir tehditten kaçıp kurtulması mümkündür. Ama çevremdeki düşman istilaları ve akınları, kaderin değişkenlikleri ve iniş çıkışları, şimdiye kadar ülkenin mizacını sakinleştirmekten daha çok kızıştırdı; üstesinden gelinmez tehlikelerin ve güçlüklerin yükünü taşıyorum. Bundan kaçıp kurtuluyorum; Ama bunun adaletle değil de servetle ve bilgelikle olması beni tiksindiriyor; yasaların koruyuculuğundan başka bir şeyi himayesinde bulunmak hoşuma gitmiyor. Durum öyle bir hal aldı ki, neredeyse başkasının lütfuyla yaşıyorum, bu da büyük bir gönül borcu doğuruyor. Güvenliğimi, yasalara saygılı olmamı beğenen büyüklerin iyiliğine ve iyi niyetlerine; özgürlüğümü kendime ve kendimden öncekilerin gönül okşayıcı tutumlarına borçlu olmayı istemiyorum. Farklı biri olsaydım ne olacaktı? Kişilerle ilişkilerimin tarzı ve içtenliği komşularımı ve hısımlarımı benim adıma borçlu kılıyorsa; o zaman şunu da söyleyebilirler: «Tüm komşu kiliseleri yağmaladığımız ve yıktığımız için, evindeki şapelde özgürce tapınmasına izin veriyoruz ve karılarımızı ve sığırlarımızı sakladığı için mallarını ve özel yaşamını korumasına da izin veriyoruz.» Bunu diyebilmeleri ne kadar acı veren bir şeydir. Uzun zamandan beri evim, yurttaşlarının mallarının koruyan ve saklayan Atinalı Licurgus’a yapılan övgüden payını alır.

Oysa ben, ödül ve bağışlarla değil, hukukla ve devlet gücüyle yaşamak gerektiğini savunuyorum. Kaç onurlu kişi minnettar olmaktansa yaşamını yitirmeyi yeğledi! Türü ne olursa olsun zorunluluktan kaçarım; ama özellikle de, onur görevi saydıklarıma bağlı kalmaktan sakınırım. Benim için bana verilenden daha değerli hiçbir şey yoktur ve bu yüzden, borçla bağlı olmaktan ötürü iradem ipotek altında kalır. Parayla satılan hizmetleri seve seve kabul ederim; çünkü o zaman sadece para söz konusudur. Beni onur yasalarıyla bağlayan düğüm, toplumsal baskı düğümünden çok daha güçlüdür ve bana çok daha ağır gelir. Bir noter beni çok daha gevşek bağlarla bağlar. Açıkça bana güven duyulduğunda vicdanımın daha çok bağlanması akla uygun değil mi? Aksi halde benim güven duygum onlara hiçbir şey borçlu değildir çünkü dürüstlüğüme ödünç verilmiş hiçbir şey yok. Sözümü bozmaktansa, kapatıldığım duvar ve yasalardan yapılma bir hapishaneyi yıkmayı yeğlerim. Vaatlerimi tutmaya gelince, bağnazlık derecesinde titizim ve herhangi bir konuda kayıtsız şartsız seve seve yaparım bunu. Kuralıma sıkı sıkıya bağlı olduğumdan, en önemsiz vaatlere bile önem veririm, yerine getirmeden içim rahat etmez. Hatta özgürce giriştiğim işlerde bile, bunları nereye kadar götüreceğimi söylersem kendimi buna zorluyormuşum gibi gelir ve bunu yerine getirmek için kendime buyruk veririm; söyleyince vaat etmişim gibi olur. Bu nedenle, tasarımlarımı pek açığa vurmam.

Kendimi mahkûm etmem, beni ortak sorumluluğa göre değerlendiren yargıçların mahkûm etmesinden daha kırıcı ve serttir. Vicdanın baskısı çok yoğun ve çok serttir. İstemediğim halde beni göreve sürüklüyorlarsa, o zaman görevi gevşekçe yerine getiririm. “Bir eylem ancak isteyerek yapıldığında doğrudur.” (Cicero, De officiis, I, IX).

Eğer eylem özgürlüğün görkemine sahip değilse, onda ne güzellik, ne de onur vardır.

“Yasanın beni yapmaya zorladığı şeyi, isteyerek yapmam.” (Terentius, Adelphes, III, 44)

“Çünkü bir iş buyrulduğu zaman, buyurana saygı gösteriyoruz, boyun eğene değil.” (Valerius Maximus, II, II, 6)]. Bu yolu, adaletsizlik derecesinde izleyenleri biliyorum. Bunlar geri vermezler, daha ziyade verirler; ödemezler daha ziyade borç verirler; iyilik yapmak zorunda olduklarında cimrice, gıdım gıdım verirler. Ben o kadarını yapmam, ama onlardan aşağı da kalmam.

Bir dostluk görevi borçlu olduğum kişilerden doğal olarak ya da rastlantıyla gördüğüm nankörlükleri, ithamları ve kötülükleri bazen bir kâr saydım borcumdan kurtulmak için hatalarını bahane ettim. Bununla birlikte, toplumsal hayatın gerektirdiği şeyleri ödemeyi sürdürüyorum; sevgiyle yapacağımı adalet gereği yaparak ve bu şekilde iç irademi gerginliklerden bir parça kurtararak büyük bir rahatlama duyuyorum:”Dizgini boşalmış bir araba gibi, içinden kopan iyiliği de dizginlemek ihtiyatlı bir iştir.” (Cicero, De amicitia, XVII). Kendimi bir şeye adadığım zaman bendeki bu irade, en azından hiçbir şekilde itilip kakılmayı istemeyen bir adam için son derece gerekli ve baskındır. Ve irademi bu tarzda düzenlemek, yakınlarımın neden oldukları sıkıntılar için bana teselli veriyor. Benim için onların buna değmemesi üzüntü vericidir; Ama hiç değilse onlara bir şeyden yapmadan ve gönül koymadan kendimi kurtarıyorum. Başı kel ve kambur olduğu için çocuğunu daha az seven kişiyi anlıyorum; sadece, yaramaz olduğu zaman değil, Ama yaramaz ya da az yetenekli (madem ki Tanrı’nın kendisi bile bu durumda doğal değerinden biraz düşürmüş) olduğu zaman da sevmemesini anlıyorum. Yeter ki, bu sevgisizlik içinde ılımlı ve adil davransın. Bende, yakınında olmak hataları hafifletmez, daha ziyade ağırlaştırır.

Michel de Montaigne
Denemeler (IV. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar | Say Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz