“Cehennem bu dünyadaki yaşamdır!..”
Das Schloss, Kafka tamamlanmamış bütün romanları gibi, tuhaf ve muammalı bir edebi belgedir, şaşkınlık uyandırır; çeşitli, çelişik ve uyumsuz yorumlara esin kaynağı olmuştur. Dava gibi bu eser de dinsel ve teolojik çok sayıda okumanın konusu olmuştur. Bu eserin dinsel boyutuna dair en etkin “pozitif” okuma Max Brod’unkidir.
Brod, Şato’nun birinci baskısına ünlü önsözünde (1934) şunu yazmakta tereddüt göstermez: “Kafka’nın girme hakkını elde edemediği, hatta gerektiği gibi yaklaşamadığı bu ‘Şato’, tamı tamına teologların verdiği anlamda ‘Lütuf’tur, insanların yazgılarını yöneten Tanrı idaresidir (“Köy”)… Dava ve Şato, Kabala’ya göre Tanrısallığın kendini bize sunduğu iki biçimi –Adalet ve Lütuf– göstermektedir.” Şato’daki yüksek şahsiyetleri son derece tiksindirici bir açıdan ortaya koyan roman bölümleri bile (Sortini’nin Amalia’ya müstehcen mektubu) Brod tarafından “ahlakın kategorileri ile dinin kategorilerinin çakışmadığı”nın kanıtı olarak yorumlanmıştır. Walter Benjamin tarafından savunulamaz olarak nitelenen ve eleştirmenlerin de giderek bir kenara attıkları böyle bir okuma şifresinin kabaca uygunsuzluğu üzerinde durmaya bile gerek yoktur.
Brod’un arzu ettiği gibi Lütuf sembolü olarak görülmekle alakası olmayan Şato, daha ziyade cehennemi bir mantığın ürünü olabilir. Erich Heller, Kafka’da hem bir mutlak özgürlük düşünün, hem de korkunç kölelik bilgisinin bulunduğunu haklı olarak gözlemlemektedir: Bu çözümsüz çelişkiden, “imandan geriye kalan tek şey” olan “lanetlenme inancı” doğar. Bununla birlikte Heller Kafka’nın eserinde bilinirci bir Manicilik saptanabileceğine, romandaki Şato’nun “bilinirci iblisler kumpanyasının son derece tahkimli garnizonu” gibi bir şey olduğuna inanırken haksızdır.
Kafka’nın bilinirci doktrinlerin bir yandaşı olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur ve bu tür yorum –Kabala’ya gönderme yapan yorum gibi– metnin oldukça dışında ve (Kafka’nın mektuplaşmalarından, günlüğünden vs. anlaşıldığı kadarıyla) yazarın bilgileri ya da kaygılarıyla ilişkisiz, alegorik, mistik ve ezoterik bir okumayı gerektirir. Kafka’nın dinselliği, sembolik figürlerden oluşan okült bir sistemden ziyade, belli bir Stimmung içinde, tinsel bir atmosfer, bir dünya duygusu ve modern insan durumu içinde kendini gösterir.
Günther Anders’in gayet doğru bir şekilde yazdığı gibi, “Kafka ne bir alegoriler manipülatörüdür ne bir sembolist.” Bununla birlikte, Anders eseri ve özellikle Şato’yu bilinirci yorumlama eğilimine direnemez. En olağanüstü basiret gücünü engin yanlış anlamalarla karıştıran Anders’in okuması, yazarın dinsel fikirlerini şu şekilde yorumlamaya çabalar: “Aslında, Kafka’da kuvvet bulan şey Marcioncu bir fikirdir; buna göre yaratan Tanrı bir ‘demiurgos’tur, dolayısıyla ‘kötü’dür –daha şaşırtıcı paralellik, Marcion’da bu yaratan Tanrı (Sevgi Tanrı’sının tersine), aynı zamanda ‘Kanunun, Eski Ahit’in Tanrı’sıdır. Kafka’da da tanrısal merci, Kanun ve ‘kötülük’ birbirine karışır.” Ama Şato’daki görevlilerin “kötülüğü”nde “tanrısal bir merci”yle ya da Eski Ahit’in Kanunuyla bir ilişki olduğuna dair romanda hiçbir şey yoktur. Marcioncu doktrinlerin, uzaktan ya da yakından, Kafka’nın tinsel kaygılarının parçası gözükmemesinden söz etmeye bile değmez.
Boyun Eğmeyen Hayalperest: Kafka inançlı biri miydi? – Michael Löwy
Martin Buber de “bilinirci iblisler”den söz etmektedir, ama Şato’yu, kefaretin yokluğundan ıstırap çeken (unerlöstheit der Welt) cehennemi bir dünya olarak tanımladığında dinsel evrene daha yakın durur. Gerçekten de Kafka, “cehennem bu dünyadaki yaşamdır” şeklindeki Strindberg’in inancını (Walter Benjamin’de de buna rastlanır) paylaşıyor gözükmektedir. Zürau aforizmalarından birinde şunu yazar: “Burada olduğundan daha fazla şeytansılık yoktur.” Bizi Mesih özlemine yönelten şey özellikle dünyaya bu tasalı bakıştır. Bu paradoksal diyalektiği Adorno’dan daha iyi algılamış kimse yoktur: Ona göre, Şato’da (ve Dava’da) bizim varoluşumuz “kefaretin bakış açısından cehennem” olarak sunulmuştur; “dünyanın çatlaklarını cehennemi bir yalazın içinde ortaya çıkartan” bir ışıkla aydınlanmıştır.
Bu düşkün dünyada, yalanın karşısına hakikati çıkarma yönündeki –K.’nınki gibi– tek tek her teşebbüs yenilgiye mahkûmdur. Kafka’ya göre, “bir yalan dünyasında yalan kendi zıddıyla bile ortadan kaldırılamaz, onu ancak bir hakikat dünyası yok edebilir.” Başka deyişle, mevcut dünyanın ortadan kaldırılması ve yerine yeni bir dünyanın konulması yoluyla. Dolayısıyla, cehennem metaforu da romanın Stimmung’unu gerçekten açıklamamaktadır: Şato’nun ortamında beşinci çembere patetik iniş diye bir şey yoktur; daha ziyade yalın ve ironiktir. Roman Teorisi’ndeki Lukács’ın ifadesi buna uygulanabilir: “Yazarın ironisi Tanrı’sız dönemlerin negatif mistiğidir.”
Bilindiği gibi, romanın mimarisi üç temel figür etrafında inşa edilmiştir: Şato, köy ve kadastrocu K. Birincisinden başlarsak, bu mitsel şato, yakından bakıldığında, “görünüşte hepsi taştan köy evlerin”den oluşan “oldukça yürekler acısı küçük bir kasaba” olarak görülür. Teolojik, sembolik ve alegorik yorum seli karşısında, belki de biraz daha fazla ihtiyatlı olmak gerekecektir: Peki ya Şato başka bir şeyin simgesi değil de yalnızca bir şato’ysa, yani dünyevi ve insani bir iktidarın merkeziyse? Böyle bir okumada bu “Şato”, “köy”ün belirttiği halkın karşısında iktidarı, otoriteyi, devleti temsil eder. Kaba davranışlı bürokratlardan oluşan bir makine aracılığıyla köyü yöneten, uzak ve keyfi iktidar açıklanamaz ve kesinlikle anlamdan yoksundur. Binanın kendisi –idari aygıtın zirvesindeki merkez– erişilmez ve nüfuz edilmezdir; Schloss teriminin Almanca etimolojisinin belirttiği gibi kapatmadır.
Bu iktidar, genellikle sanıldığı gibi, Avusturya-Macaristan monarşisi gibi arkaik bir despotizmin iktidarı değildir. Kafka’yı ilgilendiren şey, geleneksel ve kişisel otorite figürü değildir: Kont Westwest romanda önemsiz bir kişiliktir. Onun sorguladığı şey (anarşistler gibi), daha ziyade, bürokratik, hiyerarşik ve kişisiz, otoriter ve yabancılaşmış aygıtıyla birlikte modern devletin despotik temelleridir. Ve bunu gözde silahıyla yapar: ironi. Daha doğrusu, gerçeküstücülerin anladığı anlamda, bu tamamlanmamış eserin temel bir boyutu olan kara mizahla.
İktidarın idari sistemi nasıl işlemektedir? Kusursuz ve yanılmaz olduğunu ileri süren bir yapı söz konusudur: “Bizim idari örgütlenmemiz çatlaksızdır (lückenlos)”, der memur Bürgel. Aynı ölçüde de irasyoneldir… Beşinci bölümde Kafka, bürokratik evrenin ve K.’nın “gülünç karışıklık” (lächerliche Gewirre) olarak nitelediği –ama bireylerin yaşamına karar veren bir karışıklık– bu “resmi” kargaşanın trajikomik bir parodisini çizer. Bu sistemin içsel, değirmi ve boş mantığı, belediye başkanının bir cümlesinde ortaya çıkar: “Yalnızca kusursuz bir yabancı sizinki gibi bir soru sorabilir. Teftiş hizmetleri var mı? Yalnızca bu var zaten. Kuşkusuz ki, sözcüğün kaba anlamında hataları araştırmakla görevli değiller, çünkü asla hata noktasına varmaz, sizin durumunuzda olduğu gibi bir hata ortaya çıksa bile, bunun bir hata olduğunu kim kesin olarak söyleyebilir ki?” Belediye başkanı bürokratik makinenin bütününün yalnızca birbirlerini denetleyen denetim sistemlerinden oluştuğunu ileri sürer. Ama denetleyecek hiçbir şey olmadığını hemen ekler, çünkü gerçek hata yoktur. Her cümle bir öncekini inkâr eder ve nihai sonuç “idari” anlamsızlıktır. Kafka’nın ironik ve berrak bakışı, onu acımasızca “parçalayan” bürokratik söyleme aşina bir gözlemcinin bakışıdır.
Bu sırada, arka planda, bir şey yavaş yavaş büyür, sınırsızca yayılır ve her yanı istila eder: Resmi kâğıt, Kanzleipapier, yani Kafka’ya göre işkence çeken insanlığın zincirlerinden ibaret kâğıt. Bir kâğıt okyanusu belediye başkanının odasını kaplar. Bir kâğıt dağı Sordini’nin bürosunda birikir. Bir kâğıt –K. ile ilgili dosya– topu birbirlerine atan A ve B bölümleri arasında defalarca gidip gelir, yolculuk eder ve sonunda Şato’nun kırtasiyeci labirenti içinde kaybolur. Sanki Max Weber’in övdüğü çok etkili “yetki alanlarının ayrımı”nın hince bir karikatürü gibidir.
Bu sayısız fiş, sonsuzca yığılmış bu dosyalar, dolaplardan taşan bu protokoller neye yarar? Kadastrocudan bir form doldurmak amacıyla bilgileri kesin bir buyrukla isteyen Momus’un itiraf ettiği gibi, Klamm bu protokollerin hiçbirini asla okumaz! Bu Kanzleipapiere’ler artık araç değil, kendinde amaçlardır: formun amacı son tahlilde formun kendisidir…
Bürokratik yabancılaşmanın doruk noktasına belediye başkanı resmi aygıtı özerk bir makine olarak, insanın katılımından geçen bir otomat olarak tanımladığında erişilir: “İdari aygıt, kendi içinde önemsiz olsa da aynı olayın yıllardır dayattığı gerilim ve kızgınlığa sanki katlanamıyor da, sonunda kalkıp memur da olmadan kendi başına karar alıyor gibidir.” Kafka bir tür bürokratik perpetuum mobile, özerkleşen ve kendi etrafında boşlukta dönen idari bir aygıt tanımlar. Dolayısıyla, –yine incelikli bir mizahla– bürokratik sistemi şeyleşmiş bir dünya olarak gösterir; burada bireyler arasındaki ilişkiler bir şey, bağımsız bir nesne, kör bir çark düzeni olur. Burada modernitenin merkezindeyiz, en kişisellikten uzak ve “mekanik” olarak sahip olduğu şeydeyiz. Şato’daki bürokratik sistemin temsili tasarımı, Max ve Alfred Weber gibi dönemin sosyologlarının tasarımıyla karşılaştırıldığında kuşkusuz bazı benzerlikler saptanır, ama özellikle önemli ayrımlar görülür. Birçok yorumcu Kafka’nın şatosundaki bürokrasinin ve –kuşkusuz ki Kafka’nın hiç okumadığı bir yazar olan– Max Weber’in bürokrasisinin ortak noktaları olduğunu gözlemlemişlerdir: işlevsel hiyerarşi, yetki alanlarının katı dağılımı, sistematik yazılı kayıtlar, belirgin düzenlemeler. Bununla birlikte, Weber ile Kafka arasındaki “seçmeli yakınlıklar” üzerine en derin incelemenin yazarı olan José Maria Gonzales Garcia’nın kabul ettiği gibi, Weber’in, Kafka’nın tersine, Almanya’da güçlü devlet (Machtstaat) yanlısı bir nasyonal-emperyalist olması başta olmak üzere, farklılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir. Ayrıca, daha kişisel kimi müdahalelerinde dünyanın bütünüyle bürokratikleştirilmesinin temsil ettiği tehditten endişe duysa da, bürokratik sistemin rasyonelliğine ve etkinliğine de inanmış biriydi. Max Weber’in Kafka’nın anti-bürokratik duyarlılığına en yakın yazıları arasında 1909’da Viyana’da Toplumsal Politika Birliği’nin oturumundaki konuşması belirtilebilir: “Bürokrasiye olan bu tutku bizi umutsuzluğa sevk etmeye yeterlidir. Önemli sorun, bu evrimi nasıl gerçekleştireceğimizi ve teşvik edeceğimizi bilmek değil, insanlığın bir bölümünü bu tinsel parçalanmadan, bürokratik yaşam tarzının bu yüce tahakkümünden kurtarmak için bu makineleşmeye nasıl karşı konulacağını bilmektir.”
Kafka kişisel olarak tanıdığından, (Max Weber’in küçük kardeşi) Alfred Weber’le ilişkisi sorunu başka türlüdür: Alman profesör 1906 yılında Prag üniversitesindeki hukuk doktora jürisine başkanlık etmişti. 1910 yılında sosyoloğun Neue Rundschau adlı süreli yayında çıkmış olan “Memur” başlıklı makalesini yazarın okumamış olması imkânsızdır (Kafka buna aboneydi). Bu makale ile Kafka’nın yazıları arasında gerçekten etkileşimler vardı: Örneğin, Alfred Weber “bürokrasi çağının gelişi”nden endişelendiğinde ve bürokrasiyi “bizim yaşamımızda yükselen dev bir aygıt (Aparat)” olarak, kişilerin bağımsızlığını ortadan kaldıran, sınırsız bir otorite ihtiyacı duyan ve gerçek bir puta tapmanın konusu olan (Götzedienst vor den Beamtentum) monoton ve sıkıcı “ölü mekanizma” olarak teşhir ettiğinden bu benzerlik ortadadır. Bu sonuncu saptama akla hemen Şato’daki üst düzey memur Klamm gibi bir kişiyi getirmektedir; bazı köylüler ona bir tür dinsel ibadette bulunmaktadır. Bununla birlikte, burada da farklılıklar çarpıcıdır: Alfred Weber memurluk mesleğine mahkûm edilmiş olan toplumun orta ve üst tabakalarının yazgısı hakkında kaygılanırken, Kafka devasa idari makinenin öğüttüğü paryalarla ve dışlanmışlarla ilgilenmektedir. Dolayısıyla Kafka’nın yaklaşımı gayet özgün ve tekildir ve onun “aygıt”ın işleyişini algılama tarzı, eleştirel bile olsa sosyologların bilgiç analizlerindense, bürokratik labirentte kaybolmuş sıradan insanlarınkine yakındır.
K.’nın gözünde Şato, tıpkı Josef K.’nın gözünde Dava’daki mahkeme kadar erişilmezdir. Kadastrocuya göre memurlar, tıpkı köylülerin büyük çoğunluğu için olduğu gibi, uzak ve dokunulmazdır. Onların davranışları soğuk ve kişisellikten uzaktır: Memurlar, der Bürgel, “yönetilenlere hiç saygı göstermezler”, “görevlerinin şaşmadan yerine getirilmesi”yle ilgilenirler. Köydeki insanlarla girdikleri tek “insani” ilişki, halktan kadınlara dayattıkları –en kaba anlamda– cinsel ilişkidir. Senyörlerin geçmişte kalmış ilk gece hakkını hatırlatan bu unsur, romandaki ender “modern-öncesi” yanlardan biridir. Tabii eğer Kafka, kadınların cinsel bakımdan sömürülmesinin en rasyonel ve en modern idari hiyerarşiyle kusursuzca bağdaştığını göstermek istememişse… Velhasıl, Şato’da, dönemin edebiyatında dengine pek az rastlanan kadınlar üzerinde erkek egemenliğinin kaba ve baskıcı bir tablosunu çizer. “Klamm kadınlara askeri bir şef (Kommandant) gibi davranır”, bedenlerini keyfince kullanır diye yazarken, bu patriarkal sistem ile askeri ya da sömürge otoritesi arasında bir paralellik kurma çabasında gibidir, çünkü Strafkolonie’deki yüksek iktidarı belirtmek için kullanılan terimin aynısıdır bu.
Görünüşe bakılırsa, bu cinsel ilişkiler idari görevlerin kişisellikten uzaklığıyla çelişmektedir. Aslında, memurların kadınlarla ilişkileri dar anlamda kişisel ilişki değildir: Kadınlara kendi aralarında değiş tokuş edilebilir figürler olarak ve basit cinsel tüketim nesnesi olarak davranılmaktadır. Klamm ile hancı Gardenia arasında ne aşk vardır ne de herhangi bir kişisel ilişki: yatağına üç kez çağırdıktan sonra, memur artık bir daha çağırmaz ve kesin olarak unutur. Bazı bürokratların söyleminde cinsellik, idari aygıtın düzgün işlemesini kolaylaştırabilecek ya da bozabilecek bir öğe olarak anılır. Örneğin Sortini sinirlenir çünkü Amalia’yı görmek onu uyarmıştır ve bu da onun kendisini işine vermesini engellemektedir. Dolayısıyla ona derhal hana gitme emrini resmen bildirir, çünkü bu vicdanlı idarecinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamasına yarım saat yetmektedir. Aynı şekilde, eski metresi Frieda’nın yanına dönmesini talep eden kişi Klamm değildir, bu yüksek memuru çalışmaktan alıkoyabilecek her şeyi ortadan kaldırmayı dert edinmiş sekreter Erlanger’dir: “Bürodaki en ufak değişiklik, daima orada bulunan bir lekenin silinmesi, tüm bunlar kafa karıştırabilir; keza yeni bir hizmetçi de.” Ortadan kaldırılmaması gereken “çalışma masasındaki leke”nin pek de imrenilesi olmayan durumuna indirgenen Frieda “derhal bara dönmek zorundadır.” Yeni âşığı K. ise idari çalışmanın nesnel gereklerine uymak zorundadır, diye emreder Erlanger: “Onunla yaşadığınız söylendi bana, derhal geri dönmesini sağlayın. Kişisel duyguları dikkate almaya gerek yoktur, her şey doğallığında olur, bu nedenle hiçbir şeyi açıklamaya kalkışmıyorum.”
Dava’nın tersine, Şato’da cellat görülmez ve kimse öldürülmez. Şato köy halkı üzerinde korku ve itaat uyandırarak, çatlaksız bir tahakküm uygulamayı sürdürür. Köylü bilgeliği otelcinin, Klamm’ın sekreteri Momus hakkındaki bir gözleminde özetlenebilir: “Klamm’ın elinde alettir o, ona itaat etmeyenin vay haline!” Bu bahtsızlık Amalia’ya düşer, çünkü genç kız telafisi imkânsız bir hata işlemiştir: Memur Sortini’nin paslarını reddederek otoriteye meydan okumak. İdarenin başına karşı bu suçun cezası olarak Amalia ve tüm ailesi yalnızca Şato tarafından değil, parya ya da vebalı gibi onlardan kaçan tüm köy halkı tarafından da dışlanır. Yakınları yetkililerden boş yere af elde etmeye çalışırlar, ama hiçbir yakarı, hiçbir aşağılanma, hiçbir itaat göstergesi, hiçbir kendine eziyet –memurların uşaklarıyla ahırlarda yatan kız kardeş Olga– Şato’nun kararını değiştiremez. Bu umutsuzca bağış taleplerine bürokratların cevabı, idari mantığa kusursuz bir örnektir: özür dileyecek bir şey yoktu, çünkü “şu an için suçlama yoktu, tutanaklarda suçun izi bile olmayacak, en azından avukatların erişebildiği tutanaklarda, dolayısıyla, saptanabildiği kadarıyla, hiçbir dava açılmamıştır.”…
Kafka’nın romanlarında “iğrenç yanlar” diye adlandırdığı şeyi analiz eden Adorno –sırrına haiz olduğu sivri dilli ifadelerinden birinde– bunların, “iktidarın parmaklarının yaşam kitabının lüks baskısı üzerinde bıraktığı pislik izleri” olduğunu belirtir. Amalia ve ailesi üzerine bu yedi bölüm, romanın en dokunaklı bölümleri arasındadır. “Lanetli” ailenin uşak ruhu etkileyicidir. Ama Şato’nun bir emir ya da karar yayımlamasına gerek bile kalmadan onları vebalı gibi dışlayan ve sanki insan değillermiş gibi davranan diğer köylülerin uşaklığı daha da kötüdür. En kusursuz alçaklıktan kaynaklanır. Burada, La Boétie’nin kitabındaki güçlü politik anlamıyla, gönüllü köleliğin çarpıcı bir örneğiyle karşı karşıyayız. Elias Canetti romanın temasının “iktidar aracılığıyla aşağılama (Herrschaft)” olduğunu gayet doğru biçimde saptar ve şu yorumu ekler: “Yukardakilere itaate bundan daha berrak bir saldırı […] asla yazılmadı.”
Gönüllü kölelik teması Kafka’nın birçok başka metninde de görülür. Örneğin Brod tarafından Muhtelif Defter ve Kâğıtlar derlemesinde yayımlanan şu hikâyede: “İmparatorca yollanan albayın, bizim dağ kasabasını hangi yola başvurup egemenlik altında tuttuğunu söylemekten utanıyor insan. İstesek, komutasından üç, beş askerin elinden silahlarını alırdık; yardım çağırsa –ama nasıl yapabilirdi bunu?– günler, hatta haftalar geçer de, çağırdığı yardım yine kendisine ulaşmazdı. Diyeceğim, kasabada egemenliğini sürdürmesi, düpedüz bizim ona boyun eğmemizden kaynaklanıyor. […] Peki, onun iğrenç yöntemine neden katlanıyoruz? Kuşkusuz, yalnızca bakışlarından ötürü.” La Boétie gibi Kafka da itaatin, “bir”in “herkes” karşısındaki iktidarının tek temeli olduğu üzerinde durur. Bu fragmanda olduğu gibi Dava’nın sonunda da olduğu gibi bir utanç duygusuna yol açan itaat.
Bu albay ya da bir benzeri “Geri Çevrilme” hikâyesinde de görülür: “Birkaç asker halkı gözaltında tutuyor, ayrıca Albay’ın çevresinde bir yarım daire yapıyordu. Gerçekte bir teki bile yeterdi bu işler için, askerden korkumuz işte öylesine büyüktür.” Halkın, bir heyet tarafından saygıyla sunulan mütevazı taleplerine adam daima ast bir memur aracılığıyla cevap verir: “Dileğiniz kabul edilmeyip reddedilmiştir. Gidin!” Bununla birlikte, bu hikâyeyi diğer benzer anlatılardan ayırt eden şey, direniş tohumlarının önemli ölçüde varlığıdır: “Gelgelelim, benim gördüğüm kadar, belli yaştakilerin oluşturduğu bir grup var ki, durumdan memnun değil. Aşağı yukarı on yedi ilâ yirmi yaş arasındaki gençler hepsi; yani en sudan düşüncenin, hele devrimci bir düşüncenin etkisinin nerelere dek varabileceğini uzaktan yakından sezemeyen pek toy oğlanlar. Ve işte böyleleri arasına hoşnutsuzluk sinsice sokuluyor.” Bu iki metinde tiranik, kişisel türde ve gelenek üzerinde temellenen modern-öncesi nitelikte bir iktidarla karşı karşıyayızdır. Buna karşılık Şato’da, gördüğümüz gibi, bürokratik, modern, kişisiz, “idari” bir iktidar söz konusudur. Ama “alttakiler”in itaatkâr tutumu her iki durumda da benzerdir.
Köylülerin tutumu üzerine bir yorumda kadastrocu K. bu kendi kendini köleleştirmeyi eleştirmekte tereddüt etmez: “Burada siz yetkililere doğuştan saygılısınız; ömrünüz boyunca size her taraftan ve her türden telkin vermeye devam ediyorlar ve siz de elinizden geldiği kadar buna katkıda bulunuyorsunuz.” Bir akşam köye gelen ve köy sakinlerinin fazlasıyla kölece tavırlarını sorgulamaya başlayan bu kadastrocu adayı K. kimdir peki? Onu gerçek anlamda kabullenmeyen otelcinin karısından daha iyi kimse tarif edemez onu: “Siz şatodan değilsiniz, köyden değilsiniz; siz bir hiçsiniz. Heyhat, yine de bir şeysiniz, fazla gelen ve herkesi rahatsız eden bir yabancısınız, başımıza sürekli can sıkıcı işler açan birisiniz.” Söz konusu edilen kişi Yahudi midir, bu en yetkin yabancı mıdır, bu ebedi rahatsızlık verici, daima “fazla” olan mıdır? Hannah Arendt’in daha önce sözünü ettiğimiz yorumu bu yöndedir. Yahudilik durumunun bu kişinin uydurulmasında esin kaynağı olabileceğini inkâr etmesek de, evrensel bir şahsiyetin söz konusu olduğu aşikârdır: yabancı, göçmen, hiçbir şeye ait olmayan kişi, hiçbir yerden olan, Aussenseiter, outsider, yerleşik toplumsal yapı ve kurumların kıyısında olan kişi. Zygmunt Baumann, “evrensel yabancıların en bilinçlisi” olarak tanımladığı Kafka üzerine bir yorumda, romanlarının tek ve biricik kahramanı olan yabancıyı, özellikle köksüzlüğü, “doğal” odak ya da yer yokluğu nedeniyle evrenselliğin arketipi olarak görür.
Ama kadastrocu rasgele bir yabancı değildir: Eleştiride bulunmaya cesaret eden ve –küstahlığın daniskası!– hak sahibi olduğunu iddia eden kişidir… Kısacası, gönüllü köleliği reddeden kişidir. Köye geldiği andan itibaren yetkililere meydan okumakta tereddüt etmez, genç ve küstah memur Schwarzer’i, “Kontluk yetkilileri karşısında saygı talep ediyorum!” dediğinde, dolaşmaya gönderir. O akşam otelciyle bir sohbet sırasında, kendi varlıksal tavrını birkaç sözcükle ifade eder: “Özgürlüğüme bağlıyım ben.” Kuşkusuz ki bu cümle onun Şato’da oturmayı reddetmesini açıklamayı hedeflemektedir, ama çok daha genel bir kapsamı vardır: Kişisel tutumunu kusursuzca ifade ettiği söylenebilir. O bir muhalif değildir elbette: kadastrocu olarak yetkilerinin kabul edilmesini istemektedir. Ama onda köylülerin çekingen ve itaatkâr tutumu hiç yoktur. İşte, örneğin, kudretliler karşısındaki tutumunu otelciye şöyle anlatmaktadır: “Çekingen biri değilim ben, fikrimi bir konta da söyleyebilirim; ama bu beylerle nazikçe anlaşmak en iyisi.” Şato yetkililerinden onun istediği şey, modern toplumların bütün dışlanmış ve paryalarının evrensel talebidir: “Ben Şato’dan lütuf (Gnadengeschenke) değil hakkımı (mein Recht) istiyorum.” Ona verilmek istenmeyen şey de tam budur; hem de onun öfkesine yol açan bitmek bilmez bir “idari” nedenler listesi adına yapılır bu: “Yaşamım utanç verici bir bürokrasinin tehdidi altında (Schmachvolle amtliche Wirtschaft).”
K. köylülerin davasını üstlenme ya da kolektif bir eyleme yol açma eğilimi hiç göstermez: “Onu mutluluk getiren biri kabul etmeleri gerekmiyordu; […] Onu, bu şekilde kısıtlandığında, asla kendini veremeyeceği görevlere çağırıyorlardı; en iyi niyeti gösterse bile bu rolü kabul edemezdi.” Onun tutumu hem savunmacı hem de mücadelecidir, ama kesinlikle bireyseldir: “Benimle ve belki de kanunlarla korkunç biçimde alay ediliyor. Ben kendimi savunmayı bilirim.” Ne yazık ki, devamında görüleceği gibi, geçirimsiz ve mutlak erk sahibi bürokratik aygıtlar karşısında birey güçsüzdür.
Kadastrocu bu aygıtlarla ilişkisini bir “mücadele” olarak kabul eder. Bu çetin mücadelede, “onunla yetkililer arasındaki güç ilişkisi”nin “orantısız” olduğunu kabul etmek gerekir. Şato temsilcileri karşısında meydan okuyan tutumu, ona ihtiyat ve itaat öğütlemeye çalışan köylüleri şaşırtır ve şoke eder. Otelcinin karısı onun sürekli “hayır hayır” demesinden, kendi adına –kelimesi kelimesine “başı üzerine” (auf seinen Kopf)– yemin etmesinden ve iyi niyetli öğütleri göz ardı etmesinden şikayet eder. Belediye başkanına gelince, K.’nın durumuyla ilgili karar çok gecikirse “yersiz bir kişisel inisiyatif (auf eigene Faust)” almasından çekinir. Fransızca tercümede bulunmayan auf seien Kopf ve auf eigene Faust ifadeleri özellikle bu kişiliği niteleyen bireyci, bağımsız ve eleştirici ruhu belirtmektedir.
Dolayısıyla, “Amalia’nın sırrı”nı ve onun kovulma nedenlerini öğrenince öfkeyle tepki göstermesi şaşırtıcı değildir. Kız kardeşi Olga olayı bir tür üzücü tevekkülle, bir “yazgı” olarak tanımlar. “Nedir bu yazgı?” diye haykırır kadastrocu. “Sortini’nin suçlu tavrından dolayı Amalia suçlanamaz ki, hele ki cezalandırmak!” Bu itiraz, gözü açılan Olga’nın yorumuna yol açar: “Bu sana haksız ve canavarca geliyor, köyde kimsenin paylaşmadığı bir görüş bu…” Kadastrocunun –kendi başına (auf seinen Kopf) yemin eden kişi– özerk yargısını genel itaatten ayıran uçurum bundan daha iyi belirtilemez. Metinden çıkartılan bir bölümde Olga, köylülerin kaygılarını paylaşmayan, başka yerden gelmiş biri olan K.’ya hayranlığını ifade eder: “Şaşırtıcı birisin sen […]: Bir bakışta olaylara hakim oluyorsun […]; herhalde dışarıdan geldin de onun için. Bizse, içimizde üzücü tecrübeler ve korkular, kendimizi savunmaksızın, bir tahta çıtırtısı bile duysak irkiliyoruz. […] Oh, senin gelmiş olman bizim için ne saadet!”
Şato ve görevlileri karşısında K., Dava romanına dahil edilen meselde Kanunun kapılarının bekçisiyle karşılaşan taşralı adamın durumuna benzer bir durumda bulur kendini. Aydınlatıcı bir bölümde bunun yankısı bulunur: “K. […] sanki Klamm’ın kapısı önünde bekçiyle konuşurmuş gibi konuşmuştu.” Bununla birlikte, meseldeki kişinin tersine, kadastrocu yasak ve engelleri aşmaktan çekinmez: Şato’da, diye açıklar Olga’ya, “öteye götüren kapılar var, aşılabilir engeller var, eğer yeterince maharetliysen tabii.” Böylece, tamamlanmamış romanın son sahnesinde, memurların koridoruna izinsiz girer ve bölümü ciddi biçimde karıştırır: “Ne otelci ne karısı onun böyle bir şeye cüret edebileceğini anlayabilirdi.” Bu bakış açısıyla K., Kanun kapılarından içeri kabul edilmeyi bütün ömrü boyunca sabır ve itaatle boşuna bekleyen “taşralı adam”ın antitezini temsil eder… Buna karşılık, Şato’da efsanenin anti-kahramanına şaşırtıcı biçimde benzeyen kişiler bulunur: Örneğin, Şato’da hizmete kabul edilmeye çalışan ve Olga’nın tarif ettiği kişi buna örnektir: “bunca yıl geçtikten sonra, belki de bir yaşlı olmuşken, reddedildiğini, her şeyin yitirildiğini ve bir hiç için yaşadığını öğrenir.”
Yetkililer kadastrocuyu niçin cezalandırmazlar? Onunla kedi-fare gibi oynamakla yetinirler, ta ki “bitkin düşüp” ölene dek –Max Brod’un aktardığına göre, Kafka’yla bir söyleşiye göre, romanın muhtemel sonucu budur. Bu, metinde doğrudan doğruya ele alınmamış bir sorudur. Şato’daki yetkililerin bu kişisel başkaldırıyı güçsüz ve zararsız kabul ettikleri, köyün boyun eğmiş ve itaatkâr nüfusu üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını düşündükleri varsayılabilir.
Marthe Robert’e göre, kadastrocu K. “kahramanın ‘idari’ zorbalık üzerinde kendi benini yeniden fethe ağır ağır götüren yol”da (Josef K.’yla kıyaslandığında) yeni bir evredir. Bitkin düşerek ölür, ama, en azından, “ruh tembelliğinden ve körleşmiş bireylerin saflığından olması gereken ardımı alan efendilerin keyfiliği sayesinde ayakta duran mutlak-erk sahibi yapıyı parça parça, sembol sembol, işaret işaret parçaladı.” Kadastrocu, Şato ile köy arasındaki tabiyet-tahakküm ilişkisi karşısında dışsal konumda bulunan yabancıdır. Yabancı olarak o, Şato memurlarının temsil ettiği bürokratik saçmalık karşısında şaşırabilir –her türlü felsefi bilginin başlangıcı olarak Yunanca taumasein anlamında.
Bu “yeni evre” nasıl açıklanabilir? İktidara direniş teması, dramatik sonucu kurbanların kaderci tevekkülünü onaylar gözüken Dava’da olduğundan daha büyük bir yere niçin Şato’da sahiptir? Muhtemel bir açıklama, iki romanın yazılmasının tarihsel konjonktürleri arasındaki olası bir açıklama olabilir: 1914-1915 arasında, savaşın ilk yıllarında, Avrupalıların bilincinde konformizm hakimken, 1918-1922 arasında ise özellikle Orta Avrupa’da (Almanya ve eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) yirminci yüzyılın en önemli isyan dalgasına tanık olunur. Şato’nun konusu devrim ya da kolektif isyanlar elbette değildir, ama bireysel itaatsizlik romanın temel bir boyutudur.
Kudretliler karşısında tek boyun eğmeyen kişi yabancı mıdır? Çok sayıda yorumcunun görüşü budur. Bunlar arasında Hannah Arendt gibi en bilinçlileri de yer alır: “İnsan hakları üzerinde ısrar eden yabancı, dünyada basit bir insan yaşamının ne olduğuna dair hâlâ bir fikri olan tek kişidir.” Oysa roman dikkatle okunduğunda kadastrocu K.’nın Şato’daki tek eleştirel, protestocu ya da isyancı ses olmadığı ortaya çıkar. Örneğin beylerin otelinde Frieda’nın yerine birkaç günlüğüne geçmiş olan küçük hizmetçi kız Pepi, K.’ya birkaç sır verir ve ona en sevdiği düşü olan gerçek bir anarşist isyan düşünü anlatır: “Beylerin otelini ateşe verecek ve onu küle çevirecek, hem de bütünüyle, en ufak bir izi bile kalmayacak, sobaya atılmış bir kâğıt parçası gibi oteli küle çevirecek kişi bugün Pepi’nin tercih edeceği kişidir.” Bu cümle, Max Brod’un tanıklığına göre, sosyal güvenlik bürosunun manevralarıyla karşı karşıya gelen çalışanların her şeyi yağmalamak için firmaya niçin saldırmadıklarına şaşıran Kafka’nın cümlesine karşılıktır…
Boyun eğmeyen bir başka kişilik vardır ki bu, Pepi gibi düşle sınırlı kalmaz. Onun itaatsizliği kadastrocu K.’nınkinden çok daha dramatiktir ve diğer köylülerin tersine, “korku nedir bilmez” ve yetkililer karşısında “kahramanca eylemler”de bulunabilir olduğunu gösterir. Bu halktan bir kadın olan Amalia’dır. Onun hüzünlü, gururlu ve samimi bakışı ve “bir tür kibrin” izini taşıyan sözleri K.’yı etkiler. 17. bölümde “Amalia’nın sırrı” öğrenilir: küstah ve kaba memur Sortini’den beylerin oteline yanına gelmesini buyuran “son derece kaba” ve hatta “isyan ettirici” –kısacası müstehcen– bir mesaj aldığında, mektubu yırtarak Şato’daki adamın gönderdiği habercinin yüzüne parça parça fırlatıp atmakta tereddüt etmez. Bu görünüşte önemsiz bir eylemdir, ama aslında önceden asla görülmemiş bir cesarettir: İğrenç Sortini’yi, “o zamana dek hiçbir memurun geri püskürtülmediği kadar şiddetle” püskürtür. Memurun teşebbüsünün başarısız kalması, K.’nın gözlemlediğine göre, Amalia’yı, ahlaki ve tinsel güç açısından “güçlü bir rakip” olarak görmesindendir elbette. Bu tavır, yukardakilerin lanetini onun ve tüm ailesinin üzerine çekmeye yeter ve onları mutlak ve geri dönüşsüz bir dışlamaya mahkûm eder…
Amalia Kafka’nın romanlarında, itaat etmenin reddini, itaatsizliği, kısacası, insan haysiyetini –ağır bir bedel ödeyerek– temsil eden ender kişilerden biridir. Köyün içinde, “halk”ın ortasında –yalnızca yabancının yanında değil– cesaret, gurur ve direniş kaynakları bulunabileceğini gösterir. Kuşkusuz o istisnai bir kişiliktir, köylülerin koyun gibi kitlesinden güçlü bir şekilde ayrılır, ama varlığını sürdürmeye devam eder. Bunun bir kadın olması tesadüf müdür? Bu edebi şahsiyetin modelinin Kafka’nın gözde kardeşi Ottla olup olmadığını düşünebiliriz. Kafka, Babama Mektup’unda Ottla’yı, “Löwy’lerin inatçılığına, duyarlılığına, adaletsizlik karşısındaki duygularına ve kaygılarına” sahip biri olarak tarif eder ve “kendine güveni, kendinden emin oluşu, sağlık ve tereddütsüzlüğü benden daha fazla” olduğu için ona son derece hayrandır.
Tuhaf bir şekilde gözlerini kadastrocu kişiliğine dikmiş olan yorumcuların çoğu, Kafka’nın erinin en etkileyici kadın figürlerinden biri olduğuna kuşku olmayan Amalia kişiliğini gözardı etmişlerdir. Amalia, yazarın liberter bireyciliğini örnek bir şekilde kendinde toplamış bir figürdür.
Michael Löwy
Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest