Kafka’nın Dava’sı: Parya Yahudi Mendel Beiliss’ten Evrensel Kurban Josef K.’ya

Şato’nun kahramanı K. Bir yabancıdır, haklarının kabulü için çırpınan bir göçmendir

1944 yılında Jewish Social Studies’de yayımlanan “Gizli Gelenek” üzerine dikkat çekici denemesinde Hannah Arendt Franz Kafka’yı modern Yahudi kültürü tarihindeki asi-parya duyarlılığının –Heine, Chaplin ve Bernard Lazare’la birlikte– en kayda değer örneklerinden biri olarak gösterir. Dışlama ve baskı deneyiminden yola çıkarak, mevcut politik toplumun temellerini sorgulayan bir duyarlılıktır bu.

Arendt’e göre bu asi-parya tutumunu en akla yatkın biçimde ifade eden eser Şato’dur: “Kafka’nın Yahudi sorununu tartıştığı ve kahramanı elbette bir Yahudi olan tek roman.” Kuşkusuz ki, K.’da tipik olarak Yahudi denebilecek hiçbir özellik yoktur, ama “Yahudi yaşamına özgü” durumlar ve şaşkınlıklar içinde bulur kendini. O, kendi haklarına saygı gösterilmesinden başka bir talebi olmayan ve köyün sakinlerinden biri olmak isteyen “iyi niyetli bir insan”dır. Ama, bir “kader”in pasif kurbanları gibi davranan köylülerden kendi kaderini belirleme iradesiyle ayrılır.

Arendt’in okuması ilginçtir, ama biraz fazla Yahudi-merkezlidir: romanda K.’nın “durum ve şaşkınlıkları”nın özgül anlamda Yahudi olduğunu belirten hiçbir şey yoktur; tersine, bunlar her türlü yabancılık ya da göçmenlik durumuna uygulanabilir. Daha tartışma konusu olanı ise, romanın politik felsefesini Arendt’in Siyonist terimlere tercüme etme teşebbüsüdür: Kafka, Yahudilerin K.’nın kişiliğinde simgelenen “anormal” durumunu ortadan kaldırmak isteyen bir Siyonist olur. En azından şu söylenebilir ki, böyle bir yorum tamamen keyfidir ve roman örgüsündeki hiçbir şeye denk düşmez. Kafka’nın defterlerindeki 1918 tarihli ünlü bir notta özetlenen Siyonizm karşısındaki derin muğlaklığından söz etmiyoruz bile: “Ben, Siyonistler gibi, Yahudi dua şalının uçuşan ucunu yakalamayı başaramadım.” Kuşkusuz ki, ömrünün son yıllarında, Siyonist projenin kimi yanlarına gerçek bir ilgi gösterecektir: Hatta İbranice öğrenmeye bile girişecek ve Filistin’e yolculuk düşlerini okşayacaktır. Ama dostu Brod’un tersine, harekete gerçek bir katılımına işaret eden hiçbir şey yoktur.

Birkaç ay kadar sonra, Hannah Arendt Partisan Review’da –o dönemde anti-Stalinci sol bir yayın organıdır– Kafka üzerine yeni bir deneme yayımlar. Denemede önceki metnin güçlü noktaları yeniden ele alınır, ama bu kez kesinlikle evrenselci bir okuma anahtarı ile birlikte: Şato’nun kahramanı K. Bir yabancıdır, haklarının kabulü için çırpınan bir göçmendir. Bu yorum kuşkusuz ki romanın ruhuna ve lafzına daha yakındır ama Kafka’nın eserinde asi-parya Yahudi duyarlılığının rolü üzerine zengin ve baştan çıkartıcı sezgi yok olmuştur. Başka deyişle: Birçok açıdan öncü ve aydınlatıcı olan Kafka’nın Arendt’çi okumasında Yahudi momenti ile evrensel moment arasındaki dolayım eksiktir.

Tuhaf bir şekilde, Jewish Social Studies’deki denemesinde K.’nın “Museviliği” üzerinde bunca durulurken, Dava’da bundan söz edilmez. Bununla birlikte, Şato’daki kadar tamamen Yahudi “durum ve şaşkınlıklar” bu romanda da –daha fazla değilse de– söz konusudur. Hannah Arendt’in Dava’nın “Yahudi” boyutu üzerine sessizliği, Kafka’nın Praglı Yahudi dostlarının yayımladığı bir Yahudi, hatta Siyonist Selbstwehr (“Özsavunma”) dergide bir fragmanını –Kanun Önünde meseli– yayınladığı tek roman söz konusu olduğundan şaşırtıcıdır. Kafka üzerine ikinci makalesinde, Partisan Review’da yayımlananda, Arendt Dava’yı uzun uzadıya tartışır, ama Şato örneğinde olduğu gibi, tamamen evrenselci bir bakış açısından bunu yapar. Çok büyük önem taşıyan öğeler içeren ama Yahudi paryalara hiçbir referansın yine bulunmadığı bu analize daha sonra tekrar geri döneceğim.

Benim buradaki hedefim, onun argümanını kesintiye uğradığı yerde devam ettirmeye çalışmaktır. Başka deyişle, Dava’yı Kafka’da asi-parya duyarlılığı hipotezinden –bana son derece doğru gelen hipotez– yola çıkarak inceleyeceğim ve romanın bu (zımni) “Yahudi” boyutu ile gerçekten evrenselci içeriği arasında dolayımlar bulmaya çalışacağım.

Arendt’in hipotezi Dava’nın konformist okumalarının tuzağına düşmeyi engeller. Bununla kastettiğim şey, ikincil literatürde önemli bir yer işgal eden, romanın iki tür yorumudur. Öncelikle Josef K.’yı mahkûm eden esrarengiz mahkemeyi, kararlarına tevekkülle boyun eğmek gereken tanrısal bir kurum olarak görenler vardır. En bilinen örnek, mükemmel dost ve biyografi yazarı, ama eserin sıradan yorumcusu Max Brod’dur. Ona göre romanın kahraman-kurbanı, tanrısal adaletin sillesini yemiş bir tür modern Yakup’tur. Hannah Arendt, Kafka üzerine ikinci makalesinde, bu tür metin yorumlamayı acımasızca eleştirir; hiçbir yazardan alıntı yapmadan, “20’li yılların okuru” olarak belirtilen türsel bir kişiliğe çatar: “Kafka’nın kahramanlarının muzdarip olduğu dünyevi rahatsızlık, özellikle, tanrısal bir zorunluluğu temsil etmek için tanrılaştırılmaları, kendini beğenmişlikleridir. Kafka kendine hedef olarak, korkunç yapısının konturlarını abarttığı bu dünyayı imha etmeyi koyar […]. Ama 20’li yılların okuru […] aklın sesini işitmek istemiyordu. Onun Kafka yorumları Kafka üzerine olmaktan ziyade kendi üzerinedir; Kafka’nın aşırı uzgörüşlülüğü içinde hoşgörülemez biçimde korkunç olarak gösterdiği bir dünyanın naif idaresi içinde okur “dünya düzeni”yle uyumunu, bu dünya düzeninin sözde seçkinleri ile öncülerinin ne kadar yakın olduğunu ortaya koyuyordu.”

Bir diğer yorum dizisi, Josef K.’nın suçluluğunu ve dolayısıyla mahkûmiyetinin meşruluğunu varsayan yorumlardır. Örneğin Erich Heller –ki bazı analizleri son derece ilgi çekicidir–, Kanun Önünde meselinin ayrıntılı bir tartışmasından sonra şu sonuca varır: “Hem meselin hem de romanın bütününün dokunulmadan bıraktığı bir kesinlik vardır: Kanun vardır ve Josef K. bu kanuna korkunç biçimde saldırmak zorunda kalmıştır, çünkü sonunda, kalbine saplanan ve iki kez döndürülen, iki tarafı da keskin bir kasap bıçağıyla öldürülür –evet, iki tarafı da keskin.” Yirminci yüzyıl olaylarına uygulanan bu sonuç şu önermeye varır: Herhangi biri, hatta binlerce insan yetkililer tarafından infaz ediliyorsa, kuşkusuz ki Kanuna korkunç biçimde saldırdıkları içindir… Gerçekten de, romandaki hiçbir şey zavallı Josef K.’nın “Kanuna korkunç biçimde saldırdığı”nı (hangi kanun?) ima etmemektedir; hele ki ölüm cezasını hak ettiğini belirten hiçbir şey yoktur!

Kuşkusuz ki, daha dikkatli başka okurlar kitapta kahramanın suçluluğunu belirten hiçbir şey olmadığını, ama Kafka’nın yazacak vakit bulamadığı bölümlerde “Josef K.’nın suçunun ya da en azından dava gerekçelerinin açıklamasının” elbette bulunduğunu kabul ederler. Oysa, Kafka’nın yazacağı –ya da yazması gereken– roman üzerine sonsuzca spekülasyonda bulunabiliriz, ama mevcut elyazmasında, metnin temel fikirlerinden biri özellikle “dava gerekçelerinin açıklaması”nın yokluğu ve bir açıklama sağlamakla ilgili –polis, yargıç, mahkeme– bütün kurumların inatla reddidir.

Josef K.’yı “suçlamak” için bütün yorum teşebbüsleri, kaçınılmaz olarak gelip romanın ilk cümlesine çarparlar. Bu cümlede yalnızca şu söylenmektedir: “Biri iftira atmış olacaktı Josef K.’ya; çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı.” Bu cümlenin, –masumiyetini ileri sürdüğü romandaki çok sayıda bölümde ifade edilenler gibi– kahramanın öznel görüşü olarak asla sunulmamış olduğunu, ama “Bayan Grubach’ın aşçısı, kiracısı, […] bu kez gelmiyor” cümlesi kadar olgusal, “nesnel” bir bilgi olarak ifade edildiğini gözlemlemek önemlidir.

Bu farklı türdeki yorumların ortak özelliği, Hannah Arendt’in gayet iyi anladığı gibi, ana teması “kahramanın masum biçimde yakalandığı sinsi bürokratik makinenin işleyişi” olan romanın olağanüstü eleştirel boyutunu etkisiz kılmaları ya da silmeleridir. Kafka, bu işleyişi tarif ederken, Arbeiter-Anfall-Versicherungs-Anstalt für das Königreich Böhmen memuru olarak kendi bürokrat hukukçu çalışmasından esinlenmiştir elbette. Max Brod’un ve onun ardından birçok yorumcunun daha önce saptamış olduğu gibi, Dava’da bürokratik mercilerin geçirimsiz ve saçma işleyişinin tasviri –kuşkusuz ki kurumun yüksek hiyerarşisinin bakış açısından değil, Kafka’nın sempati duyduğu, mesleki kazaların kurbanı olan, idari labirent içinde kaybolan sıradan emekçilerin bakış açısından ele alınan– bu gündelik deneyime çok şey borçludur.

Bununla birlikte, romanın örgüsü, nispeten önemsiz olan bu ilk düzeyin çok ötesindedir; hedefin bambaşka dramatiklikte olduğunu anlamak için çözümü düşünmek yeterlidir: yalnızca bürokratik geçirimsizlik değil, hukuk ve devlet kurumlarının aygıtlarının insanlıkdışı ve öldürücü doğası da söz konusudur.

Ve romanın kehânet niteliği etkileyicidir; kâhince hayalgücüyle, totaliter devletlerin adaletini belirttiği sanılır. Bertolt Brecht 1937’de bu saptamayı ilk yapan kişiydi: “Burjuva demokrasileri en derinlerinde faşist diktatörlüğü taşıyorlardı ve Kafka temerküz kamplarını, her türden yasal güvencenin yokluğunu, devlet aygıtının mutlak özerkliğini muhteşem bir hayalgücüyle betimlemişti.” Aynı akıl yürütme Stalin’in SSCB’si için de mutatis mutandis geçerli değil midir? Yine Brecht, Sovyet-yanlısı komünist hareketin sadık yol arkadaşı olmasına rağmen, Walter Benjamin’le Kafka konusundaki bir söyleşisi sırasında, 1934 yılında (yani Moskova duruşmalarından bile önce) şunu söyler: “Kafka’nın tek bir sorunu vardı, örgütlenme sorunu. O, karınca gibi kalabalıklaşmış devlet karşısındaki kaygının pençesindedir, insanların kendi ortak yaşam biçimleriyle kendilerine yabancılaşmalarının pençesindedir. Örneğin GPU’nun yöntemleri gibi bu yabancılaşmanın kimi biçimlerini o da görmüştü.” Ve Brecht ekler: “Çeka’nın hali Gestapo’dan bellidir.”

Böyle bir okuma, yirminci yüzyıl başının “anayasal” Avrupa devletlerinin potansiyel durumunda mevcut olan eğilimleri gayet iyi kavramış Praglı yazarın uzgörüşlülüğüne haklı bir övgüdür. Bununla birlikte, kendi güdülenimlerini ve esin kaynaklarını yeterince aydınlatmamaktadır. Ayrıca, “istisnai” denen devletlere bu a posteriori referanslar, romanın devindirici fikirlerinden birini oluşturan şeyi gözden kaçırabilir: “İstisna”, yani bireyin devlet aygıtlarınca ezilmesi, haklarının küçümsenmesi kuraldır –Walter Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine’deki tezlerinden bir ifadeyi aktarıyorum. Başka deyişle:

Dava, kendi kendini “hukuk devleti” olarak niteleyen devlet de dahil olmak üzere, modern devletin yabancılaşmış ve baskıcı doğasına saldırır. İşte bu yüzden, romanın ilk sayfalarından itibaren açıkça söylenmiştir: “Nihayet bir hukuk devletinin sınırları içinde yaşıyordu K.; dört bir yanda dirlik düzenlik egemenliğini sürdürüyor, tüm kanunlar dimdik ayakta duruyordu. Hal böyleyken, ona kendi evinde kimdi bu baskını yapmaya kalkan?” Praglı anarşist dostları gibi Kafka’nın da mevcut bütün devlet biçimlerini yanılsama ve yalan üzerinde temellenen otoriter bir hiyerarşi olarak kabul ettiği ortadadır.

Dava’nın örgüsü için esin kaynağını hayali bir gelecek zamanda değil, çağdaş tarihsel olgularda aramak gerekir. Bu olgular arasında, onun döneminin önemli anti-semitik davaları devlet adaletsizliğinin çarpıcı birer örneğiydi. En ünlüleri Tisza Davası (Macaristan, 1882), Dreyfus Davası (Fransa, 1894-1899), Hilsner Davası (Çekoslavakya, 1899-1900) ve Beiliss Davası’dır (Rusya, 1912-1913). Devlet biçimleri arasındaki farklılıklara rağmen –mutlakıyetçilik, anayasal monarşi, cumhuriyet– hukuk sistemi, tek suçları Yahudi olmaktan ibaret masum kurbanları –kimi zaman ölüme– mahkûm etti.

Tisza Olayı –1882-1883 yıllarında Macaristan’ın kuzeyindeki bir köydeki küçük Yahudi cemaatinin on beş üyesine ritüel cinayetten açılan dava– Kafka’yı doğrudan ilgilendirmiş olamaz, çünkü Kafka 1883’te doğdu. Bununla birlikte, Felice Bauer’e Ekim 1916’da yolladığı bir mektupta, Alman Yahudi yazar Arnold Zweig’ın bir piyesine duygulandırıcı bir gönderme bulunur. 1914 yılında Berlin’de sahnelenen Macaristan’da Ritüel Cinayet bu olaya adanmıştır: “bir süre önce Zweig’ın bir trajedisini okudum, Ritualmord in Ungarn […]. Dünyevi sahneler inandırıcı bir yaşamla donanmış, çoğunlukla davanın önemli belgelerinden kaynaklandıkları kesin. Sonuçta ayrıntılı olarak analiz etmek kısmen mümkün, davaya bağlı, büyüleyici bir ortamda geçiyor. Şimdi, geçmiştekinden tamamen farklı görüyorum. Belli bir bölüme gelince okumaya ara vermek zorunda kaldım, kanepeye oturdum ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Yıllardır böyle ağlamamıştım.”

Buna karşılık, Dreyfus Davası hakkında ne düşündüğünü bilmiyoruz. Yazılarında bu olaydan ender olarak söz eder ve o da laf arasında; örneğin Max Brod’a yazdığı 1922 tarihli bir mektupta geçer. O kuşaktan her Avrupa yurttaşı (ve Yahudi) gibi bu travmatik olayın önemli olgularını onun da bildiğinden emin olabiliriz elbette.

Hilsner Davası’na gelince, 1899’da oldukça genç (on altı) olmasına rağmen, Kafka bu olayın endişe verici kapsamını kavramıştır. Delil yokluğuna rağmen “ritüel cinayet” nedeniyle ölüm cezasına çarptırılan genç Çek Yahudisi Leopold Hilsner, demokrat politik yönetici (Çekoslavak Cumhuriyeti’nin müstakbel başkanı) Tomas Masaryk’in yürüttüğü bir kampanya sayesinde yaşamını kurtarabildi. Dava gözden geçirilirken ölüm cezası müebbet hapse çevrildi. Gustav Janouch’un aktardığı bir söyleşide Kafka bu olaydan, özellikle dostu ve lise arkadaşı Hugo Bergmann’la tartışmaları sırasında, Yahudi durumunun bilincine varmanın başlangıç noktası olarak söz eder: “Küçümsenen, çevredeki insanlar tarafından yalnızca hoşgörü gösterilen bir yabancı olarak kabul edilen biri”, başka deyişle bir parya…

Kuşkusuz ki Janouch’un tanıklıkları ihtiyatla karşılanmalıdır, ama Kafka’nın Milena’yla mektuplaşmalarında, anti-semitik önyargıların irasyonelliğinin paradigmatik örneği olarak Hilsner olayına doğrudan bir gönderme vardır: “Halkların […] ritüel cinayet fikrine nasıl vardıklarını hayal edemiyorum”; bir tür hayal ürünü gösteri içinde “ ‘Hilsner’ cinayetini adım adım işlerken görülür.” Yine bu mektuplaşmada, bütün Yahudilerin “zenci gibi göründüğü”ne ve “kimsenin yüz vermediği bir soy” oluşturduğuna inanan anti-semitizme birçok referansta bulunulur.

Son olarak, yine bir “ritüel cinayet” suçlamasıyla ilgili olan Yahudi kunduracı Mendel Beiliss davasının (Kiev, 1913) onu daha fazla sarsmış olması da muhtemeldir. Kafka’nın abone olduğu Selbstwehr gazetesi bu olayla ilgili seferber olmuştu. Olay, çarpıcı bir şekilde, Rus imparatorluğunda Yahudilerin “parya” durumunu gösteriyordu –yani haklarının olmaması, toplumsal dışlanmaları, devletin kıyımına uğramaları. Bilindiği gibi Kafka’nın ölümünden kısa süre önce yaktığı kâğıtlar arasında Mendel Beiliss üzerine bir hikâye de bulunuyordu.

Anti-semitik davaların ve özellikle sonuncusunun, Dava’nın kaynağında rol oynadığı görüşü yalnızca bir hipotezdir. Ama 1911’den itibaren, Yidiş tiyatrosuyla tanıştıktan sonra ve aktör İtzhak Löwy’le dost olmasının ardından Kafka’nın Yahudiliğe artan bir ilgi göstermiş olması da akla yatkındır. Başka şeylerin yanı sıra, yazılarını Selbstwehr (Praglı Siyonistlerin dergisi) ya da Martin Buber’in dergisi Der Jude gibi Yahudi yayınlarına yollaması da bunun ifadesidir. Bununla birlikte, bu davaları yalnızca Yahudi olarak değil, evrensel bir ruh olarak da hissetmiş, Yahudi deneyimi içinde modern çağda insan deneyiminin özünü keşfetmiştir. Dava’da kahraman Josef K.’nın milliyeti ya da belirli bir dini yoktur: kişi adı yerine basit bir baş harfin tercih edilmesi bile onun evrensel kimliğini güçlendirir: devletin yasal makinesinin kurbanlarının en yetkin temsilcisidir.

Hannah Arendt’te parya kavramı üzerine yakın tarihli bir yorumda, Eleni Varikas, paryaların marjinal deneyiminin edindiği eleştirel kapsamı ve paradigmatik statüyü ortaya koymaktadır. “Egemen Batı geleneğinin ardından, insan çokluğunu ancak ilaveten ele alan bir politik anlaşmanın ürünü ve semptomu olan (Hannah Arendt) parya, yalnızca işlevsizlikleri ve sapmaları aydınlatmakla kalmaz, tarihsel demokrasinin, yani demokratik devletin yapısını ve sınırlarını da aydınlatır.” Yani, Kafka’nın Dava’sının ilk paragrafında olduğu gibi, masum yurttaşları tutuklamak için sabahın erken saatinde evlerinde beliren bu “hukuk devleti”nin (Rechtsstaat) yapısı ve sınırlarıdır bu.

Anti-semitik davaların bu evrenselci yeniden yorumlanmasında, Kafka’nın liberter fikirlere olan sempatisi kuşkusuz ki ihmal edilemeyecek bir rol oynadı. “Devlet adaletsizliği” sorunu, sahte bir suçlamayla 1886’da idam edilen anarko-sendikalist yöneticiler olan “Chicago şehitleri”ni her yıl 1 Mayıs’ta anan liberter kültürde önemli bir yer işgal eder. 1909 yılında bir başka olay da tüm dünyadaki anarşist ve ilerici çevrelerin öfkesini üzerine çekti: Barselona’da anarko-sendikalist bir ayaklanmanın esin kaynağı olmakla haksız yere suçlanan, Modern okulun kurucusu, önde gelen liberter pedagog Francisco Ferrer’in ölüme mahkûm edilip idam edilmesi. Michal Mares’in tanıklığına göre Kafka, İspanyol monarşisinin Ferrer’i idamına karşı Prag’da düzenlenen bir protesto eylemine katılmıştı.

Bir kez daha belirtelim ki, Kafka’nın romanları elbette hiçbir politik ya da doktriner “mesaj” taşımamaktadır; ama bunlar belli bir anti-otoriter ruh halinin, bürokratik ve hukuksal iktidar hiyerarşileri karşısında eleştirel ve ironik bir mesafenin ifadesidir. Bu ironinin çarpıcı bir örneği (ölümünden sonra yayımlanmış defterlerde bulunan) “Savcı Yardımcısı” denen fragmanda bulunur. Burada Kafka “devlet başkanına karşı suç işlemek”ten suçlu bir adama karşı bir savcının kölece, kıt ve otoriter akıl yürütmesini sergileyerek eğlenir: “Eğer herkes kral ve hükümetle sükunet ve güven içinde işbirliği yaparsa, bütün güçlüklerin ortadan kaldırılabileceğine inanıyordu […]; ne kadar güven duyuluyorsa, o kadar boyun eğmek gerekiyordu, ama doğal ilkeler sayesinde, alçalmadan. Bu arzu edilir duruma engel oluşturan şey, sanık çapındaki insanlardı. Hangi çukurlardan çıktığı bilinmeyen bu insanlar, iyi tebaanın bütünsel kitlesini çığlıklarıyla dağıtmışlardı.”

Dava’da bu hukuksal hiyerarşi kendini nasıl gösterir? Esasen kurbanın, yani Josef K.’nın öznel bakış açısından –mahkemeye yakın olduklarını ileri süren kişilerin (ressam, avukat) sağladıkları birkaç bilgiyle zenginleştirilmiş olarak. Sistemin işleyişine dair verdikleri anlaşılmaz açıklamalar, hukuksal bürokrasinin sapkın mantığı üzerine yazarın ironik bakışının ifadesidir.

Josef K. bir sabah erken saatte tutuklanır, bir iftira kurbanı olduğu bellidir. Bu sav anti-semitik davalara dolaylı bir referans olarak yorumlanabilir, ama iftira sorunsalı romanda sürdürülmez. Hapse atılmasına yol açmayan, daha ziyade başının üzerinde asılı bir tür tehdit oluşturan –çünkü meşguliyetlerini yerine getirebilmektedir– bu önleme dair ona herhangi bir açıklamada bulunulmaz. Yargıçlarıyla herhangi bir görüşmeyi yasaklayan ve savunmayı kabul etmeyen, kısmen “hoşgörü gösteren” bir mahkeme tarafından yargılanır. Hiyerarşisi sonsuza (unedlich) dek uzanan ve davranışı açıklanamaz ve öngörülemez olan bu mahkeme yanılmaz olduğu iddiasındadır ve sanıkların kesinlikle erişemeyeceği bir noktadadır: çalışmaları gizli kalır ve iddianameye esas ilgili bile erişemez (avukatlar ve genel olarak kamuoyu hiç erişemez). Dolayısıyla asıl ilgili kişi kendini mutlak anlamda savunamaz durumdadır, neyle suçlandığını bile bilmez… Tamamen kapalı bir dava sürecinden sonra mahkeme bir çift cellat gönderip zavallı Josef K.’yı infaz ettirir. Bu adaletsizliğin gerçek karakteri, mahkemelerin ressamı Titorelli’nin tablosu adalet tanrıçasını bir zafer tanrıçası görünümü altında sunduğunda, daha doğrusu, tablo iyice aydınlatıldığında, bunun bir av tanrıçası olduğu ortaya çıktığında kendini gösteren bir alegori tarafından ironik olarak kavranır.

Bu “dava”da kanun genellikle ortada görünmez. Bilinmeyen, tanınması imkânsız, hatta varolmayan bir şeydir. Kanunun yokluğu, bireyler üzerinde hayat ve ölüm iktidarına sahip olan güçlü bir yasal örgütlenmenin varlığı –hatta her yerde varlığı– tarafından ödünlenir. Romanın en güçlü anlarından birinde, Josef K. bu örgütü öfkeyle teşhir eder: “Yalnızca yoz muhafızlar, aptal müfettişler kullanmakla kalmayan […] dahası yüksek bir yargıç kurulu ile yüce bir yargı kurulunu da besleyen bir örgüt; yanında da vazgeçilmez bir mübaşir, tutanak kâtibi, jandarma ve diğer yardımcılar, hatta cellatlar korteji; kelime beni korkutmuyor. Pek bu geniş örgütlenmenin anlamı nedir beyler? Masum insanları tutuklatmak ve onlara karşı deli saçması davalar açmak…” Romanın dramatik sonucu dikkate alındığında, cellada yapılan bu gönderme anlamlıdır: kahramanın, mahkemeyi tehlikeli biçimde küçümsemesine rağmen uzgörüşlü olduğunu gösterir; ayrıca, Titorelli ile konuşması sırasında Josef K. hukuk kurumuna ilişkin değersiz görüşünü şöyle özetler: “Tüm mahkemenin yerini bir cellat tutabilir.” Josef K. Mahkemeye karşı mücadelesini tek başına sürdürür –belki de yenilgisinin nedenlerinden biri budur– ama bu “adalet”in tek kurbanının kendisi olmadığının bilincindedir: “çok sayıda insana karşı” aynı şekilde davranılır. Mahkemeyi ziyareti sırasında, dilenciler gibi davranan, aşağılanmış, korku içinde başka sanıklarla karşılaşır.

Hukuksal kurumların işleyişinin bu tasviri “gerçekçi” midir? Bence soru yanlış sorulmuştur. Hannah Arendt, yukarda sözü edilen bölümde, Kafka’nın “abartmalar”ından bahseder, ama yirminci yüzyılın gerçekliği romanın en karanlık imgelerini fersah fersah geride bırakmadı mı diye kendimize sorabiliriz. “Gerçekçi” olsun ya da olmasın, Kafka, kendisinden önce –ve muhtemelen sonra– kimsenin yapmadığı bir şeyi, modern devletin hukuk makinesinin işleyişini kurbanlarının bakış açısından ortaya koymayı başardı. Bunu en ufak bir acıklılığa düşmeden, ağırbaşlılık ve kesinlikle, sadeliğin ve süssüzlüğün damgasını taşıyan bir üslupta yapar –bu da onu daha etkileyici kılar. Romanın evrenselliği ve güçlü öznellik yükü –“adalet”in muzaffer arabasının tekerlekleri altına düşenlerin bakışıyla birlikte– Dava’yı yirminci yüzyılın hayal gücünü en fazla etkilemiş edebiyat eserlerinden biri yapmaya katkıda bulunmuştur.

Devlet adaletinin öldürücü çarklarına nasıl direnilir? Kafka’nın Siyonist dostları için Yahudi paryaların kendi özsavunmalarını –Selbstwehr– örgütlemeleri gerekir; saygınlıklarına kavuşmalarının ilk adımıdır bu. Praglı anarşist dostları için tek savunma, baskıcı güçlere karşı ezilenlerin doğrudan eylemiydi. Kafka muhtemelen bu görüşlere yakınlık duyuyordu, ama onun Dava’da gösterdiği şey, daha az iyimser ve daha fazla “gerçekçi”dir, kurbanın yenilgisi ve tevekkülüdür. Josef K.’nın ilk tepkisi direniş, (bireysel) isyandır: teşhir eder, protesto eder ve kendisini yargılama iddiasındaki kurumu küçümseyişini, alay ve ironiyle ortaya koyar. Tehlikeyi de küçümseme eğilimindedir. Yardım talep ettiği kişiler ona boyun eğmesini öğütler: “Bu mahkemeye karşı mücadele imkânı yok, itiraf etmek zorundayız. Bir dahaki sefere itiraflarda bulunun,” diye açıklar ona avukatın hizmetçisi Leni. Avukatın kendisi ise, K.’yı yalnızca “koşullar ne olursa olsun boyun eğmesi (abzufinden)” ve kımıldamaması konusunda uyarır: “Sakın dikkat çekme! Yanlış anlaşılacak gibi olsa bile sakin dur!” Josef K. bu “dostane” öğütleri reddeder; “köpeksi” olarak tanımlanan itaatkâr ve köle huylu kişilere küçümseme duymaktadır.

Köpek, Kafka’nın birçok romanında, gönüllü köleliğin, hiyerarşik üstlerinin ayakları dibine yatıp efendilerinin sesine körcesine itaat edenlerin davranışının alegorik figürüdür. Örneğin Dava’da avukat Huld “mahkeme karşısında tamamen köpeksi bir aşağılık tavır sergiler.” Aşağı hiyerarşik mertebedeki tüccar Block, Huld’un karşısında diz çöker ve iğrenç bir köle tavrı sergiler: “O bir müşteri değil, avukatın köpeğiydi. Eğer avukat ona bir yuvaya girer gibi yatağın altına girip havlamasını söylese sevinçle yapardı.” Oysa, romanın son bölümünde Josef K.’nın tavrı kökten değişir. Direniş gösterme yönünde kısa bir kararsızlığın ardından –“daha öteye gitmeyeceğim”–, komşusu Bayan Bürstner’in esrarengiz bir şekilde uzaktan belirmesiyle birlikte, her türlü direnişin nafile olduğu sonucunu çıkartır ve cellatlarına yaltaklanır (Entgegenkommen), yani onların hedefleriyle “kusursuz uyum” (volem Einverständnis) içinde davranır. Yalnızca kaderine boyun eğmekle kalmaz, cezalandırılmasında aktif işbirliğine de hazır görünmektedir. “Görev”i olarak –yani silahı eline almak ve kendi infazını gerçekleştirmek– kabul ettiği şeyi yerine getirememesi gücü yetmediğindendir. Bununla birlikte, cellatlar bıçağı kalbine saplarken, ruhunu teslim etmeden önce şunları söylemeyi başarır: “Bir köpek gibi.” Ve romanın son cümlesi bir yorumdur: “Sanki bunun utancının kendisinden sonra da yaşaması gerekiyordu.” Hangi utanç? Kuşkusuz ki “bir köpek gibi”, yani boyun eğerek, (terime Étienne de La Boétie’nin verdiği anlamda) gönüllü kölelik durumunda ölmenin utancı.

Josef K.’nın tutum değişikliğini nasıl açıklayabiliriz? Kaleme alınmamış bölümler üzerinde spekülasyonda bulunmak gereksiz olur. Romanın sonucu pek açıklayıcı değildir. Yalnızca kişinin tuhaf bir iç monoloğu işitilmektedir ki bu da pek aydınlatıcı değildir: “Bir yıl sürmüş bir davanın bile bana ders olmadığını mı göstermem gerekiyor? Anlayışsız biri gibi mi davranmalıyım?” Hannah Arendt, Partisan Review’daki makalesinde, Josef K.’nın içselleştirdiği suçluluk duygusu üzerinde temellenen bir açıklama önermektedir: “Dava’da boyun eğme zor kullanarak değil, boş ve temelsiz suçlamanın sanık K.’da yol açtığı artan suçluluk duygusuyla elde edilir […]. Kahramanın masumca yakalandığı sinsi bürokratik makinenin işleyişine, suçluluk duygusunun yol açtığı içsel bir gelişim eşlik eder […]. Kahramanın iç gelişimi ve makinenin işleyişi son sahnede, infaz sahnesinde birleşir. Burada K. kendisinin götürülmesine ve öldürülmesine, direnmeden, hatta karşı bile çıkmadan imkân tanır.”

Hipotez ilginç ve akla yatkındır. Tek sorun, Dava’nın bu etkileyici son bölümünde –roman yazılmaya başlanır başlanmaz kaleme alınmış altı, yedi sayfa–, Josef K.’nın kendini suçlu kabul ettiğini belirten hiçbir şey yoktur. Bu yoğun ve muammalı sayfalarda suçluluk duygusu sorunundan hiç söz edilmez. Yalnızca şu bilinir ki, K., adımlarını iki celadın ritmine uydurduktan sonra, kendini kurban etmeyi kendi “görevi” olarak kabul etmektedir. Bu sahnede, 1914 Ağustos’unda neşe ve coşkuyla cepheye doğru ilerleyen, vatanları uğruna canlarını feda etmek için sabırsızlanan askerlerin gönüllü köleliğine bir yeraltı referansı göremez miyiz? Yalnızca şunu hatırlayalım ki, Franz Kafka –1909-1912 yıllarında Vilem Körber anti-militarist kulübünün halk toplantılarına katılmıştır– Dava’yı Ağustos 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından ancak birkaç gün sonra kaleme almaya başladı… Yine o dönemde –6 Ağustos 1914– Günlük’üne şunu not eder: “Vatansever resmi geçit […] Buna kötücül bakışımla tanık oluyorum. Bu geçit törenleri savaşa ek olarak eşlik eden en iğrenç olaylardan biridir.”

Michael Löwy
Franz Kafka – Boyun Eğmeyen Hayalperest

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz