Kitabın (Amerika) tüm atmosferi, amansız bir dünyaya ve elinden kaçan bir teknik uygarlığa teslim olmuş insan varlığının kaygı ve sıkıntısını ortaya koymaktadır. Wilhelm Emrich’in keskinlikle gözlemlediği gibi bu eser, “modern edebiyatın bildiği en berrak modern sanayi toplumu eleştirilerinden biridir.
Zorbalıklar, Baba Otokrasisinden Kişisiz Aygıtlara
Amerika’daki bazı bürokratların kişisel pederşahi otoriteyle hâlâ hangi noktada akrabalık taşıdıklarını gösteren bir işaret: Oteldeki bürolardan birinde kapıcıların yerlere eşyalar attıkları, bunların daha sonra bitkin düşmüş ayak işlerine bakan kişiler tarafından toplanıp yerleştirildiğini görürüz. Kafka Babama Mektup’ta babasının yanında çalışanlara karşı tavrını anlatır: “Birbirlerine karıştıklarını görmek istemediğin malları tezgâhtan aşağıya sertçe atıyordun… yamak da onları toplamak zorunda kalıyordu.”
Amerika (Der Verschollene), kuşkusuz ki, kapitalist sanayi toplumuna yönelik Marksist eleştiriyle Kafka’nın en fazla yakınlık taşıyan romanıdır. Çalışanları acımasızca sömüren özel işletmeler olan Batı Oteli ile amca olayının tasvirinde bu durum özellikle belirgindir. Komünist edebiyat dergisi Kmen bu konuda yanılmamıştır; 1920 yılında birinci bölümün (“ateşçi”) Milena Jesenska’nın yaptığı Çekçe bir tercümesini yayımlar. Kafka Marx’ı okumamıştı, ama Marksizm’den –şu ya da bu derecede– esinlenen sosyalist çalışmalardan haberdardı. Bu yıllar boyunca sürdürdüğü okumaları arasında Holitscher’inki gibi eserler, hatta emekçilerin sömürülmesi ve yabancılaşmasıyla ilgili Marksist eleştiri öğeleri içeren Lily Braun’un otobiyografisi bulunur. Kafka’nın abone olduğu yayın olan Neue Rundschau’da 1909-1913 yıllarında Eduard Bernstein ya da Kurt Eisner gibi yazarların yayımladığı yazılarda da aynı öğelere rastlanır.
Bununla birlikte, bence bu kitapta Amerikan toplumuna ve özellikle modern teknik aygıtların insanlar üzerinde iktidarına dair getirilen eleştiri, Siyonist kültür çevresi Bar Kochba’daki dostlarının, özellikle de 1913 yılında yayımlanan ve Vom Judentum adlı derlemelerinde (bir nüshası da Kafka’nın kütüphanesinde bulunmuştur) ifade ettikleri gibi, özellikle modern burjuva Zivilisation’una karşı romantik protestodan esinlenmiştir. Romandaki mekanik çalışmayla ilgi kaygı verici tanımlar da buna kanıttır. Dev bir ticari işletmenin mülk sahibi olan Amca’nın yanında çalışanlar bütün günlerini telefon kabinlerine kapanarak, her şeye ilgisiz, başları çelikten bir dairenin içinde geçirirler; yalnızca parmakları, “insanlıkdışı bir şekilde tekbiçimli (gleichmässig) ve hızlı” mekanik bir hareket içinde kımıldar. Aynı şekilde, Batı Oteli’nin asansör yamaklarının işi de bitkinlik verici, tüketici ve monotondur (einforming); vakitlerini düğmeye basmakla geçirirler ve makinenin nasıl işlediğini hiç bilmezler. Bürolarda ve sokaklarda gürültü korkunçtur, insanı serseme çeviren ziller, araba klaksonları, “insanlar tarafından yaratılıyormuş gibi değil, sanki meçhul bir öğeye benzeyen” burgaçlanan bir uğultu.
Örnekler çoğaltılabilir: Kitabın tüm atmosferi, amansız bir dünyaya ve elinden kaçan bir teknik uygarlığa teslim olmuş insan varlığının kaygı ve sıkıntısını ortaya koymaktadır. Wilhelm Emrich’in keskinlikle gözlemlediği gibi bu eser, “modern edebiyatın bildiği en berrak modern sanayi toplumu eleştirilerinden biridir. Bu toplumun gizli ekonomik ve psikolojik mekanizması ile şeytani sonuçlarını tavizsizce ortaya serer.” Aynılığın monoton ve değirmi geri dönüşünün, saatin tamamen niceliksel zamansallığının egemenliğindeki bir dünyadır sözü edilen. Romandaki Amerika Kultur’süz bir Zivilisation olarak da görülmektedir: tin ve sanat hiç rol oynamaz gözükür ve anılan tek kitap, ticari bir yazışma eseridir… Romanın bellibaşlı kaynaklarından birinin Yahudi sosyalisti Arthur Holitscher’in 1912’de yayımlanan Amerika heute und morgen adlı kitabı olduğu bilinmektedir. Bu kitapta, modern Amerikan toplumunun temsil ettiği “cehennem”in ayrıntılı bir tasviri ile Taylorculuğun iğneleyici bir eleştirisi mevcuttur: “Kitlesel üretimin sonucu olan çalışmanın uzmanlaşması, emekçiyi makinenin ölü bir parçasına, şaşmaz bir otomatizmle işleyen bir çark ya da levyeye giderek daha fazla indirger.”
Bununla birlikte, Amerikan uygarlığının otoriter görünümü, Holitscher’in kitabında olduğundan çok Amerika’da görülür. Toplumsal ilişkilerde tahakkümün her yerde varlığını ortaya çıkaran Kafka’dır. Bu farklılık özellikle Holitscher’in “Athenäum Oteli, Chautauqua” başlıklı bölümü okunduğunda gayet net ortaya çıkar. Burada, lise öğrenciliğinin yanısıra büyük bir modern otelde çalışan genç bir asansörcü çocuk vardır –tıpkı Batı Oteli’ndeki Karl Rossmann gibi. Ama bu, Kafka’nın kahramanı gibi acımasız bir bürokratik hiyerarşi tarafından ezilmek bir yana, Latince dilbilgisi üzerine zengin bir müşteriyle söyleşir. Ve Holitscher bundan, toplumsal sınıflar arasındaki farklılığın Amerika’da Avrupa’da olduğundan daha düşük olduğu sonucunu çıkartır…
Kafka’nın modern teknoloji karşısındaki güvensizliği, kuşkusuz ki, Arbeiter-Anfall-Versicherungs-Anstalt für das Königreich Böhmen memuru olarak kendi deneyiminden kaynaklanır: Mesleki raporlarının diyagram ve açıklamalarında ayrıntılı olarak belgelenen iş kazalarının artan sayısında, teknik ilerlemenin muzaffer çağının karanlık arka yüzünü görüyordu. Max Brod’un gayet iyi anladığı gibi, Kafka’nın “mesleki” deneyimi onu bir kez daha (Babama Mektup’taki bir ifadesini tekrar ele alırsak) “emekçilerin tarafı”nı, yani kaza kurbanlarını savunmaya yöneltir: “Güvenlik aygıtlarındaki kusurların sonucunda işçilerin içine sürüklendiği sakatlıkları gördükçe toplumsal dayanışma duygularının şiddetle sarsıldığını hissediyordu.” Bu tavrı açıklamak için, liberterlerin doğrudan eylem yöntemlerinden esinleniyor gözüken Kafka’nın bir yorumunu aktarır: “Bu insanlar nasıl da mütevazı… Bizden ricaya geliyorlar. Eve saldırıp her şeye yağmalamak yerine ricaya geliyorlar.”
Kafka’nın bu dönemdeki yazışmaları dünyanın mekanikleşmesi karşısında hissettiği kaygılarını da belirtir: Felice’ye yazdığı Ocak 1913 tarihli bir mektupta diktafondan söz eder ve bunu örnek bir makine olarak gösterir: “Çalışanlar üzerinde bir insan varlığının yapabileceğinden daha güçlü ve daha acımasız (grausamen) bir zorlama [uygular] […]. Diktafon karşısında memur küçük düşer, bir makinenin horultusunun hizmetine beynini veren fabrika işçisi durumuna indirgenir.” Birkaç yıl sonra, Janouch’la bir söyleşi sırasında, Taylorizm karşısındaki düşmanlığını, kutsal kitaptan tınılar taşıyan bir dilde açıkça ifade eder: “Bu kadar büyük bir suç sonunda kötülüğün kölesi olmaya varır. Doğaldır bu. Yaratılışın en yüce yanı ve el yordamıyla bile olsa, sınırlandırması en imkânsız olanı, yani zaman, iğrenç ticari çıkarlar ağının esiri bulur kendini. Bu durum, yalnızca yaratılışı değil, özellikle bu yaratılışın yapıcı öğesi olan insanı da kirletir ve küçük düşürür. Bu şekilde Taylorlaştırılmış bir yaşam canavarca bir lanettir, umulan servet ve kâr yerine, açlık ve sefaletten başka bir şey yaratamaz.”
Kapitalist sanayinin “ilerleme”si karşısındaki bu ahlaki ve dinsel düşmanlık, mekanikleşmiş bir insan yaşamı kâbusu karşısında tipik anlamda romantik bu kaygı, Kafka’yı Orta Avrupa Yahudilerinin Yiddiş kültürüne (ve diline) doğru çeken, Filistin’deki kırsal yaşam projelerine ve (daha muğlak bir şekilde) Praglı dostlarının romantik ve kültürel Siyonizmine doğru çeken geleneksel cemaate, organik Gemeinschaft’a duyulan özleme eşlik eder. Doğayla uyum ve barış içinde yaşayan Çek köylü topluluğu da Kafka’nın hayranlığını çekmektedir: “Köylülerin yarattığı genel izlenim: Onlar tarıma sığınmış soylulardır, çalışmalarını öyle bilgelik ve alçakgönüllülükle düzenlemişlerdir ki, olaylar bütününe hiç çatlaksız dahil olurlar ve ölümlerinin çok kutlu vakti gelene dek her türlü yalpaya ve deniz tutmasına karşı korunurlar. Toprağın gerçek yurttaşları.” Bu sevgi dolu ve huzurlu tabloyu, Amerika’nın birinci bölümünde New York limanının hastalıklı coşkusunun tasviriyle karşılaştırmak çarpıcıdır: “Bitmek bilmeyen bir hareket, bir burgaçtı bu; çalkantılı denizden yoksullara ve onların işlerine aktarılıyordu.”
Amerika’dan kısa süre sonra Kafka “Ceza Sömürgesinde” adlı hikâyeyi kaleme alır. Bütün hikâyeleri arasında, otoritenin en ölümcül ve en adaletsiz yüzüyle kendini gösterdiği hikâye budur. Aynı zamanda, sözün kasvetli ve zaptedilmiş şiddeti bakımından en etkileyici eserlerinden biridir. Adorno’ya göre, Kafka ile gerçeküstücülüğün uyuştuğu temel nokta olan metin ile okur arasındaki tefekkür ilişkisinin bozulmasına en fazla yol açan hikâyedir: “Anlatı okurun üzerine, tıpkı üç boyutlu filmlerdeki yeni teknikte seyircilerin üzerine hücum eden lokomotifler gibi üşüşür.”
Bu temel metnin en iyi yorumlarından biri, hikâyenin birinci basımı sırasında, 13 Haziran 1920’de Weltbühne’de yayımlanan Kurt Tucholszky’nin tanıtım yazısıdır. Bu başyapıtın bir düş biçiminde kendini gösterdiğini, ama hiçbir fluluk olmadığını yazar: Bu, “acımasızca sert, vahşice nesnel ve billur berraklığında” bir düştür ve ana teması, iktidara köleliktir. “Ve bu iktidarın burada hiçbir sınırı yoktur (Und diese Macht hat hier keine Schranken).” (…)
Franz Kafka
Boyun Eğmeyen Hayalperest
Fransızcadan Çeviri: Iflık Ergüden