YAKASINDA KIZIL KARANFİL TAŞIYAN FRANZ KAFKA’NIN SOSYALİZM İLE İLGİSİ – MİCHAEL LÖWY

“KROPOTKİN’İ UNUTMAMALI!”-KAFKA VE LİBERTER SOSYALİZM

Kafka’nın eserini, hangisi olursa olsun, herhangi bir politik doktrine indirgeyemeyeceğimiz aşikârdır. Kafka söylem üretmez, kişiler ve durumlar yaratır ve eserinde duygular, tavırlar, bir Stimmung ifade eder. Edebiyatın sembolik dünyası ideolojilerin söylemsel dünyasına indirgenemez; edebi eser, felsefi ya da politik doktrinler gibi soyut kavramsal sistem değil, kişilerin ve şeylerin somut hayali evreni’dir.

Bununla birlikte, bu durum, bir yandan Kafka’nın anti-otoriter ruhu, liberter duyarlılığı, sosyalist sempatileri ile diğer yandan bellibaşlı yazıları arasındaki geçitleri, köprüleri, yeraltı bağlarını keşfedip araştırmayı engellemez. Bunlar, Kafka’nın iç manzarası olarak adlandırabileceğimiz şeye erişmenin ayrıcalıklı yollarıdır.

Kafka’nın sosyalist eğilimleri çok erken kendini göstermiştir. Gençlik arkadaşı ve liseden dostu Hugo Bergmann’a göre genç Kafka görüşlerini sergilemek için ceketinin yaka deliğinde kızıl bir karanfil taşıyordu. Okuldaki son yıllarında (1900-1901) dostlukları biraz soğumuştu, çünkü “onun sosyalizmi de benim Siyonizmim çok güçlüydü.” Bu anlaşmazlıklar Germen milliyetçiliği karşısında aynı şekilde tepki göstermelerini engellemez. Her ikisinin de dahil olduğu Prag’daki Alman Öğrenciler Birliği’nin bir toplantısında, tören sırasında Wacht am Rhein okunurken iki arkadaş ayağa kalmazlar ve bu tavır derhal kapı dışarı edilmelerine yol açar…

Söz konusu edilen hangi sosyalizmdir? Genç Kafka’nın Çek ya da Avusturya sosyal-demokrasisiyle bağlarını ortaya koyan hiçbir tanık yoktur. Savaş sonrası yıllarda yeni Çekoslovak Cumhuriyeti’ndeki komünist partiyle de bağı yoktur –bu partinin kurucularından biri olan Stanislav K. Neumann’ın yazarı tanımasına ve Ateşçi’yi 1920 yılında bir Çek edebiyat dergisinde yayımlamış olmasına rağmen durum budur. Velhasıl, Bergmann’ın sözünü ettiği Kafka’nın sosyalizme bağlılığı Ekim 1917’den çok öncedir.

Kafka’nın Rus devrimine ilgi göstermiş olduğu doğrudur: Eylül 1920’de Milena’ya yazdığı bir mektupta, Bolşevizm üzerine bir makaleye referansta bulunarak, bu yazının “bedenim, sinirlerim, kanım” üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu belirtir. Milena’ya mektupların yeni baskısını hazırlayanlara göre bu, 25 Ağustos 1920’de Prager Tagblatt’ta çıkan Bertrand Russell’in “Bolşevik Rusya Üzerine” başlıklı bir makalesidir. Ama Kafka, bana çok önemli gelen şu ifadeyi de eklemektedir: “Doğrusu, onu tam olarak oradaki haliyle almadım, kendi orkestram için onu transpoze etmeye başladım.” Genel olarak Kafka’nın “etkilenme”lerine uygulanabilir bir saptamadır bu: Asla pasif bir alımlama söz konusu değildir, her zaman için seçmeli bir yeniden-özümseme, kendine özgü bir “müzikleştirme” söz konusudur. Kafka’nın tavrını daha iyi anlayabilmek için Bertrand Rusel’in makalesinin içeriğine bakalım. Bu metin –Temmuz-Ağustos 1920’de Londra’da The Nation adlı süreli yayında çıkan beş makalelik bir dizinin ilkidir– Sovyet iktidarının hakkaniyetli bir bilançosunu çıkarmaya çalışırken, hem Bolşeviklerin fedakârlıklarını vurgulamakta –onları, “demokrasi ve dinsel iman bileşimleri”yle ve “sarsılmaz politik–ahlaki hedefleri”yle Cromwell’in püritenleriyle karşılaştırmaktadır– hem de diktatörlük eğilimlerini ve hoşgörüsüzlüklerini belirtmektedir. Kafka Milena’ya mektubunda makalenin sonunu ortadan kaldırdığını, çünkü bunların doğrulanmamış suçlamalar olduğunu belirtiyordu. Nelerdir bunlar? Russell, makalenin son paragrafında, Asya Rusya’sının yeniden fethi sırasında Bolşeviklerin emperyalist eğilimleri olarak adlandırdığı şeyi eleştirir ve bir süre sonra Bolşeviklerin iktidarının “herhangi bir Asya hükümetine” benzeyeceğini öngörür. Kafka’ya konu dışı gelen burasıdır: Bunlar “bu bütünün içinde yerini bulamamış” suçlamalardır.

Kafka’nın bakış açısı, birkaç hafta sonra Milena’ya yazdığı bir başka mektupta belirginleşir: “Bolşevizm üzerine saptamamı anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Yazarın bolşevizme yönelttiği eleştiri, bence orada en fazla övgüye değer yana yöneliktir (höchste auf Erden mögliche Lob).” Kafka Betrand Russell’in hangi eleştirisine gönderme yapmaktadır? Kaldırılan paragraftakine değil, çünkü Milena o paragrafı okumamıştır; makaledeki daha genel bir argümana gönderme yapmaktadır. İngiliz filozof Rus komünistlerine birçok eleştiride bulunmaktadır, ama ona en tehlikeli gelen şey, devrimi dünya çapında yayma projeleri, fanatik enternasyonalizmleridir: “Gerçek komünist tamamen enternasyonaldir. Örneğin Lenin, […] Rusya’nın çıkarlarıyla diğer ülkelerinkinden daha fazla ilgileniyor değildir; Rusya, bu dönemde, toplumsal bir devrimin öncüsüdür ve böylelikle, dünya için bir değeri vardır, ama Lenin eğer şu alternatifle karşı karşıya kalırsa, devrimdense Rusya’yı feda etmeye hazırdır.” Başka deyişle, Kafka’ya Rus devrimcilerinde övgüye değer gibi gelen şey, özellikle Russell’in onları eleştirdiği şeydir, yani kökten enternasyonalizme bağlılıklarıdır. Kafka’nın bu “kozmopolit sosyalist” duyarlılığının bazı tanıklarca da doğrulandığını göreceğiz.

Gustav Janouch, 1920 yılındaki bir sohbet sırasında şu yorumun Kafka’ya ait olduğunu ileri sürer: “İnsanlar Rusya’da kusursuzca adil bir dünya inşa etmeye çalışıyorlar. Dinsel bir hikâye bu.” Kafka Bolşevizmi bir tür din olarak görüyordu ve Rusya’ya karşı ambargo ya da müdahaleler ona göre “gezegen üzerinde ortaya çıkacak geniş ve acımasız din savaşları”nın habercisiydi. Bu yorumlar Sovyet deneyimine karşı –eleştirel– bir ilginin kanıtıdır, ama, belgelerin bugünkü durumunda, yazarın komünist hareketle herhangi bir ilişkisini ileri süren bir şey yoktur. Çek komünistlerinin herhangi bir toplantısında ona rastlamış hiçbir tanık yoktur ve kişisel yazılarında –mektuplar, günlük– bu politik akımın temsilcisi yazarların adı hiç anılmamıştır.

Buna karşılık, çağdaşı olan birçok tanık Çek liberter sosyalistlerine olan sempatisine ve onların bazı faaliyetlerine katılımına göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla, genç Kafka’nın (Bergmann’a göre) “çok güçlü” sosyalizminin ne tür bir sosyalizm olduğunu anlamak istiyorsak, araştırmaları bu yöne çevirmek gerekir. 1930’lu yılların başında, Stefan Rott (1931) romanını kaleme almak için yaptığı araştırmalar sırasında Max Brod, Çek anarşist hareketinin kurucularından biri olan Michal Kacha’nın bilgilerine ulaştı. Bu bilgilerde, Kafka’nın liberter, anti-militarist ve ruhban-karşıtı bir örgüt olan ve Stanislas K. Neumann, Michal Mares, Jaroslav Hasek, Frana Sramek gibi birçok Çek yazarının gidip geldiği Klub Mladych’in (“Gençler Kulübü”) toplantılarında bulunduğu belirtiliyordu. “Başka taraftan da doğrulanmış” (ne yazık ki bu diğer kaynak belirtilmemiştir) bu bilgileri romanına dahil eden Brod, Kafka’nın “kulübün toplantılarına genellikle sessizce gelip katıldığı”nı yazıyordu. “Kacha onu sempatik buluyor ve ‘Klidas’ diyordu ona. Bu kelimeyi ‘suskun’ diye çevirebiliriz, daha doğrusu, Çek argosuna uygun olarak, ‘sessizlik abidesi’ diyebiliriz.” Max Brod bu tanıklığın doğruluğunu asla tartışma konusu etmemiştir ve Kafka biyografisinde bunu yeniden aktaracaktır.

İkinci tanık anarşist yazar Michal Mares’tir, Kafka’yı sokakta tanımıştır. Onun belgesinin biraz farklı iki versiyonu vardır: Birincisi 1946 yılında bir Çek dergisinde yayımlandığında hiç dikkat çekmedi. Daha ayrıntılı ve muhtemelen daha belirgin olan ikincisi ise Klaus Wagenbach’ın Kafka’nın gençliği üzerine önemli kitabına (Almanya’da 1958’de çıktı) ek olarak yayımlandı. Wagenbach’ın eseri, yazarın Prag’daki liberter çevrelerle ilişkilerini aydınlatan ilk eserdir. Mares’e göre Kafka, onun davetine uyarak, Ekim 1909’da İspanyol liberter eğitimci Francisco Ferrer’in idamına karşı bir gösteriye katılmıştı. 1910-1912 yıllarında ise Gençler kulübü’nün, Vilem Körber Birliği’nin (ruhban-karşıtı ve antimilitarist) ve Çek anarşist hareketin düzenlediği serbest aşk üzerine, Paris Komünü üzerine, barış üzerine ya da Parisli militan Liabeuf’ün idamına karşı konferanslara katılmış olmalıdır. Bu toplantılar vesilesiyle eski okul arkadaşı Rudolf Illowy’yle ve Stanislas K. Neumann, Frana Sramek, Karel Toman ya da Jaroslav Hasek gibi yazar ve şairlerle karşılaşmış olmalıdır. Hatta, arkadaşını hapisten kurtarmak için birkaç kez beş kuronluk kefalet bile ödemiş olmalıdır. Mares de Kacha gibi Kafka’nın sessizliği üzerinde durur: “Tanıdığım kadarıyla Kafka bu anarşist örgütlerden hiçbirine mensup değildi, ama onlara karşı toplumsal sorunlara duyarlı ve açık bir insanın güçlü sempatisini hissediyordu. Bununla birlikte, bu toplantılara duyduğu ilgiye rağmen (sürekli geldiği dikkate alındığında) asla tartışmalarda söz almıyordu.” Bu ilgi Kafka’nın okumalarında da kendini göstermiş olmalıdır: Kropotkin’in Bir İsyancının Sözleri (Mares’in hediyesi), Reclus kardeşlerin, Bakunin’in ve Jean Grave’ın yazıları.

Mares’in anılarının bir başka versiyonu daha vardır. Yayımlanmamış olan bu versiyonu daha önceki ikisinden birkaç ayrıntı hariç pek farklı değildir. Burada şu saptama görülür: “Mother Earth’ın yayıncısı Emma Goldmann’ın, bu cömert ve cesur kadının herkesin önünde soyulup katrana bulandığını ve bir tüy yığını içinde yuvarlandığını öğrendiğinde Kafka’nın Amerikan gençliğine duyduğu öfkeyi hatırlıyorum.” Mares’in iki farklı olayı iç içe soktuğu kesindir: Birincisi, 1909 tarihlisi, Emma Goldmann’ın Michigan’daki Ann Arbor Üniversitesi’nde verdiği bir konferans sırasında genç öğrenciler tarafından alaya alınmasıdır (yine de konuşmayı başarmıştır). İkincisi, 1911 tarihlisi, dostu Ben Breitman’ın San Diego’da uyanık bir çete tarafından kaçırılışıdır; onu ciddi biçimde dövmüşler, soymuşlar, katran ve tüye bulamışlardı. Kafka’nın Emma Goldmann’a ilgisi o dönemde ilk romanını yazmak için Amerika üzerine belge toplamasıyla açıklanamaz yalnızca; aynı zamanda engellerle karşılaşmaktan çekinmeyen cesur ve boyun eğmez kadınlara olan sempatisiyle, onların cazibesiyle de açıklanır. Bu isyankâr kadın figürlerine referanslara mektuplarında ve yazılarında sıklıkla rastlayacağız. Bu kadınların arketip modeli kuşkusuz ki kız kardeşi Ottla’ydı. Onun baba otoritesine direnişine hayrandı.

Üçüncü belge, Gustav Janouch’un Kafka’yla Konuşmalar’ıdır. Bu konuşmaların ilk baskısı 1951 yılında, büyük ölçüde genişletilmiş ikincisi ise 1968’de yayımlanır. Praglı yazarla yaşamının son yıllarında (1920 sonrası) yapılan söyleşilere gönderme yapan bu tanıklık, Kafka’nın liberterlere sempatisini koruduğunu ortaya koymaktadır. Çek anarşistlerini yalnızca “çok nazik ve çok eğlenceli” insanlar olarak nitelemekle kalmaz –“öyle nazik ve sevimliler ki söylediklerine inanmamak olamaz.”–, bu söyleşiler sırasında ifade ettiği politik ve toplumsal fikirler de liberter akımın damgasını güçlü biçimde taşır. Örneğin kapitalizmi hiyerarşik bir tahakküm sistemi olarak görüşü ve sistemin otoriter karakteri üzerinde ısrarla duruşu anarşizme yakındır. George Grosz’un sermayeyi yoksulların parası üzerine oturmuş şişko bir adam olarak temsil eden bir karikatürü vesilesiyle Janouch’la bir tartışma sırasında bunu açıklar. Kafka’ya göre bu resim “hem yanlış hem doğrudur. Yalnızca bir yönde doğrudur. […] Silindir şapkalı şişko adam ezdiği yoksulların sırtında yaşamaktadır, bu doğrudur. Ama şişko adamın kapitalizm olduğu tam olarak doğru değildir. Şişko adam, belirli bir sistem çerçevesinde yoksula egemendir, ama sistemin kendisi değildir. Bu sistemin efendisi bile değildir. Tersine, o da zincirler taşımaktadır, onlar bu çizimde gösterilmemiştir. […] Kapitalizm […] yukardan aşağıya ve aşağıdan yukarıya giden […] bir bağımlılık sistemidir. Her şey birbirine bağlıdır, her şey zincirlidir. Kapitalizm dünyanın ve ruhun bir halidir.”

Aynı şekilde, örgütlü işçi hareketi karşısındaki kuşkucu tavrı da politik parti ve kurumlar karşısındaki liberter güvensizliğinden esinleniyor gözükmektedir: Bir sokak gösterisinde yürüyen işçilerin ardında, “kâtipler, bürokratlar, profesyonel politikacılar, yani iktidara yükseltmeye hazırlandıkları bütün modern sultanlar ilerliyor… Devrim buhar olup gidiyor, geriye yalnızca yeni bir bürokrasiden oluşan çamur kalıyor. İşkence çeken insanlığın zincirleri bakanlık kâğıtlarından. Bunu derken hangi devrimi düşünmektedir? 1917 Ekim Devrimi’ni mi, yoksa 1918-1919’daki Almanya ve Avusturya devrimlerini mi? Bunu bilmek imkânsız. Her koşulda, kâğıttan zincirler üzerine son cümle yalnızca devrimlerin trajik yazgısını değil, tüm tezahürleriyle bürokrasiyi de içeriyor.

Janouch, notlarının eksiksiz versiyonunun baskısı olduğu ileri sürülen, savaştan sonra kaybolan ve çok sonra tekrar bulunan ikinci baskısında (1968) Kafka’yla şu konuşmayı aktarır:

“Ravachol’un yaşamını incelediniz mi?

–Evet! Yalnızca Ravachol’unkini değil, birçok başka anarşistin yaşamını da inceledim. Godwin’in, Proudhon’un, Stirner’in, Bakunin’in, Kropotkin’in, Tucker ve Tolstoy’un biyografi ve fikirlerine gömüldüm; farklı gruplarla birlikte oldum, toplantılara katıldım, kısacası bu işe çok zaman ve para yatırdım. 1910 yılında Çek anarşistlerinin Karolinental’da ‘Zum Kanonenkreuz’ denen bir tavernadaki toplantılarına katıldım. ‘Gençler Kulübü’ denen anarşist kulüp burada toplanıyordu… Max Brod bu toplantılarda bana defalarca eşlik etti, aslında pek hoşuna gitmiyordu. […] Benim için çok ciddi bir iş söz konusuydu. Ravachol’un izi üzerindeydim. Bu izler sonra beni Erich Mühsam’ın, Arthur Holitscher’in ve Viyanalı anarşist Rudolf Grossmann’ın izlerine götürdü… Hepsi de insanların mutluluğunu Tanrı Lütfu olmadan gerçekleştirmeye çalışıyordu. Onları anlıyordum. Bununla birlikte […] onlarla dirsek teması içinde yürümeye uzun süre devam edemezdim.” Ancak yorumcuların genel kanısına göre bu ikinci versiyon ilkinden daha az güvenilirdir; özellikle de kökeninin belirsizliği dolayısıyla (kaybolan ve yeniden bulunan notlar). Ayrıca, bu bölümde belirgin bir hata vardır: Max Brod, kendisinin açıkça belirttiği gibi, anarşist kulüpteki toplantılarda dostuna eşlik etmediği gibi, Praglı liberterlerin faaliyetlerine Kafka’nın katıldığından da habersizdi.

Bu çeşitli tanıklıklara göre Kafka 1912’den sonra anarşist toplantılara katılmaya son vermişti. Hangi gerekçeyle? Gustav Janouch, 1965’te yayımlanan “Kafka ve Dünyası” üzerine bir kitapta, “Franz Kafka’nın anarşistlere olan ilgisi 1910 ve 1911 yıllarında Çek anti-militaristlerine karşı yürütülen davaların etkisi altında sönmüş olmalıdır” şeklindeki “tamamen yanlış” bakış açısına karşı çıkar. Böyle bir yorumun, Kafka’nın kişiliğini ve “insan varlığına yönelik bütünsel angajmanını” asla anlamamış ve tanımamış kişiler tarafından ileri sürülebileceğini ısrarla belirtir. Ona göre, yazarın bu toplantılara gitmekten vazgeçmesinin nedeni, Vohryzek denen birinin liberter çevreler üzerinde uyguladığı diktatörce iktidardır; daha sonra (1918’de imparatorluk arşivleri açıldıktan sonra) onun bir polis ajanı olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca şunu da ekler: Praglı anarşistlerin amatörlüğünden hayal kırıklığına uğramış olsa da, Kafka bu kulüplerin çoğu üyesiyle köprüleri atmamıştır, çünkü “hayata bir anlam vermek için tamamen yetersiz araçlarla yürüttükleri mücadelelerine hayranlık” duyuyordu. Daha önce andığımız Janouch’un metinleri için olduğu gibi, gerçek anılar ile sonradan yapılan eklemeleri hesaba katmak güçtür.

Bilinen bu üç tanıklığa, tüm biyografi yazarlarının ve yorumcuların açıkça gözardı ettiği bir dördüncüsü de eklenebilir. Bu, Leopold B. Kreitner’in (1892-1969), “Genç Bir Adam Olarak Kafka’nın Portresi” adı altında bir Kuzey Amerika dergisinde yayımlanan makalesidir. Kafka’nın okuduğu lisenin eski öğrencisi olan ve 1912-1914 yıllarında ona sık sık rastlayan Kreitner’e göre Praglı yazar, “üniversitedeki bu son yıllarında ve önem taşıyan sonraki dönemde, politik ve felsefi planda bir tür sosyalist kozmopolitizme doğru dönmüş ve her türlü milliyetçiliği reddetmiştir.” Kreitner, Jaroslav Hasek ve Karel Toman’dan (anarşist şair) Kafka’nın Gençler Kulübü toplantılarına “sık sık katıldığı”nı öğrenmiş olduğunu hatırlıyor. Küçük bir otel olan U Brejsku’da toplanan Çek şair ve yazar grubudur bunlar ve “edebiyat, sanat, felsefe üzerine ateşli tartışmalar sürdürüyor ve büyük ölçüde anarşizan görüşler ifade ediyorlardı.”

Kafka’nın Praglı liberter sosyalist çevrelerle bağlarını az çok ayrıntılı olarak anlatanlar demek ki dört tanıktır (bunlara, Kacha’nın savlarını Brod’a onaylayan meçhul kişiyi de eklemek gerekir).

Bu tanıklıklardan bazılarının yanlışlar ve çarpıtmalar içermesi de muhtemeldir. Klaus Wagenbach da, Mares hakkında, “bazı ayrıntılar belki yanlıştır” ya da en azından “abartılıdır” diye kabul eder. Ve, Max Brod’a göre Mares, Kafka’yı tanımış birçok başka tanık gibi, özellikle yazarla olan dostça bağlarının önemini “abartma eğilimindedir.” Janouch’a gelince, anılarının ilk versiyonu “Kafka’nın konuşma üslubunun belirgin özelliklerini taşıdığı” için “sahicilik ve güvenilirlik” izlenimi verse de, ikinci versiyon daha az güvenilir gelir. Ama bu belgelerin çelişkilerini ya da abartılarını saptamak başka bir iştir; Kafka ile Çek anarşistleri arasındaki bağlara dair bilgileri de “saf efsane” diye niteleyerek külliyen reddetmek başka bir iştir. Aralarında Eduard Goldstücker, Hartmut Binder, Ritchie Robertson ve Ernst Pawel’in de yer aldığı bazı uzmanların tavrı böyledir. Bunlardan ilki komünist bir Çek eleştirmendir ve diğer üçü Kafka’nın, değerleri inkâr edilemeyecek biyografi yazarlarıdır. Kafka’nın yaşamındaki anarşist dönemi ortadan kaldırma teşebbüsleri, açıkça politik içerimleri olduğu ölçüde, ayrıntılı olarak tartışmayı hak eder.

1960’lı yıllar boyunca Kafka’yı Çekoslovakya’da “yeniden saygın kılma” çabalarıyla tanınan Eduard Goldstücker’e göre, Wagenbach’ın yeniden yayımladığı Mares’in anıları “kurgu alanına aittir.” Onun temel argümanı, devrimcilerin, anarko-komünistlerin kendi toplantılarına “tanımadıklarını birini”, üstelik de sürekli susan birini kabul etmelerinin akla yatkın olmadığıdır. Oysa, Goldstücker’in unutmuş gözüktüğü şey, Kafka’nın “tanınmayan biri” olmadığı, tam tersine, bu toplantıların önde gelen iki düzenleyicisi tarafından şahsen tanındığıdır: Michal Kacha ve Michal Mares (keza, liseden eski arkadaşı olan Rudolf Illowy gibi diğer katılımcılar da onu tanımaktadır). Bununla birlikte –öncekiyle az çok çelişik bir şekilde– Goldstücker sonunda Kafka’nın anarşist faaliyetlere katıldığını kabul eder, yalnızca bu katılımın Mares’in öne sürdüğü gibi yıllarca olmadığını “birkaç toplantı”yla sınırlı kaldığını ileri sürer. Oysa, Mares de yalnızca beş toplantıdan söz etmektedir, dolayısıyla Goldstücker’in onun tanıklığını niçin bu kadar kesin olarak reddettiği anlaşılmamaktadır…

Kafka’nın ayrıntılı ve çok fazla bilgi dolu bir biyografisinin yazarı olan Hartmut Binder, Kafka ile Praglı anarşist çevreler arasındaki bağların “hayalgücünün alanına” ait bir “efsane” olduğu tezini en enerjik biçimde ileri süren kişidir. Klaus Wagenbach “kendi ideolojisine sevimli gelen” ama “yeterince güvenilir olmayan, hatta kasıtlı olarak hile katılmış” kaynaklar (Kacha, Mares ve Janouch) kullanmakla suçlanır.

Böyle bir akıl yürütme, “pek güvenilmez” olarak kabul edilen bu üç tanıklığın Kafka ile liberterler arasındaki bağların savlanmasında niçin çakıştığını açıklamadığı gibi, Kafka’nın Siyonist, komünist ya da sosyal-demokrat toplantılara tekrar tekrar katılımı üzerine “kurgusal” tanıklıkların niçin bulunmadığını da açıklamamaktadır. Gerçekten de, –bir anarşist konspirasyon hayal etmek dışında– “hile”lerin niçin yalnızca bu belirgin yönde gittiklerini anlamak güçtür. Eleştiri konusu olan bilinen üç tanıklıktan başka, bir dördüncüsünü de eklemek gerekir. Bu, Binder’in (ve diğer itirazcıların) bilmiyor gözüktüğü Leopold Kreitner’in tanıklığıdır.

Ama, Wagenbach’a karşı mücadelesi “ideolojik” motivasyondan yoksun olmayan Binder’in argümanlarını daha yakından inceleyelim. Ona göre, “Brod’un, bu sözümona faaliyetleri Kafka’nın ölümünden yıllar sonra, bu anarşist hareketin eski bir üyesi olan Michal Kacha’dan öğrenmiş olması […] bu bilginin güvenilirliğine karşı bir kanıttır. O dönemde Kafka’yla birlikte iki tatil yolculuğuna çıkmış olan ve her gün ona rastlayan Brod’un […] en iyi dostunun anarşist harekete ilgisini bilmiyor olması neredeyse hayal bile edilemez bir durumdur.” Olabilir, ama eğer bu gerçekten “neredeyse hayal bile edilemez” ise (yine de “neredeyse”nin bir kuşku payı içerdiğini saptayabiliriz), bu durumda, birinci dereceden ilgili kişinin, yani Max Brod’un bu bilgiyi tamamen güvenilir kabul etmesi –çünkü hem Stefan Rott adlı romanında hem de dostunun biyografisinde kullanmıştır– nasıl olabilmektedir? Binder’in bir diğer argümanı da daha ikna edici değildir: “Sigara dumanları içindeki bir birahanede, yasal çerçevenin dışında hareket eden bir grubun politik tartışmalarını dinlemek […] Kafka’nın kişiliği açısından hayal edilebilir bir durum değildir.” Yine de bu durumda, dostunun kişiliğini az da olsa bilen Max Brod’un gözünde tuhaf bir yan yoktur… Gerçekten de Kafka’nın eserindeki hiçbir şey onun yasallığa karşı bunca boş inançlı bir saygısı olduğunu düşündürtmemektedir. Michal Mares’in tanıklığından kesin olarak kurtulmaya çalışmak için Binder Kafka’nın Milena’ya bir mektubuna ısrarla gönderme yapar. Burada Mares “sokakta tanışılmış biri” olarak anılmaktadır. Binder şu akıl yürütmede bulunur: “Kafka, Mares’le ilişkisinin yalnızca bir Gassenbekantschaft (sokak tanışı) ilişkisi olduğunu özellikle vurgular. Bu, Kafka’nın herhangi bir anarşist toplantıya hiç katılmadığının en net işaretidir.” En azından şu söylenebilir ki, öncül ile sonuç arasındaki bağ belirgin değildir! Kafka’nın Milena’ya mektubundan çıkartılabilecek olan şey, Mares’in, 1946 tarihli tanıklığında, Kafka ile kendisi arasındaki dostluk bağlarını muhtemelen abartmış olduğudur, ancak dönemsel ilişkileri ile Kafka’nın aralarında genç Mares’in de bulunduğu anarşistlerin toplantılarına katılımı arasında hiçbir çelişki yoktur. İlişkileri sokakta karşılaşmayla sınırlı olsa bile (Kafka’nın evi Mares’in çalıştığı yerin yakınındaydı), bu durum, Mares’in ona bildiriler, toplantı ve gösteri davetiyeleri vermesini, bazı faaliyetlerde Kafka’nın da bulunduğunu saptamasını, hatta bir fırsatta ona Kropotkin’in kitabının bir nüshasını hediye etmesini asla engellemezdi. Kafka Milena’ya yazdığı bu mektupta Mares’in sinir bozucu tavrından şikayet eder, ama aynı zamanda Mares’in vermiş olduğu şiir seçkisine de –Policejni stara (“Polis Müfrezesi”)– “çok iyi” diye göndermede bulunur.

Mares’in elinde, Kafka’yla bağlarının maddi kanıtı olarak, yazarın gönderdiği 9 Aralık 1910 tarihli bir kartpostal bulunmaktadır. Dostundan birçok mektup aldığını ama bunların o dönemde evinde yapılan çok sayıda arama sırasında kaybolduğunu ileri sürmektedir –ama bu doğrulanması olanaksız bir savdır. Binder bu belgenin varlığını kaydeder, ama, kartın (Michal’a değil) “Josef Mares”e gönderilmiş olmasından yola çıkarak, burada tanığın “kurguları”nın yeni bir kanıtına sahip olduğunu düşünür: Mares’i tanıdıktan ve onun yanında Klub Mladych’deki birçok geceye katıldıktan bir yıl sonra Kafka’nın “onun önadını bile bilmemesi” tamamen inanılmazdır. Oysa, bu argüman çok basit bir nedenle geçersizdir: Kafka ile Milena arasındaki yazışmaların Alman editörlerine göre Mares’in asıl önadı Michal değil… Josef’tir.

Janouch’un tanıklıklarına gelince, Binder onun anılarının 1968 versiyonunu tam bir uydurma diye reddeder, ama 1951 versiyonunda anarşistlere yapılan referans ona göre “gerçek bir anıya dayanıyor” olabilir. Yine de bunu, şair Michal Mares’i “sokak tanışı” olarak sunan Milena’ya mektubun belirtilen bölümüyle birlikte tutarak, önemsizleştirmeye çabalar. Oysa, Janouch’un aktardığı söyleşide, sokakta rastlanılan bir kişi değil, “gayet kibar ve gayet sevimli”, çoğul olarak “anarşistler” söz konusu edilmektedir. Dolayısıyla Kafka’nın tanıştığı tek liberter militanın Mares olmadığını varsayabiliriz.

Genel olarak Hartmut Binder’in bu konuda sürdürdüğü tartışma, Kafka imgesini Praglı liberterlerin düzenlediği toplantılara katılımının –tutucu bir politik bakış açısı nezdinde– oluşturacağı kara lekeden kurtarmak için sistematik ve kasıtlı bir saldırının can sıkıcı izlenimini vermektedir.

Birkaç yıl sonra, başka açılardan ilgiye tamamen değer bir biyografide, Ernst Pawel aşağı yukarı Binder’le aynı tezleri savunur: Kafka’nın kişiliğine bağlı “büyük mitlerden biri”, yani “Klub Mladych Çek anarşist grubu içinde konspiratör bir Kafka efsanesi” “gömülmekte”dir. Bu efsane “1946’da yayımlanan biraz hayal mahsulü anılarında Kafka’yı anarşist toplantı ve gösterilere katılan bir dost ve arkadaş olarak tarif eden eski anarşist Michal Mares’in anı zenginliği” sayesindedir. “Gustave Janouch’un sonradan şişireceği” Mares’in hikâyesi “Kafka’yı genç bir konspiratör olarak ve Çek kurtuluş hareketinin bir yol arkadaşı olarak bize sunan birçok Kafka biyografisinde yer alır. Bu hikâye, Kafka’nın hayatına, dostlarına ve karakterine dair bildiğimiz her şey tarafından yalanlanmaktadır. Konspiratör olarak pek inandırıcı değilken, bağlılığını her gün gördüğü yakın dostlarından nasıl gizleyebilir, hatta gizlemek istemiş olabilir ki?”

“Efsane” söz konusu kaynakların hiçbirine dayanmadığından yalanlaması daha kolaydır: ne Kacha (Pawel’in adını anmadığı), ne Mares, ne Janouch –hele ki Wagenbach– Kafka’nın “anarşist grup içindeki bir konspiratör” olduğunu asla ileri sürmüş değillerdir. Mares özellikle Kafka’nın hiçbir örgütün üyesi olmadığı üzerinde ısrarla durur. Ayrıca, “konspirasyon” değil, çoğu da halka açık olan toplantılara katılım söz konusudur. “Yakın dostlardan gizleme”ye –yani Max Brod’dan– gelince bu saptamanın boşunalığını daha önce gösterdim.

Ernst Pawel kendi tezinden yana ek bir argüman getirir: “Neredeyse memur statüsünde birinin” polis muhbirlerinin dikkatinden kaçmış olması “düşünülemez.” Oysa, Prag polis dosyalarında “Kafka’ya dair en ufak bir ima yoktur.” Gözlem ilginçtir, ama polis arşivlerinde bir adın yokluğu, katılmamış olmanın yeterli bir kanıtını tek başına oluşturmaz. Ayrıca, polisin çeşitli liberter kulüplerin düzenlediği halka açık toplantılara katılan herkesin adını bilmesi az ihtimaldir: sessizce dinleyenlerden ziyade, “elebaşı”larla, bu cemiyetlerin yöneticileriyle ilgileniyordu…

Bununla birlikte Pawel, yumuşatılmış bir versiyonla, bu tanıkların ileri sürdüğü olguların geçerliliğini kabul etme özelliğiyle Binder’den ayrılır: “Hakikat daha basittir. Kafka Mares’i elbette tanıyordu […] ve kuşkusuz ki halka açık toplantı ve gösterilere ilgili bir gözlemci olarak katılmıştı. Onun sosyalist eğilimlerine Bergman ve Brod tanıktır. […] Sonraki yıllarda, Kropotkin ile Alexandre Herzen’in felsefi ve şiddet-karşıtı anarşizmiyle de ilgilenmiş gözükmektedir.” Wagenbach’ın çıkardığı sonuçlardan pek uzakta değiliz…

Şimdi de Praglı Yahudi yazarın yaşamı ve eseri üzerine kayda değer bir denemenin yazarı olan Ritchie Robertson’un bakış açısını inceleyelim. Ona göre, Kacha ile Mares’in sağladığı bilgiler “kuşkuyla ele alınmalıdır.” Onun bu konudaki bellibaşlı argümanları Goldstücker’den ve Binder’den ödünç alınmadır: Gizlice yaşayan bir grup nasıl olur da suskun duran bir ziyaretçiyi içine kabul eder? Üstelik, “hakkında pek az bilgi sahibi oldukları bu kişi bir casus olabilirdi.” Brod’un dostunun toplantılara katılımı hakkında hiçbir şey bilmemesi nasıl mümkün olabilir? Kafka’nın bir Gassenbekanntschaft’ı [sokak tanışı] olduğu dikkate alındığında, Mares’in tanıklığına nasıl bir değer atfedilebilir? Kısacası, “bütün bu nedenlerle, Kafka’nın anarşist mitinglerde bulunması bir efsane olabilir.” Çok tutarlı olmadıklarını yukarda göstermiş olduğum bu itirazlar üzerinde tekrar durmaya gerek yoktur.

Robertson’un kitabında tamamen yeni ve ilginç olan şey, Kafka’nın politik fikirlerine alternatif bir yorum sunma teşebbüsüdür: ne sosyalist ne anarşist, romantik olan bu fikirler, ona göre ne solcu ne sağcı olan anti-kapitalist bir romantizmden kaynaklanır. Oysa romantik anti-kapitalizm tutucu ve devrimci bazı düşünce biçimlerinin ortak dölyatağı olmakla birlikte –ve bu anlamda sol ile sağ arasındaki geleneksel bölünmeyi fiilen aşar– romantik yazarların bu dünya görüşünün kutuplarından birinde –gerici romantizm ya da devrimci romantizm– açıkça yer aldıkları da gerçektir.

Aslında anarşizm, liberter sosyalizm ve anarko-sendikalizm, “solcu romantik anti-kapitalizm”in paradigmatik bir örneğidir. Sonuç olarak, Kafka’nın düşüncesini romantik olarak nitelemek –ki bana tamamen akla yatkın gelmektedir– bu düşüncenin “solcu” ve liberter eğilimli bir romantik sosyalizmden esinlenmiş olabileceğini asla dışlamaz. Bütün romantiklerde olduğu gibi, Kafka’nın modern uygarlık eleştirisi de, onun gözünde Doğu Avrupa’daki Yahudi cemaatlerinin Yiddiş kültürünün temsil ettiği geçmişe özlemin izini taşır. Modern uygarlık tarihinin daha fazla aydınlığa, özgürlüğe ve refaha doğru kesintisiz ve geri dönüşsüz bir yürüyüşün tarihi olduğunu ileri süren kaygısız kanaat ve ilerleme ideolojisi karşısındaki kuşkuyu onlarla birlikte paylaşır. Aforizmalarından birinde şu özlü yargı görülür: “İlerlemeye inanmak, bir ilerlemenin daha önce vuku bulduğuna inanmak demek değildir. Bu bir inanç (Glauben) olamaz.” Bununla birlikte bu kanaat, gerici romantiklerde olduğu gibi, geçmişe dönük önermelere götürmez. Bir başka aforizmada, daha ziyade devrimci çözümler çıkartır: “Önce olmuş her şeyi boş olarak gösteren devrimci tinsel hareketler haklıdır, çünkü henüz hiçbir şey olmuş değildir.”

Anılan dört tanığın ileri sürdüğü Kafka’nın anarşist fikirlere ilgisi hipotezi, Kafka’nın şahsi yazılarındaki sayısız referansla onaylandığından güvenilirdir. Örneğin Kasım 1917’de Max Brod’a bir mektubunda, Freudcu anarşist Otto Gross’un önerdiği bir dergi projesine (Güç İstencine Karşı Mücadele Sayfaları) duyduğu coşkuyu ifade eder. Özellikle günlüğünde şu kesin buyruk görülür: “Kropotkin’i unutma!”

Bu ünlemin neye göndermede bulunduğunu bilmek elbette imkânsızdır, ancak en azından söz konusu Kropotkin eserinin hangisi olduğunu saptayabiliriz. Çok muhtemeldir ki –Günlük editörlerinin fikri bu yöndedir– Bir Devrimcinin Anıları’nın (1887) Almanca baskısıdır bu. Brod’a göre Kafka’nın gözde kitaplarından biri buydu. Devrimci ve anarko-komünist olmuş bu Rus prensin hayatıyla niçin bu denli ilgilenmektedir Kafka? “Her türlü yönetimin ortadan kaldırılması”nı düşleyen liberter bir düşünürün göçebe ve kozmopolit yaşamının heyecan verici serüvenleri, mücadeleleri, hapis ve firarları bir yana, kendi sınıfıyla bağlarını kopararak kendi kaderini ezilenlerin kaderiyle birleştirmeyi bilmiş bir insanın cesareti ve kararlılığı bir yana, bu anılarda Kafka’yı özellikle cezbeden ne olabilir? Kafka’nın kişisel kaygılarından yola çıkarak bilinenlerin ışığında bir hipotezde bulunma riskini göze alacağım: Kropotkin’in kitabının güçlü temalarından biri, köleliğin savunucusu olan “babaların despotizmi”ne karşı oğulların mücadelesidir. Genç prensin kendisi de baba otoritarizminden çekmiştir, aile reisinin kabalığına ve kaprislerine maruz kalan hizmetçi ve serflere sempati duymaktadır. Dolayısıyla o –Kafka’nın Babaya Mektup’undan bir ifadeyi alıntılarsak– “serflerin tarafı”nı tutar ve görkemli bir şekilde yemin eder: “Ben onun gibi olmayacağım!”

Kropotkin’e göre, hali vakti yerinde sınıflardan gençlerin –baba despotizminden ve “kadınların ve çocukların ikiyüzlü itaatinden” oluşan– “ev içi köleliğe” isyanı, onları mevcut durumu eleştirmeye ve “nihilist” olmaya, yani çar otokrasisinin ve köleliğin yeminli düşmanı olmaya yöneltti. Aşağı yukarı bütün zengin ailelerde, diye yazar, “babalar ile kendi yaşamlarına kendi ideallerine uygun olarak sahip çıkma haklarını savunan evlatları arasında”  amansız bir mücadele vardı. Bence, Birinci Enternasyonal’de federalistler ile merkeziyetçiler arasındaki mücadelelerin ayrıntılarından ya da Jura saatçilerinin sendikal faaliyetlerinden ziyade, “ev içi sulta”ya karşı başkaldırı ile devlete karşı isyan arasındaki bu sıkı bağ Praglı yazarı ilgilendirmiş olmalıdır.

Aynı laytmotif, Brod’a göre, Kafka’nın gözde kitaplarından bir diğerinde de bulunur: Günlük’te defalarca anılan Alexandre Herzen’in Anılar’ı. On dokuzuncu yüzyılın bu büyük Rus düşünürü –Isaiah Berlin’in tanımıyla– yarı-anarşist sosyalist olarak kabul edilir. Özellikle gençliğinde Proudhon ile Bakunin’e yakındır. Anılarında Bakunin’e hayranlık dolu bir bölüm ayırmıştır. Burada da, asi oğlun baba tiranlığıyla çatışmasının önemi çarpıcıdır. Herzen’in anılarındaki ilgili bölümler, neredeyse kelimesi kelimesine, Babaya Mektup’un bazı bölümlerini hatırlatmaktadır: “Alay, ironi ve derin bir küçümseme, soğuk ve iğneleyici –işte, babamın bize [oğullarına] ve hizmetçilere karşı kullanarak bir sanatçı gibi yararlandığı silahlar. […] Ben tutuklanana dek babama yabancıydım ve ona karşı küçük bir savaş yürüterek hizmetçi ve hizmetkârlara yanaştım.” Kelimenin tam anlamıyla bir anarşist olmayan Herzen, “rasyonel bilinç ile ahlaki bağımsızlık bir devlet yaşamıyla uyumlu olabilir” mi sorusunun peşindeydi.

Kafka’nın dikkatini çekmiş olan bir diğer liberter yazar Alman Yahudi sosyalisti Arthur Holitscher’di (1869-1941). Bugün ve Yarın Amerika (1912) adlı eseri Kafka’nın Amerika’sının (ya da Kayıp’ın) bellibaşlı kaynaklarından biriydi. Kuzey Amerika yolculuğunun izlenimlerini kaleme alan yazar Industrial Workers of the World’deki (IWW) anarko-sendikalistlere, William Haywood ve Emma Goldmann’a sempatisini gizlemez. Bunların kavgacılığını ve radikalizmini parlamenter “uzlaşma değirmeni”nin (Kompromissmuhle) dolambaçları içinde kaybolmuş sosyal-demokrat yöneticilerin “akademik sosyalizmi”nin tutarsızlığıyla karşılaştırır. Holitscher otobiyografisini 1924 yılında Bir İsyancının Yaşam Tarihi adı altında yayımlayacaktır. Kafka ise, mektuplarından anlaşıldığı üzere, Mart 1924’te bunu okuyacaktır. Bu eserde Holitscher, edebi faaliyetine karşı çıkan burjuva ana babasına karşı isyanını, önce sosyalizme, ardından anarşizme (Ravachol, Reclus, Jean Grave, Kropotkin) olan ilgisini açıklar.

Kafka’nın ilgisi yalnızca liberter yazarların otobiyografilerine yönelik değildi elbette. Başka yollarla da ilgileniyordu. Özellikle yaşamlarını kadın özgürleşme mücadelesine adamış sosyalist kadınların anıları. Örneğin Lily Braun –onun üzerinde tekrar duracağım– ve Malwida von Meysebug. Garibaldi ile Mazzini’nin dostu olan, Alexandre Herzen’in çocuklarının mürebbiyesi, sosyalizme yakın bu devrimci demokrat, Londra’ya iltica etmiş olan 1848’in bu eski isyancısı, “kişisel inançlarının peşinden gidebilmek” ve kadın hakları mücadelesini sürdürebilmek için “aile otoritesinden kurtulma”ya yaşamının erken dönemlerinde karar vermişti.

Kafka’nın liberter okumalarının bu kısa hatırlatmasını Günlük’ünde iki kez anılan bir yazardan söz ederek bitirelim: Prag’taki anarşist çevrelerin aktif katılımcısı Çek şair ve yazar Frana Sramek. Kafka’nın kütüphanesinde Flammen (“Alevler”) kitabının bir kopyası bulunur. Sramek’in liberter ve antimilitarist esinli bu hikâyeler derlemesi Çekçeden Almancaya dostu Otto Pick tarafından tercüme edilmiş ve Hermann Bahr tarafından sunulmuştur. Bahr, yazarı bir devrimci sendikalist ve Georges Sorel’in öğrencisi olarak sunar.

“Kropotkin’i unutma”yan Kafka 1913’ten itibaren Praglı anarşistlerin faaliyetlerine katılmaya son verdi ama sempatisini koruyordu (en azından Janouch’un notlarında bu ileri sürülmektedir). Kafka’nın dikkati giderek daha çok Yahudiliğe ve –belli ölçüler içinde– Siyonizme yönelecektir. Onu Siyonizme çeken öğelerden biri, Filistin’de Yahudi öncülerin (halutzim) kurduğu kırsal toplulukların toplumsal deneyimidir: Kibbutzculuk. Felix Weltsch’nin aktardığı Dora Dymant’a göre, “her fırsat bulduğunda, karşılaştığı insanlara Filistin konusunda sorular soruyordu. Özellikle öncü hareketiyle –halutz– ilgiliydi.” Janouch şu itirafı Kafka’ya atfeder: “Tarım işçisi ya da zanaatkâr olarak Filistin’e gitmeyi hayal ediyorum.” Bu ilginin ille de önceki yakınlıklarıyla çelişik olması gerekmez, çünkü kibbutzim hareketinin büyük bölümü –yüzyıl başından Marksist anlayışların daha etkili olduğu 1920’li yıların ortasına dek– Kropotkin, Gustav Landauer ve Martin Buber’in liberter fikirlerinden etkilenmişti. Liberter tarihçi Jean-Marc Izrine’e göre, “yirminci yüzyıl başında hümanist tezler ve Piyotr Kropotkin’in anarko-komünist doktrini kibbutzim hareketinin öncülerini cezbetmişti. İlk kvutzot’lar bunları uygulamaya geçirdiler. […] Bakunin ve Kropotkin’e referans yapan anti-otoriter eğilimli bu hareket, kibbutzim’in özyönetimci yapılanmasını etkiledi.”

Kibbutz’a olan bu ilgi, Kafka’nın, şiddetli bireyciliğine rağmen, kolektivist deneylere hiç de düşman olmadığını göstermektedir. Asetik kolektivizmi (“ekmek, su, hurma”), “emekçiler konseyi” tarafından idare ediliyor olması ve her türlü özel mülkiyetin kökten yokluğu ile Filistin’deki Yahudi komünleri modeline oldukça yakın gözüken “Mülksüz Emekçiler Topluluğu” (1918) başlıklı tuhaf belge için de bu durum geçerlidir. Birçok gözlemci bu projede hem Kafka’nın Siyonist dostlarının dergisi olan Selbstwehr’in geliştirdiği “Yahudi tarım emekçisi” idealinin, hem de Tolstoy’dan Kropotkin’e dek uzanan anarşistlerin mülkiyet-karşıtı kolektivizminin varlığını saptamıştır. Hartmut Binder, Kafka’nın ütopik projesi ile el emeği yoluyla Yahudilerin kefaret ödemesinin yandaşı olan Siyonist yönetici A. D. Gordon’un fikirleri arasındaki yakınlığa dikkat çeker. Hatta, aktardığı kimi tanıklıklara göre, Kafka Gordon’a 1920 yılında Prag’daki Hapoel Hatzair sosyalist Siyonist hareket kongresinde rastlamış olmalıdır (Martin Buber de bu kongreye katılmıştı. Kongre sırasında, önceki yıl katledilmiş olan Gustav Landauer’in anısından büyük bir heyecanla söz etmiştir). Bununla birlikte, bence Binder, Kafka’nın projesinin sosyalist kapsamını inkâr etmeye çalışırken, onu yalnızca “Yahudi milliyetçiliğinden esinli profesyonel bir dönüşüm”ün ifadesi olarak sunarken yanılmaktadır. Şu kadarını hatırlayalım ki, ulusal ya da dini kimliği olmayan bir kolektivitenin kuruluşunu öneren bu belgede “Yahudi” sözcüğü yer almamaktadır. Aslında, bu “mülksüz işçi topluluğu” projesinin, muhtemelen buna esin kaynağı olmuş olan Yahudi bağlamını aşan evrenselci bir kapsamı vardır. Hatta André Breton bile hayran kalmıştır. Breton, 1948 yılında, Devrimci Demokratik Toplantı’da (RDR) yaptığı bir konuşmada bu projeyi entelektüel faaliyetler alanında izlenmesi gereken bir örnek olarak sunuyordu. Bununla birlikte, yeni bir topluma dair ütopik bir proje söz konusu değildir –devlet de sermaye de henüz mevcuttur–, mevcut toplumun bağrında kolektivist bir toplumsal deneydir bu.

Böylece Kafka’nın liberter fikirlere ilgisinin işaretlerini ararken, onun yazıları üzerinde Praglı anarşistlerin –ya da Kropotkin’in– sözde “etkisi”ni kanıtlama çabası içinde asla değilim. Tam tersine, kendi deneyimlerinden ve anti-otoriter duyarlılığından yola çıkarak, birkaç yıl boyunca bu çevrelerle ilişkide olmayı (ve bazı metinlerini okumayı) seçen Kafka’nın kendisidir. Gerçekten de, liberter sempatilerini edebi eserinde ifade etmeyi istemiş olduğuna inanmak son derece yanlış olur. Liberter sempatileri ile edebi eseri arasında bir tür “aile havası” varsa eğer, bunun nedeni, her ikisinin de temel bir şeye, varoluşsal bir tutuma, bir Sitz im Leben’e, karakterinin temel bir özelliğine göndermede bulunuyor olmasıdır. Bu özelliği, 19 Ekim 1916’da nişanlısı Felice Baueber’e yazdığı bir mektupta belli bir sarsılmaz sertlikle, acımasız bir samimiyetle bizzat kendisi tanımlamıştır: “… Genellikle bağımsızlığını yitirmiş biri olan ben, özerkliğe, bağımsızlığa, her yöndeki özgürlüğe sonsuz bir açlık duymaktayım […]. Bizzat kendimin yaratmadığı her bağ, benliğimin parçalarına karşı olsa, değersizdir, yürümemi engeller, bu bağlardan nefret ederim ya da nefret etmeye çok yakın bir his içindeyimdir.” Her yönde sonsuz bir özgürlük açlığı: Kafka’nın yaşamını olduğu kadar eserini de –özelikle 1912’de başlayan dönemi– kat eden ve bunların trajik tamamlanmamışlığına rağmen olağanüstü bir tutarlılık gösteren ipucu bundan daha iyi tarif edilemez.

Bu liberter ethos Kafka’nın bellibaşlı edebi metinlerinin merkezinde bulunan farklı durumlarda ifade edilir, ama öncelikle özgürlüksüzlüğün takınaklı ve kaygı verici yüzünün –otorite– temsil edildiği radikal biçimde eleştirel tarzla da ifade edilir. André Breton’un Kafka konusunda gayet iyi ifade ettiği gibi, “düşünen kimseye dışsal bir hükümran ilke getirilmesine karşı bu kadar iyi hiçbir eser mücadele etmemektedir.”

Bununla birlikte, liberter ütopya hiçbir yerde onun roman ve hikâyelerinde olduğu kadar ortaya çıkmamıştır: Liberter ütopya negatif olarak mevcuttur; özgürlükten tamamen yoksun, her şeye kadir bir “aygıt”ın saçma ve keyfi mantığına tabi bir dünyanın eleştirisidir. Franz Baumer’in gözlemlediği gibi, “Kafka’nın kişilerini harekete geçiren özgürlük iradesi, düşüncesinin ve eserinin devrimci özelliğidir; daima mutlak bir özgürlük söz konusudur.”  Bir kez daha belirtelim, söz konusu olan şey herhangi bir politik doktrin değildir, bir ruh hali ve bir eleştirel duyarlılıktır –bunun da bellibaşlı silahı ironi ve mizahtır, André Breton’a göre “tinin yüksek bir isyanı” olan bu kara mizahtır.

Böyle bir “eleştirel” yorum, elbette ki, en zamandışı hali içinde, “insanlık durumu” karşısındaki tevekkülü Kafka’nın romanlarının konusu yapan çok sayıda metafizik okumayla belirgin bir çelişki içindedir. Theodor Adorno, gayet çarpıcı bir ifadeyle, bu tür argümanlarla hesaplaşmak istemişti: “Onun eserinin üslubu aşırı solun üslubudur; onu ebedi insana indirgemek, ona konformist biçimde ihanet etmek olur.” Bu polemik saptama bir yorumu hak eder. Adorno bir mesaj, doktrin ya da tezden değil, terimin müzikal anlamında bir üsluptan söz etmektedir. Adorno’nun Kafka’nın liberter sempatileri üzerine tanıklıkları biliyor olması az ihtimaldir. Demek ki, edebi metinlerin içkin bir okuması yoluyla bu sonuca varmıştır. Onun savından –Kafka’nın eserinin “aşırı sol” (Adorno’nun çok ender kullandığı bir terim) üslubu– birçok sonuç çıkarılabilir. Öncelikle bu, eserin sorunsalının metafizik değil tarihsel olduğu anlamına gelir: Modern (burjuva) toplum. Sonra, bu toplum ya da uygarlığın Kafka tarafından radikal biçimde eleştirilerek “cehennemi” olarak sunulduğu; son olarak da, bu radikal eleştirinin mevcut toplum düzenin ilgası ve bunun yerine özgür bir insanlığın konması (“kefaret”) perspektifi içinde yer aldığı anlamına gelir.

Kısacası, Kafka’nın Praglı anarşist çevrelerle temaslarını bir yana bıraksak da, metinlerin dikkatli ve “duyarlı” bir okunmasıyla eserinin yıkıcı ve liberter boyutunu gayet iyi kavrayabiliriz. Biyografik belgeler, edebi yazıların “iç” analizinin ortaya koyduğu şeyi onaylamaktadır.

Franz Kafka – Michael Löwy
Boyun Eğmeyen Hayalperest
Fransızcadan Çeviri: Iflık Ergüden

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz